Aslı Erdoğan kitaplarından Nicht Einmal das Schweigen Gehört Uns Noch kitap alıntıları sizlerle…
Nicht Einmal das Schweigen Gehört Uns Noch Kitap Alıntıları
Mutluluğun ya da mutsuzluğun çok ötesinde bir yerde uyandım.
Anılar bazen anlatılmayı, tekrar tekrar yorumlanmayı talep ederler, bazense taş kadar katı bir suskunluğu
Her fırsatta var gücümüzle tekrarlıyoruz ne kötü günlerde yaşadığımızı , tekrarlıyor ve avunuyoruz .
Boş ver hava tahminini, kuşları izle ! Kuşlar alçalırsa yağmur yağar.
Sanki söyleyecek çok sözümüz var ama sesimiz kalmamış gibi.
Her şey gelip geçici ve ıssız, yitik ve yitirilmiş.
Ne yazmalı? Yazın ne yapılabilir, neyi söze dökebilir, bu dünyayı, hangi dünya adına dönüştürebilir? Gerçeğin ne kadarına dayanabilir?
Tek bir çığlık bile işitemiyor, atamıyorsak… Bu sessizlik bile bizim değil artık…
İnsanlar kendilerinin başaramadıklarını başkalarının başarmasına, kendilerinin vazgeçtiklerini başkalarının sahiplenmesine neden öfke, nefret, aşağılamayla tepki verirler?
Dile getirilmekten çok susulan bir hikayem var benim. Birden fazla kez denedim anlatmayı, her seferinde daha kötü anlattım.
İntikam arayışıyla herhangi bir eşitlik ya da özgürlük mücadelesi verebileceğine inanmıyorum.
Bazı şeyler kendilerinden başka bir şeyle anlatılamazlar. Başka dillere, sözlere taşındıklarında zaman dışılıklarını yitirirler.
Tekrar denemek, çabalamak, bir sonsuz kez daha denemek gerekiyor, çünkü umudun kendisi bu sonsuzca, umutsuzca çabada diriliyor.
Hayatın bütün kayıplarının ortasından geçip, aslında hiç çıkmadıkları bir yere, kendilerine dönüyorlar.
Mutluluğun ya da mutsuzluğun çok ötesinde bir yerlerde uyandım.
Gene de her şeye rağmen, teşekkür borçlu olduğumu seziyorum, ama kime, çıkaramıyorum.
Dünle bugünle arasında ansızın uyanmış, yitip gitmişle henüz biçimlenmemiş arasında asılı kalmış buluyorum kendimi.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Kendinize haksızlık yapmak adına, bütün kurbanlara haksızlık ediyorsunuz.
İktidar, erdemlerini değil, zaaflarını bulaştırarak gücünü pekiştirir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
İnsanlar, bireyler de, toplumlar da, en ağır, en gerçek suçlarını, suçlarını savunmak adına işlerler…
Her ne pahasına olursa olsun var oluşu sürdürme arzusu yok oluş tutkusuyla iç içe geçer.
Artık vücut bulmak isteyen bir ses, sesini arayan bir imge, bir solukta dolmak isteyen bir hikaye bekliyordu sanki beni…
Kan rengi, kül rengi bir şeyler var bu dünyada, tamamlanmayan, sahipsiz kalan Tamamlanmamış hayatlar, çok erken sahipsiz bırakılmış düşler, devralınmış, devredilmiş yazgılar var bu dünyada Hep ama hep geç kalan sözcükler
Gerçeği taşıyacak, dillendirecek, dönüştürecek güçteyiz.
Yürüyorum, yürüyorum başını alıp gitmeye hiç benzemeyen, bir nebze özgürlük hissi uyandırmayan bir yolda, ayaklarım kanayıncaya dek yürüyorum.
Gerçek, hep aynı yere geri döner.
İnsanları kandırmak, kandırıldıklarına ikna etmekten çok daha kolaydır.
İnsanlar, en gerçek yüzlerini eylemlerini savunurken gösterir, suçlarından arınmak adına en gerçek, en korkunç suçlarını işlerler.
Kendimiz olmadan, sesimiz duyulmadan başka birisine, bir tek kişiye bir şey söylemek için birtakım şifreler düşündük.
Hiç kimsenin ya da hiçbir şeyin kendisiyle bir ve aynı olmadığı bir dünya bu, tam tamına böyle söylemişlerdi bana, ne gereği vardı ki böyle bir dünyaya inanmanın?
Buruk mavi sabah, saydam ve solgun, bir kez daha dünyaya geliyor, bir konuk çekingenliğinde… Ama dünya henüz gecesini tamamlamamış gibi.
Özgürlük, hiç susmayan bir sözcüktür.
“Kan rengi, kül rengi bir şeyler var bu dünyada, tamamlanmayan, sahipsiz kalan Tamamlanmamış hayatlar, çok erken sahipsiz bırakılmış düşler, devralınmış, devredilmiş yazgılar var bu dünyada Hep ama hep geç kalan sözcükler.”
Hayatın ta kendisi değil mi, her gerçeği imgeye, öyküye dönüştüren, vakti geldiğinde hiçliğe geri veren…
İnsanın insana karşı en korkunç acımasızlığının, ondan travmalarını bile çalmak zorunda olduğunu söylerken, kişisel deneyimin tam ortasından konuşuyordum.
Artık başlamak isteyen bir öykü, hayatla dolmak isteyen bir ses, sözcüklenmek isteyen bir hayat bekliyordu sanki beni, ucu bucağı görünmeyen sisli, sonsuzlukta…
Anlatabildiğimden çok daha fazlasını gördüm, gördüğümden fazlasını anladım.
Yalnızlık, bütün sesleri dönüştürüyor, kendine katıyor, içeride, en içeride daha uzun daha derin yankılanıyor.
İnsan gerçeği taşıyacak güçtedir.
Giderek güçleşiyor hakikat ile aramızda açılan boşluğu biçimlendirmek.
Gerçek hep ait olduğu yere döner.
Senin bana yaptıklarını ben sana asla yapmazdım!
Kimin için, hangi dünya adına yazıyorum? Kendimdeki öteki, ötekindeki kendim mi?
Ama sözcüklerin gücünü bilmeyen, insanın gücünü de bilemez.
Şiddet, sadece öldürerek yok etmez. Susturur, işitilmez kılar, duyarsızlaştırır, insansızlaştırır.
Yeni doğmuş bir atı nasıl öğrenirse ayağa kalkmayı, öyle öğrenmiştim yürüyüp gitmeyi, sağ kalıp yoluma devam etmeyi…
Gerçeğin gerçek olduğu anlar vardır, içinde kalmak kadar geçip gitmenin de imkansızlaştığı anlar…
Başı sonu olmayan bir gün, bir gün daha… İki uzun cümlenin, geçmişle geleceğin arasına gelişigüzel konmuş, sabitlendiği yerde sessizce bekleyen bir virgül gibi…
Her güzel şeyin sonu var elbet!
Her fırsatta, var gücümüzle tekrarlıyoruz, ne günlerde yaşadığımızı, tekrarlıyor ve avunuyoruz.
Ben insanları sevebilmek için yazıyorum.
Sen hayatı anlamlandıramazsın, hayat seni anlamlandırır.
Sözün asıl mucizesi söylenemeyeşindedir.
İşte hayat, her şeyi yitirdiğinde elinde kalan şey, belki bütün sözcüklerde biriken sessizlik.
Anılar bazen anlatılmayı, tekrar tekrar yorumlanmayı talep ederler, bazense taş kadar katı bir suskunluğu…
Hiç de kolay değil insanları sevmek, her geçen gün daha da güçleşiyor.
İnsan yüreği bir aynadır, sonsuza dek tutmak isteyeceği görüntüyü arayan bir ayna…
Bana kalsa, gerçek bir kitap yazmak istiyorsanız, hatta gerçek bir cümle kurmak istiyorsanız, önce gerçek olmanız gerekir.
Kimse anlatamaz, anlamlandıramaz ki ölümü, ölümdür insanı anlamlandıran.
Her kentin bir karnavalı olsa Maskelerimizi takıp sokaklara dökülsek, hep birlikte çığlık çığlığa dans etsek.. Ölüleri çağırsak aramıza, ölü kılığında yeniden doğsak!
Herkes susarken konuşmak, herkes konuştuğunda susmak benim kötü bir alışkanlığım.
Bir zamanlar birini sevmiştim. Kuşlar konuşurdu onunla. Pervaza sığınmış şu iki ıslak kumruya sorsam: Nerede şimdi o? Biri boğazımda , öteki kuyruğumda der mi? Sonra biri öteki, ikisi de hiçbiri olur mu? Söyleyin bana, nerede onun mezarı? diye sorsam. Kanatlarımda, kanatlarımda
Bir kez daha seslenmeyi deniyorum, onun gözlerinde susmuş bütün gözlere.
Neden içimdeki hiçbir şey, acı bile bana ait değil? Bin yıllar sürmüşse oluşturulmam, efsanelerden, imgelerden, kavramlardan, dillerden, neden içinde var olabileceğim bir sözcük bile bulamadım bugüne dek? Gökyüzünün altında söylenecek yeni bir şey yoksa eğer, ben hangi çığlığın yankısıyım? Hangi suskunluğun? Sonsuz kez ölüp dirilen, hiçlikten doğan ve büyüyen, okyanusun sularını peşi sıra sürükleyen ay olsaydım ben, nasıl böylesine iyi tanırdım uzaklarla, sonları?Madem gücüm cehenneme yetiyordu.. Neydi peki beni yenen?
Hayat kazandı. Böyle diyelim. Hayat kazandı, diyebilmek için seslenelim, görelim, yazalım, var olalım, yeniden doğalım. Günü gelir, ısınır yürek, bütün ölmüşler tomurcuklanır Bütün yürekler ısınır ve sözcük sözcük çiçek açarız çölün orta yerinde.
Sanki her an yaralanıyor, parçalanıyor, azalıyoruz. Bitkin düşüyoruz katillere anlatmaktan sözcüklerin öldürülemeyeceğini Varız, diyoruz, daha varız, buradayız, soluk alıp veriyoruz, yürüyoruz ısrarla Daha hızlı gömüyoruz ölülerimizi, daha suskun yürüyoruz. Anlatamıyoruz işkencecilere, iskenceciye tüküren bir kadını hiçbir şeyin öldüremeyeceğini.
Olağan, alışageldiğimiz duyarsızlıktan öte, kurbanlara karşı kabaran öfke, hınç, kin Derinlere kök salmış, kurbanı ya da mağduru suçlu ilan etme tutkumuz, ona uygulanan şiddeti meşru görmekten de öte, az bile bulma, daha fazlasını talep etme arzumuz
Kendini gerçek kılmak isterken tükenen, gerçekliğin pürtük pürtük zeminine oturtmaya çalışırken taşlaşan düşler, düşlerimiz Hep, sürekli, peşpeşe hayal kırıklığına uğradığımız için mi, hayallerimizi hepten kaybettik, kendimizi böylece, bir hayal yoksulu olarak kabullendik? Üzerinde çoktandır hiçbir şeyin bitmediği çorak bir varoluşla yetindik? Sistem miydi, kaderimiz olan bu coğrafya mıydı, insan türü ya da birebir insanlar mıydı, bize çaldığımız, zorlandığımız her kapının kulpunun elimizde kalacağını belleten? Ve dünya, onu koparıp alanların, gözünün yaşına bakmadan yutup yağmaya yağmalayanların dünyasıyken, bizim gerçeğimiz, kırık bir kapı kolu, karanlık bir eşik, el yordamıyla ararken düşürdüğümüz anahtar mıydı?
Şiddet, sadece öldürerek yok etmez. Susturur, işitilmez kılar, duyarsızlaştırır, insansızlaştırır. Kişileri, kendilerini tanıyamayacakları aynalara bakmaya, rolleri üstlenmeye zorlar, geçmişlerinden, gelecek tasavvurlarından koparır, bütünlüklerini onulmazca zedeler. Ötekinden kopardığı kadar, kendinden de koparır.
Nefrete nefretle karşılık vermenin ahlaki bir yenilgi olacağını bilmenin verdiği çaresizlik
Özgürlük, hiç susmayan bir sözcüktür.
Sözün asıl mucizesi söylenemeyişindedir ”
..Suç ortağı olmak istemiyorum. beyaz bayraklarına tutunmuş, yıkıntılardan çıkmaya çalışan kadın, çocuk ve yaşlılara açılan yaylım ateşine ortak olmak istemiyorum. bir bodrumda bulunmuş, on iki yaşlarında bir çocuğa ait, bütünüyle yanmış çene kemiğine suç ortağı olmak istemiyorum. ‘bu senin baban’ diyerek teslim edilen ‘beş kilo kadar et ve kemiğe’, ‘bu senin çocuğun,’ diye teslim edilen bir torba küle de ‘bir kemik olsa da razıyım,’ diyerek haftalarca hastanelerin önünde bekleyen bir anneye karşı işlenen korkunç suça da insanların öldürülmesine de, sözcüklerin yani hakikatin öldürülmesine de suç ortağı olmak istemiyorum.
Sanki söyleyecek çok sözümüz var ama sesimiz kalmamış gibi. Anlatmak, anlamlandırmak, sözcüklendirmek istediğimizde boş boş tınlayan bu ses bize ait değil gibi, atamadığımız gerçek çığlıkların yerini almış bu sessizlik bile nasıl artık bizim değilse.