İçeriğe geç

Nasreddin Kitap Alıntıları – Hüsnü Arkan

Hüsnü Arkan kitaplarından Nasreddin kitap alıntıları sizlerle…

Nasreddin Kitap Alıntıları

“Veled yohsuldı sensüz bu cihânda
Seni buldu bu gezden beğ ü baydur.”
İçim acıyor Bolgan Öke, dedi Hace, ben bu hale hiç düşmediydim.
Nedir o hal?
Şudur ki merhametimi yitirdim; Zati Bey’e hakkıyla acıyamadım.
Her ölüye hakkıyla acınır diye bir çare yok ki. Benim atalarım Cengiz Han öldüğünde bayram ettiler. Bu da bir çaredir.
Kalabalık yalnıza çare değildir
Öyle bir devirdi ki aşikâr olan kanunsuzluğun sessizlikle kabulü halk arasında erdemden sayılırdı
Fukaralık nedir sen daha iyi bilirsin Koca Hâce. Fukaralık karnına giren azık kadar küçük düşünmektir.
Âlemde her huy üstüne rıza bina edersin de iki şey üstüne edemezsin. Biri inatçılık, biri cehalet ola.
Gülmek ne hoştur. Gülmek âdemin kendinden kurtulup kendine sığınmasıdır.
Kalabalık yalnıza çare değildir.
Hepimizin bir adı vardır; bu karındaşın adı da Eliftir. Cümle harfler bundan doğar. Elif doğruluktur, Elif diktir, Elif haktır ki Hakk’ın da önünde bulunur. Elif yaratılmış ve yaratılmamış her şeyin önüdür.
Karanlıkta renkler gibi sustular. Bulut geldi, dolunayı sardı. Rüzgar geldi, ovaya saçlarını serdi. Bahçenin ağaçları yaprak yaprak, tir tir ürperdiler. Sonra da Nergis’in anlattığı hikayenin üstüne merakla eğildiler.
Sonra, tam da güneş batarken, kapıdan bir ağustos rüzgarı çıktı. Durak Bey’in iki aylık sıcağını, terini, bunalmışlığını aldı götürdü. Yokuştan inen bir at arabasının içinde derdini gördü; tıkır tıkır gidiyordu.
O güne dek iki beden birbirine belki de hiç böyle sarılmamıştı. Tek söz etmeden, gülümsemeden, ağlamadan ve kana kana.
Derinlerinde bir umut vardı ki umut insan hayatında hep vardır. Dizüstü çöktüğünde bile, bulutlara bakarsa; hep vardır.
Korktun mu? Mücrim misin ki korkarsın? Korku er kişiye yaraşır mı?
Elbet yaraşır. Korkunun iki tarafı olur; korkutana yaraşır ise korkana da yaraşır
“Nideyim ben?”
Hâce derin derin soluklandı. Oturduğu sedirden kalkıp minderin altındaki kapağı açtı. Bir testi çıkarıp yere koydu.
“Şarap iç!” dedi.
“Sabah sabah?”
“He, endişeyi alır, ferahlarsın.”
“Doldur o zaman”
Çok olan korkutur,
Derin olan öldürür.
Cengiz Han
Alemde her şey üstüne rıza bina edersin de iki şey üstüne edemezsin. Biri inatçılık, biri cehalet ola.
Kalabalık yalnıza çare değildir.
İyilik kapısını açan anahtarın adına merhamet derler ki çeşit çeşittir. Kimi kendine acır, kimi başkasına. Kimi de hem kendine acır hem başkasına.
İmansiz insan nasil olur bilir misin? Yalnizca kendi ruhunun meskeninde yaşar. Başkalarının meskenine saygıyla girmeyi bilmez. Başkalarını tanimaz. Ruhu insanoglunun en diplerinde calisan kör bir ameledir ve orada sonsuza kadar ofke bileylenir. O öfke kat kat katmerlenir. Sanirsin ki uyumustur sanirsin ki ölmüştür.
Öyle bir çocukluk ki insan yalnizca yediklerini hatirliyor.  Sonra karanlık ve büyük bir sandalın dip alti. Sallanan dünya, sallanan hayat, sallanan bir cocuklugun hayretle bakan gözleri. Anlayabilmek için herşey çok erken, anlasilabilmek için içi  dilsiz. Uzaklarda kalan bir orman, bir köy, bir ana. Büyük bir ihtimalle artık yaşamayan bir ana.
Kalduk bu sabah avludan ayvaylan nar toplayıp önümüze kodu. Vurduk yedik, kırdık yedik. Hep beraber yedik. Yahu dedim, dünya böyle olmaya mı?
Günü gelir Hak sana da bir don biçer. Bunun ederini tabiatının üstünde kurduğun binayla öde! Hak sana daima müşteri olsun ve ona daima doğru şeyler sat! Gerçi Âdem oğlanının bir tabiatı yoktur; hamuru yumuşaktır. Gâh ele yapışır gâh elden kaçar. Piştim der ki çiğdir. Oldum der ki olmamak yeğdir. Bu işin aslı nedir diye sordukta derim ki hiç ve hiçtir. Hiçi görmek için dünyanın gözüne bak, korkma! Onun da bir varidâtı olduğunu göreceksin ki asıl varidât budur.
Bir gün Buhara pazarında iki Kıpçak bilyeciye rast geldim. Ne bileylersiniz canlar? dedim. Pıçaktır, kılınçtır, dediler. O Pıçaklar, o kılıçlar ne doğrar bilürsüz? dedim. Susup kaldılar.
Ey oğul, sen susup kalma! Bil ki pıçak dediğin, kılınç dediğin Hakkı doğrar. Sen bunu aklında tut. Unutma. Gördüğün hiçbir şeyi unutma!
Gölü bize kim getire? Yol getire. Bizi göle kim götüre? Yol götüre Gördük ki uzun yol olmaz olsun, marzubân göle iki solukta varır. Gölde ne var? Göl boncuk. Canda ne var? Serçecik. Alimallah uçar gideriz. Allah aklımızı ardımızdan toplaya; imdi böyle dağınık kalın buyurdu.
Hak kimseyi yarınından etmesin. Omuz bitişik duruşanlar ayrık düşmesin. Avratla hep itişip kakışalım, Nergisle hep diz dize duruşalım. Yağmur yağsın da dinsin, yaz olsun da bitsin. Kış olsun, sonra bir daha kış olsun. Zaman kafamın içinde dönedursun. Amin.
Dünya yedi yüz küsür yıl önce de bugünkünden pek farklı değildi. Maşallah, sultanlar zalim, mazlumlar gecede yıldızlar kadar çok ve çaresizdi. Büyük kapıların köpekleri baldırı çıplaklara ürür, karanlıklarda kuyruk kuyruk heybetlenirlerdi. Erki olanın boyu günden güne beş karış uzar, felek çulsuzun defterine hendeklerde, kuytularda, yollarda lokma lokma harflere ölüm ve zulüm yazardı.
Acep edebi lafta aramasak da gönülde mi arasak? Laf ola ki ciğ ola, gönül ola ki pişmiş. Ademoğlanı ağzından dökülen tutmasın, desin! Yoksa laf dediğin darağacında sallanır gibi dilimizden sarkar. Öperken, koklaşırken yâren yanağına yalan bulaşır.
Sinkaf benim ahretliğimdir. Öte tarafta soracaklar; bu denli hak düşmanlığına nice sinkaf etmediniz deyu Elimiz kolumuz bağlıdır mı diyeceğiz? Ulen dilin de mi bağlıdır deyyus deyu sormazlar mı adama?
Çok şükür, dilimiz bağlı değil.

* Sinkaf: Küfür.

Beyler geldi, beyler geçti; beyler ektiğini biçti. Kılıçla gelen kılıçla gitti. Ahaliye hep susuşmak kaldı.
Bir vardı bir yoktu. Post vardı pir yoktu. Hak vardı fakat hak yoktu. Hakkını güden Kabe’den boş ibrikle, nefsini güden tövbeden mal mülkle dönerdi. Hakikat aynasına bakmaya gör; gözün kararır, için ürperirdi. Emirler savaş kuşanırdı, ahali yokluk; vay ki sığıntının, kaçan göçenin haline. İlhanlı kırar, Selçuklu hay hay ederdi. Karamanlı yıkar, Türkmenler alkış ederdi.
Yahu Zeman Bey, dedi. Sen niye kaçmadın ki?
Rebabî durgunlaştı.
Vallahi çok düşündüm Hâce, dedi. Amma malı mülkü nice bırakırım?
Hâce konağın yüksek tavanın ipek perdelere, sedef kakmalı dolaplara, yerdeki Türkmen halılarına baktı.
Elhak, nereye bırakırsın? dedi. Sırat köprüsünde de bunları sırtlayıp gideceksin ki Cenab-ı Hak dingildeme göre!
Babası bir derslikte ellerini açmış renkleri anlatıyordu. ‘Renkler bunlardan ibarettir ve renklerin içinde bilmediğimiz hisler vardır, ‘ diyordu. Hepimiz bu hislerin eseriyiz. Ruhumuz, cismimiz bu hislerin eseridir. Gözümüzün gördüğünden öte bir hayat vardır ki Allah böyle olmasını istemiştir. Gözünüzün gördüğünden ötesini ancak tahayyül edebilirsiniz. Allah tahayyülle ilgilidir. Bu âlemde gözlerimiz olmayaydı geriye salt tahayyül kalırdı. Dert ettiğiniz şeyler tahayyüldür. Ümitlerimiz, acınız, kibir ve alçakgönüllülük, içimizin ağacını kemiren kurt tahayyüldür. Amma kurt da ağaçtan gelir. Tahayyül bu şekliyle maddeye benzer. Bu yüzden dünyanın renkleri, içlerinde maddeler barındırır. O maddelerin ruhunu görmek için tahayyül edin! Tahayyül edin!
AMA YAKIŞIYOR

Hoca camide vaaz vermektedir. Büyük bir kararlılıkla topluluğa haykırır:

“Kadınlarınızı, kızlarınızı açık elbiselerle sokağa çıkar­mayın. Süslenip püslenmelerine izin vermeyin. Sakın ola, büyük günah.”

Toplulukta bir uğultu olmuş, biri çıkıp bağırmış:

“Hocam, senin kız bu dediklerinin hepsini yapıyor.”

Hoca sakalını sıvazlamış, gülümseyerek:

“Ama yakışıyor haspaya.”

PARAYI VEREN DÜDÜĞÜ ÇALAR

Hoca bir gün pazara gitmek için yola koyulmuş. Az sonra çocuklar önünü kesmiş. “Hoca, bize pazardan düdük al” diye bağrışmışlar. İçlerinden biri çıkıp, parasını uzatmış.

Pazar dönüşü aynı çocuklar yine Hoca’yı çevirmişler. Hoca, para veren çocuğa düdüğü uzatmış, tam ayrılıyormuş ki bütün çocuklar bağırmış; “Hani bana, hani bana”. Hoca ço­cuklara dönüp şu meşhur lafını etmiş:

“Parayı veren düdüğü çalar.”

Gülmenin en hoşu, âdem oğlanının kendine gülmesidir. Kendi cehaletine, kendi kalıbına, kendi iğriliklerine gülmesidir. Benim ayıttıklarım bu gülmeye bir vasıta idi. Bu vasıta ile insan insana erişir idi. Erişmekle kalmaz, insan insanın içine girer idi. İdrak denen şey nedir? Sevinçsiz idrak olur mu? Olmaz; koftur.
Gülmek ne hoştur. Gülmek âdemin kendinden kurtulup kendine sığınmasıdır. Bu böyle olur mu demeyin; olur. Gülemyen adem kendine yabandır, gülen âdem kendiyle tanış olur. Gülene oynaktır, laubalilidir deyu taş atarlar. Asıl laubali asık suratlı olandır.
Gelen günün elemiyle garip garip tebessüm etmek, giden günün sürûruyla teselli bulmaktan yeğdir.
Kader kilimini kim dokur, bilirsin?
Bilirim, çalap dokur.
Sevdayı on beşe ekeler, altmışında dahi biçersin.
Hak nerededir? Ne yerde ne göktedir; dert çektiğimiz, gülüştüğümüz yerdedir.
Fakat halimizi görürsün işte! Sırtımıza gayrı herkesi alırız. İnadımız tükendi, hayallerde fikir görmeyiz, ot görürüz. Bize selam verenler de müderris görmez; elifba görür, hendese görür. Velhasıl nihayet nesne olduk. O yetmeler nereye gitti dersen, bu da bir bilmecedir. Arayan yiter. Ve de yiter peşkir olmaktan yeğdir.
Ben, ıraklık sevi gütmekle aşılır diye bilirim.
Bu el yalamak da ne ola, sizde âdet böyle midir, Nusrat Nasreddin? diye bağırdı Madon Guba.

Aslen etek yalamak adettir, diye yanıtladı Hâce, lakin yetmeler yalayacak etek yokluğunda el yalar ki hürmettendir.

Yalnızı arayan kendini arar ki bulamazsa kendini de kaybeder ve o vakit yer gök inler.
MUM ATEŞİYLE PİŞEN YEMEK

Bir gün Nasreddin Hoca ve arkadaşları iddiaya tutuş­muşlar. Eğer Hoca karanlık ve soğuk bir gecede, sabaha kadar köy meydanında bekleyebilirse arkadaşları ona güzel bir zi­yafet çekecekmiş. Şayet bunu beceremezse o, arkadaşlarına zi­yafet çekecek. Kararlaştırılan gün Hoca meydanın ortasında, sabaha kadar tir tir titreyerek beklemiş. Sonra yanına gelen­lere “Tamam” demiş. “İddiayı kazandım.”

“Ne oldu ne yaptın?” demişler.

“Bekledim sabaha kadar” demiş.

“Hayır” demişler. Sen uzaktaki bir mum ışığı ile ısınmış­sın. İddiayı kaybettin! Ziyafetimizi hazırla. Hoca çaresiz kabul etmiş. Ziyafet vakti kocaman bir kazanın altına minicik bir mum koymuş. Güya yemek pişirecek.

“Ne yapıyorsun?” demişler. Kıs kıs gülerek cevap vermiş: “Bu mum sıcağıyla size yemek pişireceğim arkadaşlar. Uzaktaki bir mum ışığıyla ben nasıl ısındıysam, bu kazandaki yemek de öyle pişecek! “

Çiğlik bize mahsustur, yalanla pişmişin erdemi amanın evlerden ırak ola!
Dedim ki, Karabülbül, bu nice karabasandır ki dünya haline pek benzer? Yevm’il evvelden yevm’il âhire varır iken yevm’il betere mi uğradık. Bu fakir, huzur ve gönül saltanatı arar iken arzın göbek deliğinden hengâmenin içine mi kaçıvere?
Şöhretler ve namlar halk arasında haber yaymakla kazanılır. Haberler ağızdan ağıza nakledilirken maksatlar unutulur ve yanlışlar husule gelir. İşe taraftarlık ve taassup da karışır, uydurma ve kasten karıştırmaların, zorlanarak güzel göstermelerin bir sonucu olarak hikâyelerin, durum ve vakıa uygun olup olmadığı anlaşılmaz, yahut da haberleri nakleden bilmez; dünyevi yüksek derece ve rütbe sahiplerine yaranmak, onları övmek ve hallerini güzel göstermek ve bu yollarla onlara şöhret ve nam kazandırmak gibi maksatlara göre hikâyeler değiştirilir. İnsanların övülmeye, nam, dünya ve dünyevî şeref kazanmaya düşkün oldukları bellidir. İnsanlar çoğunlukla faziletlere rağbet etmezler, fazilet ehillerini aramak maksadıyla birbirleriyle yarışmazlar
İbn-i Haldun
Hoş adamsın, korku bilmez misin? Bu yaşa bu tatlı dilinle gelmedin herhalde.
Korku bilirim. Allah’tan da avrattan da korkarım. Eh Subaşı’ndan da korkarım ama en ki eçhelden korkarım.
Benden emin misin ki bu biçim konuşursun?
Haşa senden de korkarım. Elimle belime söz gelmesin ya bazı vakit dilime mukayyet olamam. Allah affetsin dilimden de korkarım.
Sizin burada cana kıymaya ne biçerler?
Haline göre biçerler. Ekseri ip biçerlerse de kıyanına göre değişir; beyler kıydıysa salt kıyılana ak tuman biçerler.
Herkes zulmetmek kudretinde olsaydı, herkes tarafından yapılabilen ve neticede nev’i bozulmaya götüren suç ve zulümlerin karşılığı olmak ve zulümden men etmek üzere zina, adam öldürme ve şarap içerek sarhoş olmanın karşılığı olarak tayin edilen cezaları andığı gibi, zulümlerin cezalarını da anardı. Nitekim herkes tarafından işlendiği taktirde, işlenen günahları anarken cezalarını da anlatmıştır. Fakat zulüm ancak kudret sahipleri, sultan ve hükümdarlık ve onların memur ve valileri tarafından yapılabildiği için, şeriat zulmü son derece zem ve takbih etmiş ve tehditleri tekrarlamış ise de cezalarını anmamış
İbn-i Haldun
O vakitler, dünyanın düzeni şimdiki gibi değildi. Birtakım adamlar vardı ki inayet şeyhten de gelse acaba kabul etmekte bir beis var mıdır die yeis yeis düşünüp kavis kavis dertlenirlerdi.
İyilik kapısını açan anahtarın adına merhamet derler ki çeşit çeşittir. Kimi kendine acır, kimi başkasına.
Âlemde başkasını kendisiyle eş tutan için kendine ya da başkasına acımak arasında fark yoktur. Amma önce başkasına acımak, vücut sultanlığını yıkıp gönül saltanatının tacını başa geçirmektir. Bir de kendinden başka kimesneye merhamet etmeyen vardır ki o tacı kıçına takar. Böylelerine bakanın, bu padişah kimdir ki osura osura gezinir deyu gülreği tutar.
Sabahınan içtiğim çorba dahi bana acınır. Karnım doyar ya, çorba açlığıma merhamet eder. Pekâlâ çorba düşünür mü? Düşünmez. Biz merhamet ederken düşünür müyüz? Çok vakit düşünmeyiz. Pekâlâ, merhamet edilecek bir vaziyette merhamet etmez iken düşünür müyüz? Veyl! Düşünürüz! Çünkü Allah affetsin, ben düşündüm
Balıkçılar ağ onarma işine merhamet derler; Arapça maramet ya da meremet sözcüğünden bir kolaylamasıdır ki onarım ve de üstünkörü onarım anlamına gelir.
Merhamet diyorum ahi, dedi Hâce.
Bilirim hoş kelâmdır
Nice yitiririm peki?
Öyle çünkü boş kelâmdır. Çünkü mefhumdur, hakikat değildir. Bir madde değildir; beyyinesi, karînesi yoktur. Sende varsa vardır, yoksa yoktur. Bazı an vardır bazı an yoktur. Var olma yahut olmama gereği de yoktur.
Nideyim? demişti Kalduk Hatun’a. Bunlar beni bir sarı yılanın üstüne salar, sonra da yüz arşın öteden ısırmış mı, ısırdı mı, ısırır mı deyu Bolgan’ın göz camıyla bakarlar. Isırdıysa mesele yok, halime gülüşüp evlerine giderler. Fakat ısırmadıysa ne vakit ısıracak deyu mahşere dek beklerler. Bu işin kısası şudur ki, ahalinin maksadı gülüşmektir. Zati Bey üstlerine serâpâ çöğdürse gene gülüşmektir.
Meydanda, çeşme başında horoz da durdu, Hâce de. Başkarını kaldırıp bir urganla medrese kapısına asılmış cansız vücudu baktılar. Hâce besmele çekti; dua okumaya başladı. ‘Her nerede olursanız olun, ölüm sizi bulur,’ diye mırıldanıyordu ki bilinci bir anda karmaşık oldu; ayetin devamını unuttuverdi. Dizlerinin bağı çözüldü; iki el iki ayak, hayvan gibi toprağa çöktü.
Cebab-ı Rabbilâlemin, bu ne ola imdi? diye söylendi
Hâce, şeytan kanına girse de girmese de hep bu saatlerde uyanır, yüzünü avludaki kuyunun suyuyla yıkar, gelen günün getirdiklerini fazla beklemezdi.
Hak teâlâ şol fakiri bir meydana saldı ki kispetim dar, heybetim dar, ha demeye kuvvetim dar. Eğri söze ne gerek? Zamâneyle güreş tutmak taşak isteye!
Hâce’nin defterinden
Ruhlarında o güne kadar tanımadıkları bir yokluk keşfettiler ki hiçbir yokluğa benzemiyordu Düşünceleri boştu ama arzuları kırkambara sığmayacak ışıklar saçıyordu. Düşünceleri anadan üryandı ama Akşar’ın sokaklarında ayıplanmadan gezebiliyordu.
Eski tarih dediğimiz şey bir kapı İçerde biri durur, dışarda biri durur; eşikte biri. İçerdeki dışardakine, dışardaki içerdekine, eşikteki her ikisine, sonra da her ikisi eşiktekine vurur. Köpek havlar, felek umursuz; olan sahipsizlere olur.
Mumdan üç şey öğrendim
Ağlıyorum , eriyorum ,
Yanıyorum .
Mes’ud Sa’d
Yıldızlara baktı ; yıldızlar uzaktı . Nasıl bir çağda yaşadığını anlamaya çalıştı ki yıldızlar sır vermiyordu ; yalnızca ışıyorlardı . Yanlarına koşsa ürküp dağılıvereceklermiş gibiydiler .
Renkler bunlardan ibarettir ve renklerin içinde bilmediğimiz hisler vardır , diyordu . Hepimiz bu hislerin eseriyiz . Ruhumuz,cismimiz bu hislerin eseridir. Gözünüzün gördüğünden öte bir hayat vardır ki Allah böyle olmasını istemiştir . Gözünüzün gördüğünden ötesini ancak tahayyül edebilirsiniz . Allah , tahayyülle ilgilidir . Sevi , anlayış,nizam; bütün bunlar tahayyülle ilgilidir . Bu âlemde gözlerimiz olmayaydı geriye salt tahayyül kalırdı . Dert ettiğiniz şeyler tahayyülldür . Ümitleriniz , acınız ,kibir ve alçak gönüllülük , içimizin ağacını kemiren kurt tahayyülldür . Amma kurt da ağaçtan gelir . Tahayyül bu şekliyle maddeye benzer . Bu yüzden bu dünyanın renkleri , içlerinde maddeler barındırır . O maddelerin ruhunu görmek için tahayyül edin ! Tahayyül edin !
Acep edebi lafta aramasak da gönülde mi arasak?

Sinkaf benim ahretliğimdir. Öte tarafta soracaklar; bu denli hak düşmanlığına nice sinkaf etmediniz deyu Elimiz kolumuz bağlıdır mi diyeceğiz? Ulen dilin de mi bağlıydı deyyus deyu sormazlar mı adama?
Çok şükür, dilimiz bağlı değil.

Hak vardı fakat hak yoktu. Hakkını güden Kâbe’den boş ibrikle, nefsini güden tövbeden malla mülkle dönerdi.
Gülmenin en hoşu, âdem oğlanının kendine gülmesidir. Kendi cehaletine, kendi kalıbına, kendi iğriliklerine gülmesidir.
Fukaralık,karnına giren azık kadar küçük düşünmektir.
İyilik kapısını açan anahtarın adına merhamet derler ki çeşit çeşittir. Kimi kendine acır, kimi başkasına. Kimi de hem kendine acır hem başkasına.
Amma önce başkasına acımak, vücut sultanlığını yıkıp gönül saltanatının tacını başa geçirmektir. Bir de kendinden başka kimseye merhamet etmeyen vardır ki o tacı kıçına takar.
İki ay sonra beş metrelik sandalla ve kızı Yasemen’i son kez görmeyi dileyen Karaburun’ un ihtiyar kayıkçılarından Aleko Balıkçiis Efendi’ yle Sakız kıyısına vardı.
Zeman bey bir ara rebabını eline aldı. Allah affetsin, çok kötü çalardı.
Eski tarih dediğimiz şey bir kapı İçerde biri durur, dışarda biri durur; eşikte biri. İçerdeki dışardakine, dışardaki içerdekine, eşikteki her ikisine, sonra da her ikisi eşiktekine vurur. Köpek havlar, felek umursuz; olan sahipsizlere olur.
Uş, âhir ömrümüzde biz de azıcık sevildik.
Geçen bahar olanları unuttuk; her bir boku unuttuk.
Gülmek âdemin kendinden kurtulup kendine sığınmasıdır. Bu böyle olur mu demeyin; olur. Gülmeyen âdem kendine yabandır, gülen âdem kendiyle tanış olur. Gülene oynaktır, laubalidir deyu taş atarlar. Asıl laubali asık suratlı olandır.
Sade bir nikâh töreni oldu. Bism-i Şah’la başlayıp Bism-i Şah’la bitti. Arada Ali’nin, Muhammed’in, Allah’ın adları anıldı. Nergis’le Aghacan, tembihlere uyarak Durak Bey’in sorularını ‘eyvallah’ diyerek yanıtladılar. Ateşe bir kez daha odun sürüldü. İhtiyar yârenlerden bir Rum, taze çam iğnelerine çiçekler geçirip bir taç yaptı; Nergis’in başına koyuverdi
At üstündeki adamın halini atın tepiklediklerine soracaksın.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir