İçeriğe geç

Mutluluğun Mimarisi Kitap Alıntıları – Alain de Botton

Alain de Botton kitaplarından Mutluluğun Mimarisi kitap alıntıları sizlerle…

Mutluluğun Mimarisi Kitap Alıntıları

Kız kardeşi Greti için Viyana’da bir ev inşa etmek üzere akademideki görevine üç yıl ara veren Ludwig Wittgenstein, bina yapmanın ne zor bir iş olduğunu anlamıştı. “Felsefenin zor olduğunu sanıyorsunuz” diyordu Tractatus Logico-Philosophicus’un yazarı, “ama mimarinin zorluğu yanında felsefeninki hiç kalıyor. “
Ancak acıyla tanışınca gözümüzde değer kazanır güzel şeyler. Belki biraz garip ama acıyla tanışıklık, mimariyi takdir edebilme yetisinin ön koşuludur. Binaların güzelliğinden etkilenebilmek için her şeyden önce biraz acı çekmiş olmak gerekir.
Aslında tüm binalar analiz edebileceğimiz, değerlendirip yorulayabileceğimiz birtakım kavramları içinde barındırır.Binalar konuşur,birbirinden rahatlıkla ayırt edebileceğimiz konular, kavramlar üzerine konulur üstelik. Binalar demokrasiyi ya da aristokrasiyi anlatır ; açık yüreklilikleten ya da kibirden, dostluktan ya da saldırganlıktan söz eder, geleceğe duyulan sempatiyi ya da geçmişe duyulan özlemi dile getirir.
Her tasarım belli bir ruh durumunu ve ahlak anlayışını yansıtır.
Ancak acıyla tanışınca gözümüzde değer kazanır güzel şeyler.
Mutluluğumuzun bir gün lavın altında kalacak, bir kasırgada yerle bir olacak, bir çikolata ya da şarap lekesiyle güzellğini kaybedecek şeylere bağlamamamız gerektiğini savunan eski çağ filozofları ne kadar da haklı diye düşünmeden edemiyor insan.
Mimarinin önemli olduğu düşüncesi şu temele dayanıyor : Bizler farklı yerlerde yaşayan, iyi ya da kötü , birbirinden tamamen farklı insanlarız ; mimarinin görevi de bizlere ideal yaşantımızın nasıl olabileceğine ilişkin bir fikir vermek.
Kitaplar, şiirler, tablolar olmasa içimizdeki duyguları ciddiye alacak cesareti bulamayız kendimizde. Whistler, Thames Nehri’nin resimlerini yapmaya başlayana kadar Londra’da sis falan yoktu diyen Oscar Wilde bu esprisiyle aynı olguya temas ediyor.
Edebiyatta olsa olsa kötü kitapların, sıkıcı oyunların ortaya çıkmasına yol açan bayağı düşünceler mimaride çok daha vahim sonuçlar doğurabilir öyle ki bunları uzaydan bile görmek mümkündür. Kötü mimari görmezden gelinemeyecek kadar büyük bir yazım hatasıdır.
Geometri gerçekten de keyiftir çünkü insanın doğa karşısındaki zaferini simgeler, çünkü duygusal yazılarda ne söylenirse söylensin, aslında doğa bizim hayatta kalabilmemiz için gerekli olan düzene karşıdır. Doğa kendi haline bırakılırsa yaptığımız yolları, apartmanları yerle bir etmekten geri durmayacaktır.
Bir toplum kendinde ne eksikse sanatında onu görmek istiyordu. Uyum, durağanlık ve ritim gibi unsurları içinde barındıran soyut sanat dinginlik arayan, kanun ve düzenden yoksun toplumlara çekici geliyor; ideolojilerin sürekli değiştiği, bireylerin fiziksel tehlikelere karşı hep tetikte olduğu, din ve ahlakta karmaşanın yaşandığı dönemlerde toplumun imdadına soyut sanat koşuyordu.
( )
Fakat düzen sağlama konusunda yüksek standartlar yakalamayı, hayatı öngörülebilir ve güvenli kılmayı başarmış toplumlarda tam tersi bir açlık gözleniyordu. Günlük hayatın değişmezliğinden, öngörülebilirliğinden sıkılan bireyler kendilerine yoğun duygular hissettirecek gerçekçi sanat yapıtlarıyla ruhlarındaki bu açlığı dindirmeye çalışıyordu.
Biz kendimizden öncekiler gibi ideallerle değil yalnız gerçeklerle uğraşıyor, gerçeğe olan düşkünlüğümüzle gurur duyuyoruz. Bir yapıt o pespembe ideallerden ne kadar uzaksa, günün gerçeklerini yansıtmayı ne kadar iyi beceriyorsa o kadar övgü alıyor bizden. Bu yapıtı övüyoruz çünkü bizim ne olmak istediğimizi değil, ne olduğumuzu yansıtıyor.
Neden yazıyorsak aynı amaçla bina inşa ediyoruz: Bizim için önemli olan şeyleri kaydetmek için.
İlk dinbilimcilere göre, Tanrı’yı daha iyi kavramanın yolu da güzellikten geçiyordu çünkü bütün güzelliklerin yaratıcısı O’ydu.
( )
Güzel binalar içinde yaşarsak, bu binaların asıl yaratıcısı olan Tanrı’nın zarafetinden, inceliğinden, zekasından, bilgeliğinden ve ahenginden biz de payımızı alabilirdik.
Stendhal’in aforizması şöyle devam ediyor: Kaç çeşit mutluluk varsa güzelliğin de o kadar çeşidi vardır.
Bir şeyi güzel bulmak demek, iyi bir yaşamın nasıl olması gerektiğine ilişkin düşüncelerimizin bir nesne üzerinde somutlaştığını görmek demektir.
Eğer bilim bize evlerimizin nasıl görünmesi gerektiğini söyleyemiyorsa, bu çoğulcu ve yenilikçi dünyada eski yapıların ya da geleneklerin de bize belli bir üslubu dayatması mümkün değilse, o zaman her türlü üslup seçeneğini değerlendirebilir, istediğimiz üslubu seçebiliriz demektir. Güzel olan hangisidir? sorusu yanıtlanması olanaksız bir sorudur. Bu soruyu sormanın son derece yanlış olduğunu, hatta demokrasi anlayışına ters düştüğünü aklımızdan çıkarmamalıyız.
Ancak acıyla tanışınca gözümüzde değer kazanır güzel şeyler. Belki biraz garip ama acıyla tanışıklık, mimariyi takdir edebilme yetisinin ön koşuludur. Binaların güzelliğinden etkilenebilmek için her şeyden önce biraz acı çekmiş olmamız gerekir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Mimari, ahlaki mesajlar verebilir ama bu mesajların alımlanmaması halinde herhangi bir yaptırım uygulamaktan acizdir. Mimari kanun yapmaz, yalnızca öneriler sunar. Bizi kendi ruhuna öykünmeye davet eder ama asla zorlamaz.
‘Bir sanat yapıtında, düzenin peçesi ardına gizlenmiş karmaşanın hafif ışıltısını görebilmeli insan.’
Bizim güzel bulmadığımız bir nesneyi çok güzel bulan birini görünce kendimize hemen şu soruyu sormalıyız: Bu insanın yaşamında ne eksik ki o böyle bir nesneyi güzel buluyor?
Mutluluğun ne olduğunu en kusursuz biçimde, en ustaca anlatabilen binalar inşa etmeliyiz. Hiç değilse bu kadarını borçluyuz üzerine binalar dikerek yok ettiğimiz kırlara, ağaçlara, solucanlara.
Doğru düzgün bir seçim yapabilmek için insanın önce bütün seçenekleri görmesi gerekir.
Kötü mimari görmezden gelinemeyecek kadar büyük bir yazım hatasıdır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
.
Belki de hayatımızın en sorunlu olduğu zamanlarda güzel şeylere en açık hale geliyoruz.

Sanat yeteneği gecenin zifiri karanlığında bir anda ortaya çıkıp çevreyi ışığa boğan havai fişeklere benzer. Bakanlarda şaşkınlık ve hayranlık uyandırır ama birkaç saniye sonra söner, ardında yalnızca karanlık ve özlem bırakır.
Bu nedenle bütünlüklü, sağlam bir kişiliğe sahip olmamız zorlaşır; gerçek ya da potansiyel kimliğimizin asla keşfedilemeyeceği hissine kapılmaya başlarız. Böylece toplumda dengesiz insan grupları oluşur, bunlardan her biri kendi ruhsal açlığını doyurmaya çalışır.
Mimari bizi ne kadar aşıyorsa ona olan saygımız o oranda artar.
”Güzellik bir mutluluk vaadidir. ” (Stendhal)
“Mutluluğun ne olduğunu en kusursuz biçimde , en ustaca anlatabilen binalar inşaa etmeliyiz. Hiç değilse bu kadarını borçluyuz üzerine binalar dikerek yok ettiğimiz kırlara, ağaçlara, solucanlara.”
“Kendini yüzeysel zevklerden, mal mülk edinme hırsından kurtarıp ruhunun fısıltılarına kulak vermeyi başaran kişinin nasıl özgürleştiğini anlatmıştı.”
“Başkalarının yaşadığı talihsizliklere göğüs gerecek gücümüz var çok şükür.”
“Tehlikenin aniden belirebileceği olasılığını hiç aklımıza getirmezsek güvende olmanın keyfini süremeyiz.”
“Bir şeyi güzel bulduğumuzda ona duyduğumuz hayranlığın hep sürüp gideceğini sanırız.”
‘Güzel olan hangisidir?’ sorusu yanıtlanması olanaksız bir sorudur. Bu soruyu sormanın son derece yanlış olduğunu, hatta demokrasi anlayışına ters düştüğünü aklımızdan çıkarmamalıyız.
…Ama estetik düşkünlerinin yaklaşımlarından alınacak bir ders de var. Onlar sayesinde mutluluğumuzun bir parmak izinin varlığına ya da yokluğuna bağlı olmayabileceği, bazı durumlarda milimetrik ayrıntıların güzel olanı bir anda çirkinleştirmeyeceği, tek bir lekenin koskoca bir duvarı ya da tek bir yanlış fırça darbesinin bütün manzara resmini mahvetmeyebileceği sonucuna varabiliriz.
“Zevklerimizin temelinde yatan ruhsal mekanizmayı çözmek güzellik anlayışımızın değişmesine yol açmaz belki ama hiç değilse hoşlanmadığımız, çirkin bulduğumuz şeylere karşı fazla tepki göstermemize engel olur. Bizim güzel bulmadığımız bir nesneyi çok güzel bulan birini görünce kendimizi hemen şu soruyu sormalıyız: Bu insanının yaşamında ne eksik ki, o öyle bir nesneyi güzel buluyor”
Güzel bir nesneye sahip olur olmaz,onun simgelediği erdemler kendiliklerinden, biz hiç çaba harcamadan gelip üzerimize yapışmaz.
Ancak acıyla tanışınca gözümüzde değer kazanır güzel şeyler.Belki biraz garip ama acıyla tanışıklık, mimariyi takdir edebilme yetisinin ön koşuludur.
Kötü mimari görmezden gelinemeyecek kadar büyük bir yazım hatasıdır.
Bir sanat yapıtında, düzenin peçesi ardına gizlenmiş karmaşanın hafif ışıltısını görebilmeli insan.
*Bizim güzel bulmadığımız bir nesneyi çok güzel bulan birini görünce kendimize hemen şu soruyu sormalıyız:

Bu insanın yaşamında ne eksik ki o böyle bir nesneyi güzel buluyor?

Evet, belki biz o nesneyi hiçbir zaman güzel bulmayacağız ama bu soruyu sorarsak en azından karşımızdaki insanın nelerden yoksun olduğunu anlarız.
– Güzel bulunan nesneler kişide eksik olan nitelikleri taşır. –

Bir nesnenin güzelliğine hayran olduğumuz zaman mutlaka bir coşku duyarız ama aynı zamanda korkunç bir boşluk hissi oluşur içimizde.
Sanat yapıtları; kendilerine bakan kişiyi içlerinde barındırdıkları gizli nitelikleri bulup çıkarmaya, örnek almaya çağırır.
Tanrıları onurlandırmak için yapılmış olmasa da evimizdeki eşyalar, gerçek benliğimizi bize hatırlatmada en az bir camii ya da bir şapel kadar başarılıdır.
Unutmayalım ki şehirlerin kaderleri Belediye binalarında belirleniyor.

Le Corbusier

Kaç çeşit mutluluk varsa güzelliğin de o kadar çeşidi vardır.
Bir şeyin anısını yaşatmanın en iyi yolu onu aynen taklit etmek değildir.
İnsanlık saygınlığını yitirdi.
Alman dinbilimci Paul Tillich, ailesinin ve öğretmenlerinin bütün çabalarına karşın, gençken şımarık, vurdumduymaz biri olduğundan ve sanattan hiç etkilenmediğinden söz eder anılarında. Ama sonra Birinci Dünya Savaşı çıkar; Tillich askere alınır. Birliğinden (savaşın sonuna kadar birliğin dörtte üçü çatışmalarda hayatını kaybedecektir.) izin alıp ailesini ziyarete gittiğinde, fırtınalı bir gün kendisini Kaiser Friedrich Müzesi’nde bulur. Üst kattaki küçük bir galeride Boticelli’ nin Çocuklu Bakire ve Şarkı Söyleyen Sekiz Melek adlı tablosunu görür. Bakirenin o bilgece, yumuşak, şefkatli bakışlarıyla karşıları karşılaşmaz hıçkırıklara boğulur. tillich’in deyişiyle o “aydınlanma” anında, tablonun şefkat dolu atmosferi ile siperlerde tanıklık ettiği barbarlıklar arasındaki zıtlıktır göz yaşlarını tutamamasının nedeni.
“Güzel bulduğumuz binalar bizde eksik olan nitelikleri taşır.”
Daha önce bakmayı akıl edemediğimiz bir yerde güzellik bulmamız mümkündür.
Hayatın getirdiği yükleri nasıl taşıyacağız?
Binaların ağırlığını taşıyan sütunlar bir zarafet timsali de olabilir bir hantallık timsali de.
Yürüyerek asla kat edemeyeceğimiz mesafeleri kolayca aşabilen, açık alanda gücüne asla karşı duramayacağımız fırtınalardan bizi koruyan, kulağımızla duyamayacağımız sinyalleri alabilen, iki dik yamacı birleştirerek bizi aşağı düşüp ölmekten kurtaran şeyler karşısında duygulanırız.
Mimaride düzen görmek istememizin bir başka nedeni de kendimizi karmaşık duygulardan korumaya çalışmaktır.
Bizi korkularımızdan uzaklaştıran, özlem duyduklarımıza yakınlaştıran üslupları yeğleriz.
“Kaç çeşit mutluluk varsa güzelliğin de o kadar çeşidi vardır.” /Stendhal
Her tasarım belli bir ruh durumunu ve ahlak anlayışını yansıtır.
Ancak acıyla tanışınca gözümüzde değer kazanır güzel şeyler. Belki biraz garip ama acıyla tanışıklık, mimariyi takdir edebilme yetisinin ön koşuludur.
Hayat her zaman bu kadar kusursuz değildir.
Ruhumuzda asla silinmeyecek bir yara izi taşıyorsak, örneğin yanlış insanla evlenmişsek, orta yaşa gelip de yanlış meslek seçtiğimizi fark etmişsek ya da çok sevdiğimiz birini kaybetmişsek ancak o zaman mimarinin bizi fark edilir biçimde etkilemesi mümkündür.
Güzel evler, yalnızca mutlu olmamızı sağlamakta yetersiz kaldıkları için değil, içlerinde yaşayanların kişiliklerini düzeltmeyi beceremedikleri için de suçlamalara hedef olabilir.
John Ruskin estetik konusunda çok daha anlamlı bir öneride bulunmuş, bir binada iki şey aramamız gerektiğini söylemişti. Ona göre binalar bizi dış etkenlere karşı korumakla kalmamalı, aynı zamanda bizimle konuşmalıydı. Evlerimiz neyi önemli buluyorsak bize onu anlatmalı, neyi hatırlamak istiyorsak bize onu hatırlatmalıydı.
Yaşayanlar için bina inşa etme isteğimizin de ölüler için bina inşa etme isteğimizin de temelinde aynı arzu yatar: Hatırlama arzusu. Nasıl kaybettiğimiz kişileri hatırlamak için lahitler, mozoleler yapıyorsak, benliğimizin kaybolmuş parçalarını bulmak, unuttuğumuz yanlarımızı hatırlamak için de evler inşa ediyor, bu evlerin içini dekore ediyoruz.
Bir toplum kendinde ne eksikse sanatında onu görmek istiyordu..
Binalar bize bir şeyler anlatırken bazen alıntı da yaparlar. Yani, kendilerini ya da kendilerine benzeyen başka binaları gördüğümüz bağlamlara gönderme yapar, bu bağlamlarla ilgili anılarımızı tazelerler. Çağrışım yoluyla iletişim kurarlar. Binalara ya da mobilyalara bakınca, onlar ile onlara baktığımız andaki tarihsel ya da kişisel durum arasında bir bağlantı kurmadan edemeyiz. Sonuç olarak, bizim için mimari ya da dekorasyon üslupları, bunlarla ilk karşılaştığımız dönemi bize hatırlatan birer andaç haline gelir.
Tehlikenin aniden belirebileceği olasılığını hiç aklımıza getirmezsek güvende olmanın keyfini süremeyiz. Güzellik söz konusu olduğunda da aynı kural geçerlidir. Ancak karmaşa ile flört eden binalara bakınca anlarız çevremizdekileri düzene koyma kapasitemize ne kadar çok şey borçlu olduğumuzu.
Mutluluk, rahatlık, keyif gibi duygularımız çok ince ve tuhaf ipliklerden örülmüştür. İşte bu yüzden tasarımlarımızın çoğunda başarısız oluruz. Sandalyelerimizin rahat olması yetmez, sırtımızı sağlam bir yere dayadığımız hissini de uyandırması gerekir.
Sütunlar söz konusu olduğunda ince, hafif, hatta kırılgan gibi görünen ama yukarıdan gelen baskıya cesaretle karşı durabilenlerdir bizim için makbul olanlar çünkü aslında bunlar hayatın getirdiği yükleri nasıl taşımamız gerektiğine ilişkin bir eğretileme sunar bize.
Kitaplar, şiirler, tablolar olmasa içimizdeki duyguları ciddiye alacak cesareti bulamayız kendimizde.
Güzel diye nitelediğimiz nesneler, sevdiğimiz insanların özelliğini taşır.
Dengeli binaları güzel buluruz çünkü kişiliğimizin birbiriyle çatışan yanlarını nasıl dengede tutabileceğimizi gösterir, istersek bizim de kendi içimizdeki karşıtlıklardan güzel bir şey yaratabileceğimizi hatırlatır, esin kaynağı olur bize bu binalar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir