İçeriğe geç

Musa’nın Mapusanesi Kitap Alıntıları – Hasan İzzettin Dinamo

Hasan İzzettin Dinamo kitaplarından Musa’nın Mapusanesi kitap alıntıları sizlerle…

Musa’nın Mapusanesi Kitap Alıntıları

Zaten hep öyle değil midir, bir şeyler olmayınca daha çok istenir.
insanoğlundan tiksinicek duruma gelmiştim. İçimde insan sesinin hiç işitilmediği kuytu ormanlara, dağ başlarına kaçmak eğilimi çan çalıyordu.
Şunu anladım ki bir insana en korkunç tiksinme duygusunu her zaman, en çok sevdiği kişiler öğretiyordu.
Fildişi kulesinde oturup kendini şair, dâhi saymak her zaman kolaydır. Asıl güç olan, halkın annacına geçip, hem sanatını, dediklerini beğendirmek, hem de gerçekten iyi sanatçı olabilmektir.
Ne yazık ki felek insanı rahat bırakmıyor, durmadan dövüyor, yumrukluyor, yoğuruyor, kaçındığı savaşın ta içine atıyor.
Zaten hep öyle değil midir, bir şeyler olmayınca daha çok istenir.
Ruhumda yarattığım bu cennetin tarlaları arasında dolaşırken herkesi, her şeyi, bütün kinleri, öç duygularını insanoğlunun yeryüzüne getirdiği bütün pislikleri bayağı unutuyordum.
Artık çiçekler doğada değil, hep duygularımızda, düşüncelerimizde açıyor.
Demek ki ben, yaşamaktan çok şeyler beklemekteyim hala.
Şu sırada bağrımdaki uçurum, zorla susturulmuş gizli hıçkırıklarla dolu.
İnsan, ekmeksiz bile yaşayabilirse de umutsuz yaşayamazdı.
Bir kin ocağı gibi yanabilir insan. Akşam kinle yatıp sabahleyin kinle kalkabilir. Artık insan, tiksintinin tiryakisi oluyor. İnsan, kinin en iyi dostu oluyor.
Dara geldikçe insanın başı,
Ya gözyaşı oluyor
Ya da düşlerin en iyi arkadaşı.
Adalet mekanizmasının dişlilerine bir kez takılmaya görsün insanoğlu, artık kurtuluncaya dek onun son derece kötü işleyen çarklarını inceler durur.
Siyaset, bir cambaz ipine benzer: hiçbir vakit bu ipte iki cambaz oynayamaz. Mutlaka biri düşer, can verir.
Peki yargıçlık bunun neresinde? Bunu doğrudan doğruya onlar da yapabilirdi, neden seni bir zavallı maşa gibi kullanarak adaleti kötü bir biçimde kirlettiler?
İnsan yığınları, henüz okumamış, insan yığınları henüz taş çağı insanı. Müziği, şiiri, silahı, hanı, apartmanı varsa da ne yazık henüz insan, taş çağı insanı.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Genç insanın umutsuzluğundaki kanatsızlık ne korkunç.
En büyük üzüntüm, gerek kendime gerekse başkalarına iyilik edememek.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Dünyanın beni unutması bir şey değil, senin beni unutman ölümden beter.
İnsanoğlunun düşleriyle düşüncelerini hapsedebilene aşkolsun!
Onunla ilk karşılaştığımda yumurta topuk giyen kavgacı gürültücü külhanbey snopluğuna özenen bir gençti .
Zaten hep böyle değil midir ,bir şey olmayınca daha çok istenir .
Bir kilo yüreklilik ,bir ton talihle eş değerdir
Insan mutluluğunun yarısı ekmek,ekmek,has ekmek .
İçimiz çürürse burada çürüyecek ,olgunlaşırsa burada olgunlaşacak
Elimizde anılarımızdan özge oyuncak yok. Vardığımız ufuk, hiçbir umut aydınlığıyla yıkanmamış.
İnsanoğlunun düşleriyle düşüncelerini hapsedebilene aşkolsun!
Dünyanın beni unutması bir şey değil, senin beni unutman ölümden beter.
Nasıl gelmez akla
Sözleri rahmetli Ziya Paşanın?
Yok mapusanede yeri
milyonlar çalanın.
Şunu anladım ki bir insana en korkunç tiksinme duygusunu her zaman, en çok sevdiği kişiler öğretiyordu.
Benden yirmi yaş büyük olan bu eski saygıdeğer adam, gün görmüş öğretmen, bana insanoğlunun hiçbir zaman düzelmeyeceği üstüne ilk korkunç, zalim kanıyı verdi.
-Resim yapmak istiyorum,Musa. Bir yaratma ateşi sardı ruhumu.Yaratmak istiyor içim. İçimde külrengi bir genişlik, külrengi bir duman var.Gözlerim kapalı onu seyrederken boğulur gibi oluyorum sanki. İçimi kaplayan bu külrengi dumanı boşluklara püskürtmek istiyorum.
Beni bir kez tanıdı ya her gelişte benim rahleye dik dik bakıyor, sonra gülerek:

-Adi hükümlülerde şiş, bıçak, esrar, eroin arıyoruz, sizde de kitap diyor.

Ah, Musa Efendi, ah. Ne bitmez tükenmez şeymiş şu okumamışların karayazısı?
Yaşama sevincinin ayaklarında her zaman böyle bir pranga demiri mi şıngırdayacak diye düşünüyorum.
Biliyor musun bana bugünler de en çok dokunan nedir? Koğuş bahçesinin ortasına çiçek ekmek için olacak bir göbek yapmışlar. Gelgelelim, mahpusların yüzde doksanı köylü. Arslanağzını,şebboyu,sardunyayı,gülü, karanfili bir kenara bırakıp bu çiçek göbeğine buğday ekmişler.
Şu demir kapıların kapanışı yok mu, bunda bile öldürücü bir iblisçe müzik var.
Mahkumlar, bize eskimiş üzüntülerinin kirli camlarından bakıyorlardı.
Sanki Dante’nin cehennemine ayak atmıştım. Sanki birden yüzüme boğucu kükürt dumanları çarptı. Avluda volta vuran mahkumları bu dumanlarla sararmış gördüm. İçimde suçlu bir insan duygusundan çok bir turist heyecanı vardı.
İnsan, ekmeksiz bile yaşayabilirse de umutsuz yaşayamazdı.
Faşist canavarlığın sınırı yoktur.
Her gün özgürlük denen has ekmeğe kırk yıl aç kalmış bir yoksul gibi yeniden acıkacağım.
Dara geldikçe insanın başı
Ya gözyaşı oluyor
Ya da güzel düşler en iyi arkadaşı.
Dara geldikçe insanın başı
Ya gözyaşı oluyor
Ya da güzel düşler en iyi arkadaşı.
Bir iki saatlik bu tatlı aldanış şiirinin son dizelerini tattıktan sonra kente dönerken, gözlerim, benim gibi çiçekli yeşillikler arasına gömülüp hülya kurduğunu sandığım bir genç adama iliş­ti. Biraz sonra onun da yerinden doğrulup arkarndan geldiğini görünce bütün duyduğum yalancı özgürlük şiiri bir alev yağmuru kesilip başımdan aşağı yağmaya başladı. Anladım, bu, sivil bir polisti. Mapusaneden çıktığım dakika­dan beri beni izlediği belliydi.
Sırt üstü uzanarak başımın altında ezilen otların, çiçeklerin kokusu­nu daha yakından duydum. Yalnızlık, ıssızlık, çoktan beri özle­mini çektiğim sevgililerimden daha az güzel, daha az mutlu edi­ci değildi.
Şunu anladım ki bir insana en korkunç tiksinme duygusunu her zaman, en çok sevdiği kişiler öğretiyordu
Kafa kağıdı, şecere halisüddem bir soylu kökenden olmak bana vız gelir.
İyi niyetle yapılmış bir tenkit, çoğu zaman en büyük sanatçılara bile yol gösterebilir. Fildişi kulesinde oturup kendini şair saymak, dahi saymak her zaman kolaydır. Asıl güç olan, halkın annacına geçip, hem sanatını, dediklerini beğendirmek, hem de gerçekten iyi sanatçı olabilmektir. Halk, sanatçının yapıtı için en kesin mihenk taşıdır. Sanatımızı bir kez bu mihenk taşına vurmak zorundayız. Oradan çıkan sese kulak vermeliyiz. En cahil sandığımız halk katları bile güzel sanat yapıtından anlar. Fildişi kule şairleriyle sanatçılarının bu konudaki karamsarlıklarına aldırış etmeyin. En güzel kritiği, ne benim vaktiyle resmi münekkitliğimi yapmış olan Nurullah Ataç, ne de Boileau vb. yapabilir. En korkunç münekkit halktır
– Güçlü bir yazar olma yolu üzerinde bir arkadaş. Onunla ilk karşılaştığımda yumurta topuk giyen kavgacı gürültücü külhanbey snopluğuna özenen bir gençti. Sosyalizme ayak atmasından sonra kavganın kimlerle yapılacağını çabucak, kavradı.
Nazım Hikmet, sonra bana ünleyerek şunları söyledi:
– Sen de, Musa, anlaşılan benim gittiğim yoldan gideceksin. Kendini çok afişe etmeden yaz. Yoksa, benim kadar da dayanamaz, çok çabuk harcanırsın. Faşizm, bütün öncü güçleriyle Türkiye’ye sızmaya başladı. Şimdi, her kara politikacı kendisini biraz Hitler ya da Mussolini olarak görüyor. Faşizmin en tehlikeli yanı Ordu ‘ya sızmış olmasıdır. Onlar, Mareşal başta olarak, Atatürkçülüğü faşizm sanıyorlar.
Sabahattin Ali, Hamdi eliyle bana anti-faşist Alman şairle­rinden derlenmiş acı, acıklı şiirlerle dolu Almanca bir şiir kitabı gönderdi. En baştaki şiirin adı şu: Kaçarken Vurulmuştur. An­ladım, Nazi Almanya’sında aydınları, yazarları, şairleri öldürme­nin bahanesi bu! Kaçarken vurulmuştur. Bu gidişle orada aydın­Iarın kökü kazınacak. Ne var ki yine bir aydın ölü, yüz diri fa­şistten daha güçlüdür. Pek çok anti-faşist Alman sanatçısı, şairi, SS’lerce Almanya’nın sınırlarına götürülüp kaçıyor diye aziz gövdeleri faşist kurşunlarıyle doldurulmuştur.
Kanunun koruyucu niteliğinden bir kez umudunu kesen, artık, elinde tabancası bıçağıyla kendisi kanu­nun arkasına düşüp onu pislediği yere dek kovalayacaktır. İşte, kanun, bundan dolayı bir yumrukta yere serdiği en kanlı katili bile nakavt ettiği yerden kaldırıp yine demir eldivenli eliyle ok­şamalıdır hiç olmazsa. Kesilmemelidir hiç bir zaman devletin ve kanunun babalığından umut. Devletin ve kanunun babalığı mah­pusu külrengi merdivenlerden bilinmez pis uçurumlara doğru inerken durdurur: İşte, en ince bilim burada başlar.
Orada yine bir yığın yataksız, yorgansız çocuk aç, umutsuz birbirine sokulup ısınma­ya, canlı kalmaya çalışacak. Yoksulluk, yoksulluğu ısıtacak. Keşke karıncalar gibi küçük olsalar da mapusane ekmeğim­den onlara da doğrasam.
Sonra, Efendim, Atatürk’e gelince, biz sol düşünceliler, onu tutarız. O, Ulusal Kurtuluş Savaşı ‘nda emperyalizme karşı dövüşenlerin en büyüğüdür. Bu yüzden bizim için anlamı büyüktür. Yüreklerimiz onun ölümsüz vatanıdır. Onu en aşağı sizler kadar severim, severiz. Ona ancak bir vatansız sövüp sayar.
Şevki Usta, Bayramın bakışlarını üzerinde duyunca:
-Hoş gelmişsin, Bayram Ağa, dedi.
-Hoşbulduk, Şevki Usta, bakıyorum da epeyce yeni gelen var koğuşa. Karaşarlı Hüseyin güldü:
-Eh, uşaklar büyüyüp yiğitleşiyor, Bayram Paşa. Bu genç­ler de bizden başka türlüsü. Siyasi bunlar. Hani, vaktiyle bu ko­ğuşta bir Sarıbaş yatmıştı ya onun gibi. -Anladım, Nazım Hikmet mi neydi o Sarıbaş’ın asıl adı. Şiir de söylerdi ellaam, aklımda kaldığına göre. Demek ki Sarı­başın sülalesinden bu delikanlılar? Sarıbaş acaba şimdilerde ner­de ola ki? -Nerde olacak? olsa olsa bir başka mapusanede. Anlaşılı­yor ki katillik gibi onun düşüncesindekilere de bu memlekette yaşamak haram.
Kanunları daha çok malların, mülklerin çoğunu, elinde bulunduranların haklarını korumak uğruna yapılmış görünüyor.
Sevgilim, şunu bil: Mapusanede suçlu insan pek çoksa da kötü insan pek öyle sanıldığı gibi çok değil. Gerçekten bunların yüzde doksanı iyi insan, gerçekten kader kurbanı. İnsan, burada insanları daha iyi tanıyor: Hepsi de dışarıda tanıdığımız kişilere benziyor. Ancak, onlardan daha talihsiz, daha beceriksiz. Dışarıdakilerin çoğu, suçlarını saklayabiliyor. Rastgele bir insanın avuçlarını aç, bak, nice gizlenmiş suçlar göreceksin. O kerte tecrübesizliğin, temizliğinle sen bile bilirsin ki, sevgilim, dışarıda kollarını sallayarak tümen tümen suçlu dolaşmaktadır. Dışarıda nice ırz düşmanları, nice gizli katiller, nice gizli hırsızlar, ger­çek vatan hainleri, doludizgin yaşıyor, kanun, ancak bunların sembolik denecek kerte az bir bölümünü yakalayıp içeri atabiliyor. Bilmem doğru, bilmem yalan, burada yirmi beş kuruşluk zimmet yüzünden üniversite görmüş bir genç eczacı bile yat­maktadır.
Benim özgürlüğümse, beni, Türkiyemi ka­sıp kavuran çilelerle boğuşmakta bekliyor.
Şair, şimdilik, şu çileler evinde, halinden pek öyle yakınma­yan
senden başkası yok gibi. Dostoyevski buraya «Ölüler Evi gt; gt; demiş. Burası çileliler evi. Burası ya sömürür iskelete çevirir, ya da bir kez daha dev yapar bir devi.
Karlar üstünde volta vurmaktan vazgeçerek koğuşa girdim. Sobamız yoksa da hiç olmazsa yatağımız var. Ancak, böylece Ankara’nın dondurucu soğuğuyla başa çıkabiliyoruz. Okudu­ğum romanlardaki türlü serüvenlere katılıp ben de kahramanlar gibi yaşıyorum.
Para çalanlar, kodeste, namus çalanlar, dışarıda kollarını sallayarak serbest dolaşıyor.
Kan akınca da biri­nin yakasına ölüm, öbürününkine kanun yapışır. İnsanoğlunun kini, çalımı ancak ölümün kapısında diner.
Nasıl gelmez akla
Sözleri rahmetli Ziya Paşa’ nın?
Yok mapusanede yeri
milyonlar çalanın.
Kader kurbanları demişler kendilerine bir kez: Kader istemiş, öldürmüşler, kader istemiş çalmışlar, kader istemiş asmışlar, kader istemiş kesmişler. Eğer evrende kader denen nane olmasaymış bunca mahpus da bunca mapusane de olmayacakmış.
Genç insanın umutsuzluğundaki kanatsızlık ne korkunç.
Şimdi, Shakespeare’in, Shelley’nin ünlü tarlakuşu ile yan yana bulutların kapısındayım hemen hemen, ne mutlu sana, güzel tarlakuşu. Özgürlüğün ne biçim şey olduğunu bilmeden hem de düşünmeden özgürlüğün içinde yaşıyorsun.
Suç dediğin de ne?
Ey Türk işçisi ve köylüsü teşkilatlan.
İşte, hepsi bu.
Upton Sinclair’in Bir Provokatörün Romanı adlı Almanca kitabını okudukça şaşkınlıktan küçük dilimi yutacağım geliyor
Bana yazdığı bir mektup yüzünden içeri düşmüş olan köy öğretmeni Bahaettin de gün görmüş, hoş bir arkadaş
Mapusaneden çıktıktan sonra, hiç bir mahkemenin vermediği mahpusluk damgası denen o korkunç cezaya da çarpılacağız. Neylersin, felek reva görmüş, ana leylek bir kez yuvasından atmış bizi.
– Ne olur, hükümet de acısa bize. Çocuktuk henüz sekiz yıl önce. Mehmet’le başımızı belaya soktuk. Bilsen, Musa Efendi, ne kerte uzağım o günlerdeki Hüseyin’den. Hükümet, ya sekiz yıl önce assaydı beni daha henüz çocukken ya da şu olgun çağımda kurtarsaydı Çingene’nin ipinden. Bugün asılırsam eğer sekiz yıl öncekinden on kat daha çok acı duyacağım. Ben, suç işlediğim gün dünyada yoktum, ama, bugün varım. Söyle, kimden soracağız bu duyduğumuz acıların hesabını?
Şair, sen bir düşler dünyasının adamısın. Bak, daha gerçekçi köylü arkadaşlar, öte yandan sana kıskıs gülüyorlar. Sen, yine karıncalarına ekmek doğramana bak, aldırma. Dışarıda yoksullara ekmek doğrayalım diyen şiirlerin yüzünden hışma uğradın. Korkma, burada karıncalarına ekmek kırıntıları verdiğinden dolayı hiç kimse seni falakaya yatırmaz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir