İçeriğe geç

Musa’nın Gecekondusu Kitap Alıntıları – Hasan İzzettin Dinamo

Hasan İzzettin Dinamo kitaplarından Musa’nın Gecekondusu kitap alıntıları sizlerle…

Musa’nın Gecekondusu Kitap Alıntıları

Milyonlarca insanı en korkunç biçimlerde yok eden Hitler Almanyası’na bugün bile öykünen kişilerin varlığı, gerçekten titreticiydi, hem de çok, çok düşündürücüydü
Anlaşılan, bu zavallı ülkede solların kaderi, ensesine ine­cek bıçakların türünü beğenip durmaktan başka bir şey olmaya­cak,
Toplumda suç işlemeyi, ekmek yemek, su içmek gibi olağan işlerden sayan kişiler, koltuklanarak karşı yandakiler için kullanılıyor, toplumun, kendilerini böyle suçun tatlı yemişleri içine itmesi, onları normal insana karşı daha azgın bir duruma getiriyordu. Şimdiye dek salt normal insanı korumak için bunlara karşı çalışan kanunlar, kapılarını kapayıp halvete çekilmiş, onları ortalıkta başıboş bırakmışlardı. Bu günlerde, bu yüzden suç ile suçlu altın çağını yaşıyordu. Değerlerin altüst olduğu bu ortamda Marx’la Engels ‘in, Lümpen Proleter dediği bu kişiler, toplumun egemen sınıfınca bu duruma getirildikleri halde toplumun ezilen sınıflarına ışık tutmaya çalışanlara karşı kullanılıyordu.
Çağa karşı ayaklandık. Şimdi o da bizi demir ayakları altında, demir ökçesiyle çiğnemeye çalışıyor. Ama, biz de demir leblebiyiz. Çağın midesi bizi kolay
kolay sindiremez.
Gecenin karanlığı insanların karanlığından yüz kat daha iyi, daha konuksever, daha insancıl.
Gecenin karanlığı insanların karanlığından yüz kat daha iyi, daha konuksever, daha insancıl.
Çağı geçmiş düşünceler, insanoğlunun yolu üzerinde korkunç bir aptallık duvarı gibi yükselirken, bu duvarı aşmak için kellelerini koltuğuna alan insanların azlığı beni çoğu zaman umutsuzluğa düşürmüştür.
Ortaçağın karanlıklarını hala sürdürmek isteyen bir avuç cüceyi, zamanın kasırgaları, bir gün bir avuç çöp gibi üfürüp götürecek.
Acı acı anlıyorum ki burada çok sevdiğimiz halkın arasına karıştığım halde ben yine de yabancı bir dünyanın insanıyım. Halk dediğimiz, kara halk dediğimiz bu zavallı insan yığınlarını sanki Taş Çağı’ndaki mağaralarında ziyarete gitmiş gibiyim.
Ben, halkı çok seviyorum, ama halk, aslında korkunç bir kör güçtür. Hele düşünen kişiler için kışkırtılınca en büyük tehlikedir.
Eğer, senin bana girmemi önerdiğin parti, bir ilerici parti olsaydı ona girmek için senin işaretini bile beklemezdim. Ne yazık, bu, bilinçsiz halk yığınlarının, saflarını tıklım tıklım doldurduğu serüvenci, karanlık düşünceli bir burjuva partisidir. Bu karanlık su kütlesi gibi çalkalanan zavallı halk yığınlarını yöneticilerinin yarın nerelere sürükleyeceğini bugün hiç kimse kestiremez.
Bu yoksul insanları da düşünmek bir yurt, insanlık borcudur. Bu ülke, hepimizindir. Sadece açıkgözler mi yararlanacak bu memleketten?
Bir düşmanın yaptığı korkunç kötülük, her zaman unutulabilirdi, gelgelelim, bir dostun ihaneti, hiçbir zaman unutulmazdı. Hele bu ihanet bir dosta yapılması gereken iyiliğin yerine yapılırsa.
Senin de çocukluğundan beri bildiğin Türkiyemizde canlar çok ucuzdur.
Yaşamın kanunları öyle sert, öyle granitten, öyle acımasız ki beni bu barışçıl düşüncelerle olduğum yerden kaptığı gibi en korkunç gerçeğin içine fırlattı. O zaman yaşamın demirden felsefesini kavradım: Hayat, bizi İran halısı gibi yerden yere vura vura, tozumuzu çıkara çıkara, döve döve adam edecek.
Bu kanunsuz memleketin insanları da kanunsuzluğa alışmış gibiydiler. Kapılarının önünde adam boğazlansa kılları kıpırdamayacaktı.
Eğer sen, bugünkü felaketten daha büyük felaketleri göğüslemek, bunların kökünü kazımak üzere, üzerlerine gitmek yürekliliği gösterebiliyorsan bunu ancak bir amaç için yapmalısın.
Ben, bu yaşa dek dümdüz asfalt yollardan, çiçeklerle bezenmiş çimenlerden yürüyerek gelmedim.
Bu kentte her şey var ise de burada adalet denen şeyin zırnığı yoktu.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Bu yüzden onun yüreği, bütün bu insanlara karşı çürümüştü.
Sessiz duran her insanı eti yenen kuş mu sandın?
Kitapların, insanlardan daha iyi dostlar olduğunu, bütün bunu denemiş olanlar gibi o da biliyordu.
Herkes, kendi dramının derinliğini yalnız kendisi yaşayabilirdi. Başkalarının dramları, bizler için bayağı birer sahne dramıydı. Bir ateş, ancak düştüğü yeri yakıyordu. Başkaları da onun yalazlarını görüp orada bir şeyler geçtiğini sezinliyorlardı.
Birader, her şeyi hakettik. Çağa karşı ayaklandık. Şimdi o da bizi demir ayakları altında, demir ökçesiyle çiğnemeye çalışıyor. Ama biz de demir leblebiyiz. Çağın midesi bizi kolay kolay sindiremez.
Öyle çok ağladım ki az kalsın gözlerim kör oluyordu.
Halk ancak kendisi dara düştükçe adaleti anıyor, bunu başkaları için tanımıyordu. Bunun için bir daha inandı ki adaleti getirirse yeryüzüne bilinçli, insan kafaları getirecekti. Sınıfların, zümrelerin, diktatörlerin, halkların adaleti hiç bir vakit, saldırgan olmaktan kurtulamıyordu.
Gelecek, bir gün gelecek, bütün bu yarasa karanlıklarında konuştuklarımızı gün ışığında da söyleyip yazabileceğiz.
Bilemezsin, kitap okumaya nasıl açım. Henüz kitap alacak para kazanmaya başlayamadım.
İnsan evini ancak kendisi, mezarını başkaları yapar.
Söylerken kolay söylenir de yapmaya gelince meydanda hiç kimseyi bulamazsın.
Gerçekten de kötü zamanlarda yaşıyoruz..
Düşünen insanla, yoksul insanın başı belada.
Yahu bu ne biçim memleket On adımlık yerde iki tanış birbirleriyle görüşmediği gibi birbirine selam vermekten korkuyor. Demek biz kötü zamanlarda yaşıyoruz
Ben, halkı çok seviyorum, ama halk, aslında korkunç bir kör güçtür. Hele düşünen kişiler için kışkırtılınca en büyük tehlikedir.
İnsanları bu derece çamura sokup çıkartmak hevesi çok kötü bir şeydir
Eğer başkalarını çamura bulayarak kendi sırtımızdaki çamurdan kurtulacağımızı sanıyorsak aldanıyoruz.
Halk çabuk telkin altnda kaldığından dolayı da korkunç , tehlikeli .
Ben ot yemeye alışmamışım .
Dünyanın aptalı biz miyiz ?
Düşünen insanla yoksul insanın başı belada ..
Bir düşmanın yaptığı korkunç kötülük, herzaman unutulabilirdi, gelgelelim bir dostun ihaneti hiçbir zaman unutulamazdı. Hele bu ihanet, bir dosta yapılması gereken iyiliğin yerine yapılırsa.
Kışkırtılmış halk, aç bir kurt sürüsü gibi tehlikelidir.
İnsan, felaketlerin üstüne üstüne gitmeli, ama sonunda onun pençesinden bir şeyler koparmak umudu olmalı.
Kitapların, insanlardan daha iyi dostlar olduğunu bütün bunu denemiş olanlar gibi o da biliyordu. Ne yazık ki bu en eski sevgili dostları da şu sıralarda etkili olamıyordu. Yaşamın gür canlılığı kitaplarda yoktu.
Çağa karşı ayaklandık. Şimdi o da bizi demir ayakları altında demir ökçesiyle ezmeye çalışıyor.
Yirmi dört saat sonra sabahın ışıkları içinde mahallenin göbeğindeki yolun kıyısında mini mini bir bebek gecekondu doğdu. Bu cansız, kontrplaktan bebeğin karnında altmış yedi yıl yüryüzünün türlü bayağılıklarının ayakları altında paspas olmuş bir kadın, Cemile oturmuş, günün tertemiz ışıklarına bakıyordu.
-Gecenin karanlığı insanların karanlığından yüz kat daha iyi, daha konuksever, daha insancıl. Vahşi hayvanlarla birlikte insancıl düşüncelere de aynı konukseverlikle kapısını açıyor.
Demek biz kötü zamanlarda yaşıyoruz.

-Evet, gerçekten kötü zamanlarda yaşıyoruz, Sevda. Düşünen insanla yoksul insanın başı belada.

Ben, salt polisin sürekli kovuşturmasından yıldığım içindir ki halkın sağır denizine sığındım. Halk, benim gibi düşünen yeni başlardan hoşlanmaz. Kulağını bize karşı tıkar, onun için ona sağır deniz diyorum. Biz, halkın koynuna sığınarak rahatlığa kavuşmayı istedik.
Ben, halkı çok seviyorum, ama halk aslında korkunç bir kör güçtür. Hele düşünen kişiler için kışkırtılınca en büyük tehlikedir.
İkyaz başlamış, koyu renkli yeşil mavi karışığı gökyüzü, gecekondularından dışarı dökülen kadınların, çocukların, kedilerin, köpeklerin başları üzerinde ışık yüklü bir sahne perdesi gibi gerilmişti.
İşte şimdi, ülkenin bütün bu bilinçsiz, sayısız insan stokunu olduğu gibi ele geçirmişlerdi. Altına, refaha, zenginliğe en yüksek, en mutlu iktidar stardandına erişinceye dek bu stoktan yararlanacaklardı.
Nereye kaçalım bu zalimlerin elinden? Gerici yönetici yığınları, mantar gibi yerden fışkırıyor?
senin de çocukluğundan bildiğin gibi Türkiye’mizde canlar, çok ucuzdur.
Kışkırtılmış halk, aç bir kurt sürüsü gibi tehlikelidir.
Neden okumuş insanlara düşman bu Hükümet, bu insanlar?
Hükümetin elinin uzandığı her yerde kötülük vardı.
Türk ulusu ikiye bölünmüş, baştakiler ancak kendilerine oy verenleri tutuyor, ötekileri Türk ulusundan saymıyor.
bu cahillikle boğuşmak ne korkunç.
Kitapların, insanlardan daha iyi dostlar olduğunu, bütün bunu denemiş olanlar gibi, o da biliyordu.
Şimdiki partiler, halkın düşmanıdır. Politikacılar, hiçbir şey vermeksizin halkı siyaset meydanında horoz gibi dövüştürmektedir.
Düşünen insanla, yoksul insanın başı belada.
Ben, halkı çok seviyorum, ama halk, aslında korkunç bir kör güçtür. Hele düşünen kişiler için kışkırtılınca en büyük tehlikedir.
Eğer başkalarını çamura bulayarak kendi sırtımızdaki çamurdan kurtulacağımızı sanıyorsak aldanıyoruz.
Musa, kendi kendine sorduğu bu soruları bir kez de Ahmet Usta’ya sordu. O zaman, Ahmet Usta’yı da kara kara düşünceler aldı: -Herifler, bu kez bizi keserler, dedi. Menderes’in yapama­dığını Türkeş yapacak. Eğer bu Türkeş’i baştakiler biraz daha serbest bırakırlarsa, Türkiye’ de kanlı bir Franco, ya da Salazar rejimi görmemiz pek yakındır. Yeni Cuntacılar, ortalığı boş sandıklanndan öyle serbest çalı­şıyorlardı ki, bu aldanış ayaklarına ummadıkları zamanda bukağı olacaktı.
Türkiye’nin alınyazısı bu. Yetişmiş ya da yetişmekte olan bü­tün yönetici kadrolar, hep aynı bataklıktan besleniyor.
Başbakan Menderes, Çınar Oteli’nde Falih Rıfkı Atay’la oturmuş konuşurken aralarında şöyle bir konuşma geçmiş: Falih Rıfkı: «Beyefendi, ordu yüksek kademelerinde ve gençlik arasında bir ihtilal havası esiyor. Havayı biraz daha yumuşatarak bu ger­ginliği azaltamaz mısınız?
Menderes, karşısındaki yaşlı gazeteciye şöyle korkunç bir yanıt vermişti: «Ben, bir ihtilal yapayım da ordu ve gençlik ihtilalin nasıl yapıldığını görsün.»
Musa, kente gidip bir iki yazar arkadaşıyla görüştü. Bunlar, işin sonuna gelmiş öfkeli faşist rejimle yıllarca yazılarıyla sa­vaşmış kişilerdi. Mizah alanında sert, güzel atışlar yapan Aziz Nesin, Emniyet Müdürlüğü’ne çağrılmış, kendisine doğrudan doğruya: «Sürgüne gönderileceksin, nereyi istersin? gt; gt; diye sorulmuştu. O, İnönü Rejimi döneminde de sürülenler arasındaydı. O za­man da Bursa ‘ya sürgün edilmiş, pastayla ağulanarak öldürülmek istenmişti. İki yüzü aşkın yazar, düşünür, listesi, polisin elinde dolaşıyordu. Yukarıdan verilmişti.
Felek bin türlü cefasın toplasın gelsin
Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten
Omlet, bol domates salatası, etli kuru fasulye, pirinç pilavı iştahla yenirken, şarap da
Neden okumuş insanlara düşman bu Hükümet, bu insanlar?
– Ev yakmak ne demek Musa Ağabey, diye bağırdı. Afrika’ da mıyız? Biz Demokrat Parti’ye oy veriyorsak namuslu, özgür bir ülke yaratmak için veriyoruz.
Yine pazardı. Kulübenin önünde yan yana oturmuş, gece­kondulu komşuların günlük yaşamlarına bakıyor, bir yandan da evi nasıl yapacakları, nasıl para biriktirecekleri üstüne tatlı tatlı konuşuyorlardı Ötede bir özel otomobil durdu. İçinden bir kadınla üç erkek indi. Musa ile Zarife’nin meraklı bakışları önün­de dost yüzler belirdi. Kendilerine doğru geliyorlardı Yine de kendilerine gelip gelmediklerinin kuşkusu içindeydiler. Musa, romancı Kemal Tahir’i tanıdı. Zarife de Suadiye Plajı sahibi Reşit’le karısı Safiye’yi tanımakta gecikmedi. Hemen kalkıp onları karşıladılar. Zarife’nin ailesi, eskiden beri onların tanışıydı. Mu­sa da meslek gereği Kemal Tahir’le tanışıyordu. Dünyanın kendilerini unuttuğu bu yerde varlıklı bir ailenin kalkıp kendilerini araması, Musa’nın pek tuhafına gitti. Musa ile Zarife’ nin bir gecekondu satın aldığı Babıali ‘deki, İstanbul’ daki bütün arkadaşla­rınca işitilmişse de ancak birkaç gözü pek arkadaşı, onun «hali pür melali»ni görmeye gelmişti.
Bu, Hükümetleri, onları yö­netenleri Tanrının kurduğu birer kuruluş, ya da birer temsilcisi olarak benimsemelerindendi. Bir yandan kafaları da, peygambe­rin halifesi olarak Padişahları görmeye alıştırılmamış mıydı? Pa­dişahları, Tanrının gölgesi olarak bilen halk, Hükümetleri yöne­tenleri de böyle bir kutsallığa bürünmüş görüyor, onun her dedi­ğine körü körüne inanıyordu. Bu yüzden de onun, aralarından alıp götürdüğü bir adama vurolan damgaya da silinmez bir suç­luluk gibi bakıyordu.
Halkın, en kötü işleri, en iyi işler diye yapmaya eğilimli ol­duğu en kötü günler yaşanıyordu. Toplumda suç işlemeyi, ek­mek yemek, su içmek gibi olağan işlerden sayan kişiler, koltuk­lanarak karşı yandakiler için kullanılıyor, toplumun, kendilerini böyle suçun tatlı yemişleri içine itmesi, onları normal insana karşı daha azgın bir duruma getiriyordu. Şimdiye dek salt nor­mal insanı korumak için bunlara karşı çalışan kanunlar, kapıları­nı kapayıp halvete çekilmiş, onları ortalıkta başıboş bırakmışlar­dı. Bu günlerde, bu yüzden suç ile suçlu altın çağını yaşıyordu.
Bu ne biçim Hükümet ki, boyun­durağa vurduğu halkın bir bölümünü öbür bölümüne kırdırıyor­du.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir