İçeriğe geç

Musa Dağ’da 40 Gün Kitap Alıntıları – Franz Werfel

Franz Werfel kitaplarından Musa Dağ’da 40 Gün kitap alıntıları sizlerle…

Musa Dağ’da 40 Gün Kitap Alıntıları

“ Dünyada her şey önce ahlak sorunudur. Politik açıdan sorunsallığı sonra gelir.”
Uykusu geldi. …uykusu gelmişti, hayır, gelen uykusu değil ölümüydü.
“Sadece doğanın sana verdiğini doğaya geri veriyorsun.”
…çünkü dünya kurulalı beri şiddetle ruhun körlüğü ve küstahlığı birbirine bağlıdır…
Fakat ateşli ruhunda yukarıdaki Tanrı’nın adaletini kırdığı anda yeniden kurduğunu hissediyor…
“Her şey Tanrı’nın istediği gibi olur.”
…hiçbir eylemin sonsuza kadar yapılmış sayılmadığını, her ünün kindar bir sadakatsizlik içerdiğini, insanın hep baştan başlamak zorunda kaldığını yıldırım hızıyla anlamıştı…
Aldatılmış olan – onu bir başkasıyla aldatarak – aldatana hizmet etmekteydi…
Ama yaşamını savunan her hayvan, en küçüğü bile olsa, korkunçtur.
Eğer kötüye inanmazsam, böylece dünyada kötü de olmaz. Eğer ölüme inanmazsam, dünyada ölüm de yoktur… Beni öldürebilirler, ama ben farkına bile varmayacağım… Bu noktaya ulaşabilen insan dünyayı düşüncesinde yeniden kurar.
Gabriel Paris’i, evi, kültürlü insanlarla ilişkiyi, konforu ve hatta karnının doymasını, yatağı ve temizliği bile özlemiyordu. İçinde duyabildiği tek kıpırtı, giderek artan yakıcı bir yalnızlık gereksinimiydi. Ama var olmayan bir yalnızlık olmalıydı bu. İnsansız bir dünya. Hiçbir ihtiyacın, hiçbir hareketin olmadığı bir gezegen. Kozmik bir inziva yeri ve oradan sükûnetle etrafını seyreden geçmişsiz, şimdiki zamansız ve geleceksiz tek yaratık olarak kendisi
Artık bunu düşünmemeliyiz. Nasılsa bir gün olacaktı.. Ve bu dünyada beklenen şey, çoğunlukla beklenmedik biçimde gelir..
Herhangi bir felaket anında, insan yüreğini hiçbir şey, en doğal felaketten bile belli insanları sorumlu tutmak ve sitemlere boğmak dürtüsü kadar hoşnut kılamaz.
Kara günler gelip geçer
Gelip geçen kış günleri gibi
Uzun sürmez acıları insanların
Gelip giden yolcuları gibi hanın.
Papaza göre, insanın dünyadaki ha­yatından başka bir de ebedî hayatı vardı. Yaşadığı sürece dünyadaki hayatı ötekinden daha önemsiz değildi. Fakat hayatını doğal biçimde yitiren, fazla bir şey yitirmiş sayılmazdı, hatta şeytanî bir öldürülme kor­kusuyla ebedî ruhu zarar görmediği için, buna şükretmeiiydi. Yüreğinin derinliklerinde böyle düşünüyordu papaz. Doktor ise öteki dünyadakine değil, sadece bu dünyadaki yaşama inanıyordu. Ona göre dünyadaki yaşamı yitiren sadece fazla bir şey yitirmiş olmamakla kalmıyordu; yi­tirdiği aslında Hiç’ti. Ama öte yandan bu Hiç Her şey’di. Hiç kimsenin bu Hiç ve Her şey’den başka kaybedecek bir şeyi yoktu.
Hareketsiz gözleriyle önüne bakıyor, acı çekmeme­nin keyfini çıkarıyordu. Yüreği sonsuz bir neşe içindeydi. Manevî zen­ginliklerini saydı. Yükü ne kadar hafif, kendisi ne kadar mutluydu. O, hiçbir insanı yitirmemiş, onu yitiren insan da olmamıştı. İnsanî olan her şey ölçülemeyecek kadar gerilerde kalmıştı artık, hatta belki de hiç ol­mamıştı.
Rıfat Bereket bu uzun konuşmayı yorulmuş gibi başı önde dinlemiş­ti. Sonra müdürü kırışmış gözlerinin soğuk bakışlarıyla sıyırıp geçti: “Sizler padişaha Ermenilerden daha fazla düşman değil miydiniz? Padişahın askerine karşı elde silâh direnmediniz mi? Hem de o zaman saldıran sizdiniz. Devrimcilerin meşruluk tezine sarılmaya hakları yoktur.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Basit muhakeme usulleri kanunundan hoşlanmayan tanrısal adaletin hemen yerine gel­mesine pek sık rastlanmaz. İnsanların adaletinin âdetlerine karşı tanrı­sal adalet, suçun cezasını kesinlikle hemen vermez. Tanrısal adalet ev­rensel mantığın içinde denizdeki tuz gibi erimiştir. Ne var ki bu mevsim­de, bu paralelde olanlar karşısında, ebedî tarafsız sükuneti bile yargıç nesnelliğinden sapmış gibi, dikkat çekici bir aceleyle tecelli etmek isti­yordu. Kısaca, Tanrı’nın değirmenleri bu kez çabuk öğütmüşlerdi unu.
Her zaman olayların merkezinde bulunsa da, kişisel olarak eski Hıristi­yan keşişleri gibi, hareketsiz ve öteki dünyadan gelmiş bir ruh kadar il­gisizdi. Güzel ve hüzünlü sözcük yapayalnızlık ona en katı anlamıyla uyuyordu.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Hepimizin bıçağı var, Kilikyan. Ama sana ne yararı olabilir ki? Kurtulsan bile kampın sınırları dışına çıkamazsın nasılsa. O nedenle bizler sadece içsel tutsaklığımızı parçalayabiliriz.
İki tür insan vardır. Bi­rincisi, insan-hayvanlardır, sayıları milyarlara varır bunların! Ötekileri­nin, insan-meleklerin sayısı ise bin, en iyi ihtimalle onbindir. Dünyada­ki büyükler, krallar, politikacılar bakanlar, generaller, paşalar gibi, köy­lüler, zanaatçılar ve işçiler de insan-hayvanlara dahildir. Bunlar binlerce değişik biçimde tek bir şeyle uğraşırlar: Çamur üretmek. Zira politika, endüstri, tarım, savaş sanatı, bütün bunlar gerekli olsa bile, çamur üretmekten başka ne ki? İnsan-hayvanların elinden çamuru çekip alırsan, ruhunda geriye çok korkunç bir şey kalır: Can sıkıntısı. Bu durumda olan kendisine bile ta­hammül edemez. Bütün kötülükler, politik nefret ve kitle katliamları bu can sıkıntısından kaynaklanır. Oysa, insan-meleklerin içinde coşku şart. İnsan-meleklerin içindeki coşku, büyük Agathangelos’un söyledi­ğine göre, evrende en yüce ve aktif faaliyet olan gerçek meleklerin söylediği İlâhînin aynısıdır. Bunlar için merhamet ve lütuf yoktur, yaşadıkları her an öç alır kendilerinden..
Aşağı olanlar, toplumun dışında bırakılan­lar – buna sakatlar da dahildir – arkadaşları olsa bile sağlıklı birinin aşağı­ya, kendi yanlarına yuvarlanmasından muzaffer bir sevinç duymaktan alıkoyamazlar kendilerini.
….Cenab’ta kemik peşine düşme gibi bir fikir gelmemişti. Birlikte kaldıkları evleri terk eden vefasız insanların peşindeydiler hala. Acıdan akıllarını yitirmiş olmalarına rağmen hiçbirisi tek heceli bir havlama koyuvermeye cesaret edemiyordu. Zengin sözcük dağarcığına sahip ev köpeği dilinin kültürlü itaatkarlığını çoktan yitirmişlerdi çünkü. Bütün korkuları gözlerine yürümüştü…
Altı gün kor­kunç biçimde yaşamak, her şeye rağmen altı gün yaşamaktı..
Dinim, bütün suçları, Adem’in kaçınılmaz mirası olarak görmemi emreder. İnsanlar, halklar Adem’den gelen suçu top gibi birbirine atı­yor. Bu suçu bir tarih ya da olayla sınırlamak mümkün değil. Böyle yap­maya kalksak, nerede başlar nerede bitirebiliriz?
Anılarım çok kötü olduğu için belleğim çok iyidir.
Çünkü başarısızlık gerçeğin en sert babasıdır. İnsanların, bir başka halkı yok etmek için akıllı bir plan hazırlamaya hakkı var mıydı? Kaymakamın şimdiye kadar yüzler­ce kez iddia ettiği gibi, böyle bir plan için yeterli bir yararlılık gerekçesi olabilir miydi? Bir halkın diğerinden daha iyi ya da daha kötü olduğuna kim karar verebilir? Buna elbette insanlar karar veremez.
Kaymakamın öğrenmek zorunda kaldığı neydi? Güç­süzler güçlüydü, güçlülerin ise gerçekte hiçbir değerleri olmadığı orta­ya çıkmıştı; kahramanlıkla ilgili meselelerde bile -ki bu nedenle güçsüz­leri küçümsüyorlardı- beş para etmezlerdi.
Karşısındakinin geçit vermez duyarsızlığı onu güvensizleştiriyordu. Su­sanın karşısında konuşan herkes gibi dezavantajlı durumdaydı; sükû­netin karşısında hareketin, ölümün karşısında yaşamın dezavantajlı, daha doğru söylendiğinde rakip bir konumda bulundukları gibi.
Herkesin kendisine ait bir tek hayatı var­dır. İnsan sadece bu hayata karşı yükümlülüklerini yerine getirmek zo­rundadır, bundan başka hiç kimseye, hiçbir şeye karşı sorumlu değil­dir. Hayatın gerçek doğası nedir? Arzu ve hırsların oluşturduğu bir zin­cir elbette. Söz konusu arzu ve hırslar, çoğu kez kurgulanmış da olsa, asıl önemlisi güçlükleridir. Hayatın arzuları, hırsları hiçbir şeye aldırış etmeden yerine getirilmelidir. Hayatın tek anlamı budur, insan bu ne­denle tehlikeleri üstleniyor, ölümü bile göze alıyordu, çünkü arzuların doyurulması dışında başka hayat yoktur.
Kefenler, her yere birlikte götürülmesi ge­reken çok değerli aile mallarıydı. İnsanların, günün birinde, yeniden di­riliş esnasında giyeceği, dolayısıyla da şölen giysilerini andıran bu ölü gömleklerini, aile üyeleri, bayram günlerinde birbirlerine armağan eder­lerdi. Akrabalar arasında en saygın kadınlara özel bir onurlandırma ola­rak verilirdi kefen dikme görevi.
Böylece on dört yaşındaki oğlan çocuğu, beş mermiy­le, ırkından milyonlarca insanın katledilmesinin öcünü, zorla silâh altı­na alınmış masum köylülerden, yani yanlış insanlardan almıştı. Savaş ve öç alma eylemi beraberinde böyle yanlışlıklar getirir her zaman.
Antakya’ya komutanına bunu anlat. Lâyık olmadığınız halde sizlere çok lütufkâr davrandığımızı söyle. Benim adıma de ki: Bölük ve alaylarını imparatorluğun barışçıl yurttaşlarına karşı savaşta kullanaca­ğına, imparatorluğun düşmanlarına karşı savaş için saklasın. Biz bura­da rahatsız edilmeden yaşamak istiyoruz, başka bir amacımız yok! Eğer çok başka şeyler yaşamak istemiyorsanız bizi bundan sonra ra­hat bırakın!
Biz geldiğimiz yere, gitmek istediğimiz yerden daha az aitiz!
Sadece insanın değil, dünya üzerindeki her şeyin gerçek yüzü, kendisine ihtiyaç duyulduğunda ortaya çıkar.
Devlet, insanı nedensiz dövebilen, tutuklayabilen zaptiyeler demekti; devlet, evlere gidip istediği her şeye el koyabilen vergi memuru ve mültezim demekti; devlet, askerlik bedeli ödeme­ ye gittikleri binada, duvarlarında sultanın resmiyle, Kur’an’dan ayetler asılı, tükürük hokkaları ağzına kadar dolu kalem odası demekti; devlet, askere alındıklarında tıkıldıkları asık suratlı avlusuyla garnizon demek­ti; çavuş ya da onbaşının askerleri yumruklayabilmesi, Ermeni delikan­lıları için özel falaka ayrılması demekti devlet. Ama her şeye rağmen, bu lütufkâr devlete karşı o köpekleştirici korku ve teslimiyet duygusundan Ermeni delikanlıları da kurtulamıyorlardı.
Homeros’un tüm kahramanları, zaferin ya da yenilginin silâhların takdirine bağlı olduğunu sanırlar. Oysa kahramanların savaşı, insan kaderini belirlemek için, onların başlarının üzerinden haykıran tanrıla­rın sürdürdüğü savaşın bir yansımasıdır sadece. Fakat tanrılar da, sa­vaşlarının, huzurun ve huzursuzluğun kaynağı olan en yüce olanın bağrında çoklan sonuçlanan savaşın yansıması olduğunu bilmezler.
Sadece insanın değil, dünya üzerindeki her şeyin gerçek yüzü, kendisine ihtiyaç duyulduğunda ortaya çıkar…
Güzel kadınlar arasında güzel bir kadın olmak her­halde hoş bir duyguydu, ama uzun süre tatmin edemezdi insanı. İnsan, başkalarının arasında herhangi biriydi.
Buradaki herkes gibi o da iç dünyasında tuhaf bir geleceksizlik yaşıyordu.
Doğuda baba ve oğul! Bunu, çocuklarla ebeveynler arasında Avru­pa’da görülen yüzeysel ilişkiyle karşılaştırmak olanaksız. Babasına ba­kan Tanrı’ya bakar. Çünkü baba, insanı Adem’le, yani yaradılışın baş­langıcıyla birleştiren kesintisiz cet zincirinin son halkasıdır. Aynı şekilde, oğluna bakan Tanrı’ya bakar. Çünkü oğul, insanı, kıyametle, bütün her şeyin sonuyla, kurtuluşla birleştiren gelecek halkadır. Böylesine kutsal bir ilişkide çekingenlik ve sessizlik egemen olmaz mı?
Yeryüzünün daha önce hiç görmediği, sürüklenip giden milyonlarca ayaklı bir ritimdi bu…
Karşımda oturan insan sadece kötü olsaydı keşke,……,şeytanın kendisi olsaydı keşke…
Kısmetten ziyade olmaz…
Kara günler gelip geçer
Gelip geçen kış günleri gibi
Uzun sürmez acıları insanların
Gelip geçen yolcuları gibi hanın
İnsan her zaman, yabancıların arasında bir yabancı olarak yaşayamaz…
“İçimizdeki ve üstümüzdeki anlatılamaz olana.”
İnsanlar her çağda, acı hayat aşını daha da yenemez hale getirmek için değişik düşünce baharatları serperler…
Doğuda baba ve oğul! Bunu, çocuklarla ebeveynler arasında Avrupa’da görülen yüzeysel ilişki ile karşılaştırmak olanaksız. Babasına bakan Tanrı’ya bakar. Çünkü baba, insanı Adem’le, yani yaratılışın başlangıcıyla birleştiren kesintisiz cet zincirinin son halkasıdır. Aynı şekilde, oğluna bakan Tanrı’ya bakar. Çünkü oğul, insanı, kıyametle, bütün her şeyin sonuyla, kurtuluşla birleştiren gelecek halkadır. Böylesine kutsal bir ilişkide çekingenlik ve sessizlik egemen olmaz mı?
Gercek bir bibliofil, kitabin bicim ve içeriğinden çok varlığını sever; ille de okuması gerekmez.(Büyük aşklarda da böyle değil midir?)
Milliyetçilik, insanların kalbinden sökülüp atılan Tanrı’nın geride bı­raktığı yakıcı boşluğu dolduruyor.”
Eski za­manların paşaları, her şeyin üstündeki dinsel birliğin, halifelik düşünce­sinin, bazı işgüzarların ilerleme merakından daha yüce olduğunun ta­mamen bilincindeydiler. Eski imparatorluğun durmadan kötülenen tem­belliğinde, her şeyin oluruna bırakılmasında, uyuşuk rüşvetçiliğinde bil­ge ve özverili bir hikmeti hükümetin basireti vardı ki, hızlı etkileri önem­seyen kısa görüşlü batılılar anlayamazdı bunu. Eski paşalar büyük zeka inceliğiyle soylu ama harap bir binanın fazla restorasyon kaldırmayaca­ğını biliyorlardı. Oysa Jöntürkler, yüzyılların yapıtını bir solukta yıkmayı başardılar. Çok uluslu bir devletin egemenleri olarak, hiçbir zaman yap­mamaları gereken şeyi yapmışlar, milliyetçilik çılgınlıklarıyla bağımlı halkların milliyetçiliğini uyandırmışlardı. Ne var ki yapılanlar dünyevi aptallıklar değildi. Oyunun arkasındaki yazarı fark edemeyen gözler ne kadar kördür!
Herhangi bir felaket anında, insan yüreğini hiçbir şey, en doğal felaketten bile belli insanları sorumlu tutmak ve sitemle­re boğmak dürtüsü kadar hoşnut kılamaz.
Sınavdan geçmeksizin hiç kimse, gerçekten kim olduğunu bilemez.
Taşra kentlerinin selamlıklarında, kahvelerde, hamamlarda, toplan­tı yerlerinde, modern dünya bilen okumuş insanlar, bu iler­lemiş orta sınıf, Enver’in Ermeni politikasını blok halinde desteklerken, ister köylü, ister kentli olsun aşağı tabakaya mensup Türkler, farklı dav­ranıyor. Yerleşim yerlerine sürgün emirlerini götüren bir müdür, birçok kez, emri ilettiği köylerde, birlikte gözyaşı dökmek için Türklerle Ermenilerin bir araya toplandığını şaşırarak izlemişti. Bir başka müdür Ermenilere ait bir evin kapısının önünde hıçkırıklara boğulmuş halde dikilen komşu Türk ailenin, evlerini, başları önde terkettikleri için kaskatı kesil­miş Ermeni aileye, yalnızca Allah size acısın diye bağırmakla yetin­meyip, yanlarına yolluk koyduklarına, keçi, hatta katır gibi büyük arma­ğanlar verdiklerine büyük bir şaşkınlık içinde tanık olmuştu. Aynı mü­dür, bu Türk ailenin, zavallılara kilometrelerce refakat ettiğine de tanık­tı. Kendi halkından insanlar ayaklarına kapanıp yalvarmışlardı;
Onları yanımızda bırakın! Hak dinine inanmıyorlar, ama iyi insan­lar. Onlar bizim kardeşlerimiz. Onları burada, yanımızda bırakın!

Bu neye yarardı ki? En iyi yürekli müdürün bile yapabileceği şey, birkaç isimsiz, ıssız köyü görmezden gelmek, lanetlenmiş ırktan bir avuç insanın, orada, evlerinde gizlenerek, ölüm korkusuna gömülmele­rine göz yummaktan ibaretti.

Homeros’un tüm kahramanları, zaferin ya da yenilginin silahların takdirine bağlı olduğunu sanırlar. Oysa kahramanların savaşı, insan kaderini belirlemek için, onların başlarının üzerinden haykıran tanrıla­rın sürdürdüğü savaşın bir yansımasıdır sadece, Fakat tanrılar da, sa­vaşlarının, huzurun ve huzursuzluğun kaynağı olan en yüce olanın bağrında çoktan sonuçlanan savaşın yansıması olduğunu bilmezler.
Ne var ki silah altına çağrılma emrinin gelmemesiyle ilgili olarak Osmanlı paşalarının amaçlarını ta­mamen anladığına inanıyordu. Ermeni birlikleri cepheden alınmış ve silahsızlandırılmıştı. Neden? İttihatçılar, Ermeniler gibi ellerinde en mo­dern silahlar bulunan güçlü bir azınlığın, savaş talihsiz biçimde sonuçlandığında, kendilerinden bazı haklar koparıp alabileceğinden korku­yorlardı.
Fakat o sadece bilgin değil, aynı zamanda kitap tut­kunuydu. Gerçek bir bibliofil, kitabın biçim ve içeriğinden çok varlığını sever; ille de okuması gerekmez. Büyük aşklarda da böyle değil mi­dir?
“Ekselansları Enver Paşa, erkanı harbiyesiyle beraber Kafkasya’da Ruslara handiyse esir düşecekken bir Ermeni kıtası tarafından kurtarıl­dı. Bunu benim gibi siz de biliyorsunuz. Yine biliyorsunuz ki, bunun üzerine Ekselansları, Sis Katalikosuna yahut Konya Episkoposuna mektup yazarak millet-i sadıkanın cesaretini şükranla övdü. Bu mektup hükümetin emri üzerine efkarı umumiyeye de duyuruldu, işte hakikat budur. Kim bu hakikati görmüyor, rivayet yayıyorsa, o, harbin sevk ve idaresini güçsüzleştiriyor, beraberliği parçalıyor demektir. O, imparatorluğun düşmanı ve bir vatan hainidir!
Gabriel, çeşitli halk­ların hükümet makamlarının kendilerine özgü kokuları olduğunu bili­yordu. Fakat hepsinde ortak olan yan, bu küçük insanların, iktidarların faaliyetlerini bir doğa felaketi gibi kabul edişlerindeki korku ve teslimi­yet kokusuydu.
Doğuda baba ve oğul! Bunu, çocuklarla ebeveynler arasında Avru­pa’da görülen yüzeysel ilişkiyle karşılaştırmak olanaksız. Babasına ba­kan Tanrı’ya bakar. Çünkü baba, insanı Adem’le, yani yaradılışın baş­langıcıyla birleştiren kesintisiz cet zincirinin son halkasıdır. Aynı şekilde, oğluna bakan Tanrı’ya bakar. Çünkü oğul, insanı, kıyametle, bütün her şeyin sonuyla, kurtuluşla birleştiren gelecek halkadır. Böylesine kutsal bir ilişkide çekingenlik ve sessizlik egemen olmaz mı?
Jöntürkleri Ermeni Taşnak Partisi’yle biraraya getiren 1907 yılındaki ünlü kongreye katılır. Irkların barış içinde, onurlarıyla birarada yaşayacakları yeni bir devlet kurula­caktı. Böyle bir amaç özüne yabancılaşmış olanı bile coşturur elbette. O günlerde Türkler, Ermenilere en güzel iltifatlarda bulunmakta, ilanı aşk etmektedirler.
Sonuna kadar dayanabileceğimi ummuştum, ama gücüm yok, olamaz da,çünkü senin kavgan benim kavgam değil.
Başarısızlık gerçeğin en sert babasıdır.
Ey Egemen Rab! Kutsal ve gerçeksin sen.
Yeryüzünde yaşayanları ne zaman yargılayacak,
onlardan kanımızın öcünü ne zaman alacaksın?
Vahiy, Yuhanna 6:10
Ama, kırılmış bir yaşamı kurtaramayacak kardeş kurtarıcıları karşılamak için, hangi elbise uygun olurdu ki?
Homeros’un tüm kahramanları, zaferin ya da yenilginin silahların takdirine bağlı olduğunu sanırlar. Oysa kahramanların savaşı, insan kaderini belirlemek için, onların başlarının üzerinden haykıran tanrıların sürdürdüğü savaşın bir yansımasıdır sadece. Fakat tanrılar da savaşlarının, huzurun ve huzursuzluğun kaynağı olan en yüce olanın bağrında çoktan sonuçlanan savaşın yansıması olduğunu bilmezler.
İnsan, içsel düşünce ve yaşamının aşina bölgelerine geri dönerse, bir zamanlar üretip vedalaştığı ruhlar tutkuyla etrafını çevirir.
Gabriel, çeşitli halkların hükümet makamlarının kendilerine özgü kokuları olduğunu biliyordu. Fakat hepsinde ortak olan yan, bu küçük insanların, iktidarların faaliyetlerini bir doğa felaketi gibi kabul edişlerindeki korku ve teslimiyet kokusuydu.
Terk ederken her yerde sevgili bir ölü gibi, geride hep kendisini bırakır aslında insan.
“İnsan, içsel düşünce ve yaşamının aşina bölgelerine geri dönerse, bir zamanlar üretip vedalaştığı ruhlar tutkuyla etrafını çevirir.”
Terk ederken her yerde sevgili bir ölü gibi, geride hep kendisini bırakır aslında insan.
Vedalaşma
“Ve şimdi bu yatak, Türk, Arap köylüler soyup soğana çevirsin diye, burada bırakılacaktı. Sonsuzluk kadar uzun üren bu zaman içinde şu ya da bu anlamsız eşyayı tıkıştırmak isteğiyle eşyalar ikide bir çözülüp, yeniden bağlanıyordu.
En harap kerpiç izbelerde bile, insanın düşleri ve sevgisiyle sardığı bu kırık dökük eşyalardan ayrılışının yürek parçalayıcı vedası yaşanmaktaydı.”
Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü Ermenilerin cesetleri üzerinde olacak.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir