İçeriğe geç

Modern Öykü Kuramı Kitap Alıntıları – Necip Tosun

Necip Tosun kitaplarından Modern Öykü Kuramı kitap alıntıları sizlerle…

Modern Öykü Kuramı Kitap Alıntıları

Taşra, birbirine mahkûm olan insanların yeridir.
Öykü, gevezeliği kaldırmaz.
Öykünün, özet yaşamaya talip modern insana sunduğu ilk cazip yanı kısa oluşudur.
Öykücüler küçük ayrıntılardan, büyük, kalıcı sonuçlar üretmeye çalışırlar.
Çünkü insan tanımladığı, avucunun içine aldığı şeyi değersizleştirmeye, tanımlayamadığı şeyleriyse efsaneleştirmeye yatkındır.
Yeni şeyleri, yeni biçimlerle sunmak, özgünlüğün temel şartlarındandır.
Woolf’un deyişiyle modernistler, ‘ iskele yok, tek tuğla bile görülmemeli’ derken; postmodernistler, ‘hadi binayı birlikte yapalım.’ tavrındadırlar.
Modernistler bilinçaltını, imgeleri, simgeleri anlatıma katarak okurdan daha fazla dikkat ve çaba istemişlerdi. Postmodernistler ise yazma eyleminin açıkça kurgu olduğunu belirtmişler, yazma sürecine okuru da eşlik ettirerek okuma ve yazma eylemini eşitlemeye çalışmışlardır.
Öykü bir oturuşta okunacak kadar kısa olmalı ki öykünün dramatik etkisi bozulmasın. (Poe)
Öykü, yaşanan gerçekliği başka bir gerçeklikle aşma, anlam alanını genişletme, derinleştirme ve edebîleştirme girişimidir.
İnsanların -sokaklarda, evlerde- üstlerini başlarını yırtıklarını, saçlarını başlarını yolduklarını gördünüz mü hiç? Çehov, duyguların daha etkili olabilmesi için nesnellikle metne aktarılmasını öneriyor.
Melodram, dramın okur beklentisine denk düşecek bir şekilde klişelere ve abartılara yaslanarak yoğun duygusallığa dönüşmesidir.
Eser bir çığlıktır ve kaynağı da huzursuzluktur.
Bir metinde ritim, okurken gözünüzü kapama arzusu uyandığında gerçekleşir.
Ritim, yazarın ruh-duygu grafiğidir.
“Ritim, yazardaki duygu yankılanmalarının, iç titreşimlerinin, iç gelgitlerinin metne yansıtılma girişimidir.”
Sözcükler herkesin malıdır, ama cümle yalnızca yazarın. ( Roland Barthes)
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Biz de yüzyıllardır bu yüzden hikâye anlatıcısına ihtiyaç duyuyoruz: Kendi hikâyemize bakmanıza imkân verdiği için.
İyi öykücüler, gerilim ve merak unsurlarıyla bir ayrıntının üzerinden görünmeyen gerçekleri sezdirmeleriyle başarıya ulaşırlar.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
İyi öyküler daha girişte atmosferini kurar, okurun ruhunu yakalar. Okur ilk cümlelerde öyküyü okuma gerekçesini bulur
Modernistler iç dünyanın, bilincin labirentlerinde dolaşırken postmedernistler yüzeysel dünyalarda dolaşırlar.
Akıl, bilim ve ideolojilere kuşku duymak postmodernizmin temelidir.
Çünkü yüzlerce sayfalık anlatımı imgeler yığınına dönüştürmek düzyazının doğasına aykırıdır. Bu yüzden bilinçakışı yazarları şiir olmayan ama şiirin imkânlarından beslenen bir biçim arayışı içerisindedirler.
Düşüncelerimiz yeni bir cisim üzerine hazır gibi nasıl da çabuk üşüşür.
Bilinç akışında, bireyin çeşitli zaman dilimlerindeki zihinsel izlenimleri bir bilinçlilik düzeyinde anlatılır. Bu yaklaşımda, olaylardan çok izlenimlere, bedenden çok ruha, genişlemekten çok derinliğe, yaşantı zenginliğinden çok deneyimlere önem verilir.
1980,1990 kuşağı için getirilen en önemli eleştiri, toplumsallıktan uzaklaşıp bireyciliğe yönelmeleri olmuştur.
Modern öykünün kökenlerini/doğuşunu Gogol’la başlatanların ileri sürdükleri en önemli gerekçe, onun küçük/sıradan insanları öykü sanatına ilk kez sokmuş olmasıdır.
Dil bir tabaka kağıda benzetilebilir: düşünce kağıdın ön yüzü, ses ise arka yüzüdür. Kağıdın ön yüzünü kestiniz mi ister istemez arka yüzünü de kesmiş olursunuz.
İnsanların öyküler anlatmaktan ya da dinlemekten bıkacağına inanmıyorum. Ve bir öykünün anlatılması hazzının yanı sıra, şiirin asaletinin ilave hazzını da alırsak, o zaman büyük bir şey gerçekleşmiş olacak.
Öykü de zaten bu yüzden var, biz de yüzyıllardır Bu yüzden hikaye anlatıcısına ihtiyaç duyuyoruz: Kendi hikayemize bakmamıza imkan verdiği için.
Zaten iyi öyküler, hayatın kristalize olmuş bir ayrıntısını günyüzüne çıkartıp hayatı temsil eden büyük bir fotoğraf haline getirir.
Herhangi bir kitap ilgimizi çektiğinde, onun güzel ya da parlak bir kitap olduğundan değil, yazarın yaşama karşı yeni bir tavrının sonucu olduğunu biz okuyucular biliyoruzdur.
Bu istasyonda herkes birbirini aramakta ama kimse kimseyi bulamamaktadır.
Demek buraya yaşanacak yer diye geliyorlar; burası ölünecek yer desem daha doğru.
Moretti’ye göre; Metropolde bireyin psikolojik yapısı iç ve dış uyarıcılarla hızla değişir, modern kentin caddeleri, karmaşası, emsalsiz bolluğu, sinirsel bir uyarım yaratır ve bireyin zihinsel sağlığını tehdit eder.
Tanrım, nedir bu yaşamın gizi, düşüncelerin yanlış, yetersiz kalışı.
Şark insanı; hikaye ile inanır, onunla sever, onunla nefret eder. Hikayeler onun hafızasına adeta nakşolunmuştur.
Acı her yerde aynıdır. Tonu rengi nedenleri farklı olsa da Tahranlı’da kendi coğrafyasında şekillenen acıları yaşamaktadır.
İnsanlara yön veren kitaplardır. Kitaplar insanlığın birikimidir.
Borges’e göre yenilik saçmadır. Yeni bir şey yaratabileceğimizi sanmak derin bir aldanıştır.
Dünya zaten kötü, onun kötü olmasını daha da kolaylaştırıyor insanlar.
İnsan dünyanın neresinde bulunursa bulunsun, orası aslında kocaman bir hapishanedir. Bunu ise ancak doğru soruları sorabilen, kuşkulu kahramanlar fark edebilir.
hepsi bu kadar! Tıpkı hayat gibi! Hayatta da daha fazlası yok ki!
İnsanın görürken/yaşarken gerçek olarak algıladığı, uyandıktan sonra düşmüş diyerek küçümsediği rüya, aslında insanda, kimi zaman uyanık yaşanmışlıklardan daha gerçekçi bir etki bırakır.
İroni, taşlama yapanın en etkili silahıdır. Amacı, rakibinin anlattığı saçmalıkları ortaya koyabilmek için onun mantıksal öncülerini, değerlerini ve akıl yürütme biçimini kabul eder gibi görünüp onu kendi sahasında yenmektir.
Televizyonda bir filmi sonlarına doğru yakalamıştım. O sahnede, genç kadın sevgilisinin ihanetine uğramış, sevgilisi kötü adamlarla işbirliği yapmıştır. Kadın bu adamlarca vurulmuş, kanlar içinde yerde yatmakta, ölmek üzeredir. Bu arada sevgilisi kadının yanına gelir. Kadın doğrulur ve kendine ihanet eden erkekle göz göze gelir. Bir an sessizlik olur. Acaba kadının erkeğe son sözü ne olacak, ondan nasıl bir intikam alacak? Belki bağıracak, çağıracak, küfredecek, hakaretler yağdırarak, yüreğini soğutmaya çalışacak Ama kadın hiçbirini yapmaz. Güçlükle kendini toparlayarak erkeğe şöyle der: Seni artık sevmiyorum.
Çehov, Öykülerimi nasıl yazdığımı bilmek istiyorsunuz değil mi? diye sorduktan sonra, masanın üstüne şöyle bir bakıp gözüne ilişen ilk nesneyi, bir kül tablasını alarak eleştirmen Korolenko’nun önüne koyar ve şöyle der : İşte! Yarın bu bir öykü olacak. Adı da kül tablası
Gerçek, çıplak ve soğuk gerçek, köydeki her kapıdan çevrilmişti. Çıplaklığı insanları korkutuyordu. Kıssa onu bulduğunda bir köşeye sinmiş titriyordu, açtı. Ona acıyan Kıssa alıp evine götürdü. Ona bir hikaye giydirdi, ısıttı ve tekrar dışarı gönderdi. Hikaye giyinmiş olan Gerçek, tekrar kapıları çaldı. Bu kez evlerde hoş karşılanıyordu. Onu evlerine yemeğe davet ettiler ve ateş başında ısınmasına izin verdiler.
Çünkü insan, tanımladığı, avucunun içine aldığı şeyi değersizleştirmeye, tanımlayamadığı şeyleriyse efsaneleştirmeye yatkındır. Pek çok yapıtın az okunmasına rağmen çok konuşulup efsaneleşmesinin arkasında bu gerçek yatar.
At hırsızlarını tasvir ederken benim At çalmak kötü bir şeydir dememi istiyorsun. Ama bu zaten ben söylemeden de yıllardır bilinen bir şey. Bırakın yargıçlar yargılasın onları; benim görevim sadece onların ne tür insanlar olduğunu göstermek.
Kimi metinler, öyküler vardır ki bizi hemen sarıp sarmalar, içine alır, sürükler. Tıpkı kimi şarkılar gibi Çoğu kez bu durumlarda bir anlam peşinde koşmayız, bir tını, bir ezgi, bir iç ses bizi içine çeker. Sözlerini bile hatırlamadığımız o şarkı, o ezgi bizde sürer. İşte peşinden gittiğimiz bu şey melodidir, ritimdir
Ben insanların tümünün yaralı ve hasta olduklarına inanıyorum. Sanatımın kaynağı da bu, her insanda gördüğüm zavallılıkla, delilikle ilgilidir.
Acaba dil, yazarın duygu ve düşüncelerini, biçimsel niyetlerini hakkıyla karşılayabilir, iletebilir mi? Dille özellikle genel fonksiyonu dışında insani haller, duygular işaretlenmeye kalkışıldığında amaçla sonuç arasında bir mesafe oluşmaktadır. Aslında bunda garipsenecek bir yan da yoktur. Çünkü insan ruhu elbette kelimelere sığmaz
İnsani durumları sorgulamayan, bizi rahatsız etmeyen, bir teklifi ve sunumu olmayan insansız bir öykünün / metnin ne anlamı olabilir ki? Öykü de zaten bu yüzden var, biz de yüzyıllardır bu yüzden hikaye anlatıcısına ihtiyaç duyuyoruz: Kendi hikayemize bakmamıza imkan verdiği için
Söylenegelen klişenin aksine, hayatta her an karşımıza çıkabilecek karakterler değil, hiçbir zaman karşılaşamayacağımız karakterler bizde iz bırakır. Ama okurun bilincinde, yüreğinde bir kişilik olarak var olabilmesi koşuluyla
çünkü nitelikli bir yazarın yazma gerekçesi, her durumda bir duyuş, hissediş olarak hayata dair bir tavır almak, ona müdahale etmek olmuştur. Değilse Gregor Samsa bir sabah korkulu bir rüyadan uyanınca kendini niçin bir hamam böceği olarak bulsun ki?
İyi öykücüler, gerilim ve merak unsurlarıyla bir ayrıntının üzerinden görünmeyen gerçekleri sezdirmeleriyle başarıya ulaşırlar. Bir başka deyişle öykücüler, kavram ya da görüntü üzerine konuşmazlar, bir ayrıntıdan kavram yada görüntü oluştururlar
Kuşkusuz hayal gücü ve hisler, her şeyi açıkça anlatarak değil, gizleyerek, örterek, ima ederek harekete geçirilebilir. Bu anlamda yazar, okurda devam, merak hissi uyandırmak için kimi arzularını karşılayıp kimin erteleyerek onu anlamın peşinde koşturur. Yazar, metin boyunca okura kapılar açar, kapılar kapatır, aktaracağı duygunun, anlamın etrafını süsler, ışıklar yakar, karartır, kahramanın bilincinde gezinir, böylece bir dünya oluşturur. Bir ressam gibidir, bir ilizyonist. Bekleyin, der sürekli, bekleyin.
Sözlü kültürdeki hikaye anlatıcıları, dinleyenler bizzat karşılarında olduğu için yüz yüze olmanın avantajını kullandıkları gibi mimikler, jestler, tonlamalar, müzik kullanımı gibi yan unsurlarla da hikayenin atmosferini kolaylıkla oluşturabiliyorlardı. Dinleyicilerin dikkatleri dağıldığında yeni hamleler yaparak onların hikayeden kopmamalarını bir şekilde sağlıyorlardı. Ancak günümüz öykücülerinin bu atmosfer yaratmak için ellerinde sadece sözcükleri var
Okur eline kitabı aldığında bu apaçık bir ilk niyettir (okuma ve kendinden uzaklaşma) ve yazar bu niyetin sürdürülmesini arzular. İşte yazar, okurun okuduğu cümlelere bir hayatiyet katarak, öykünün dünyasıyla gerçek dünya arasındaki orantısız boşluğu / kopukluğu kapamaya çalışır. Bunu da ağırlıklı olarak atmosferle gerçekleştirir.
Yazar çevreye sadece kendi gözüyle değil aynı zamanda okur gözüyle de bakar. Seçme yapar ve okura aktaracağı şeyleri görür.
Balzac, klasik betimleme anlayışı doğrultusunda, içinde sadece persona’nın eksik olduğu bir tablo yu başköşeye asar (çizer), sonra bu dekor önünde kahramanlarına hayat verir. Roman boyunca asılı tablolar sürekli değişir Ancak bu tablolar, gerçek hallerindedir ve bir anlamda tiyatrodaki dekor gibidir.
Gündelik hayatta, zihin kısacık bir anda bir yığın ses, görüntü, imge algılar ama genellikle bunları unutur, hiçbir şekilde kaydetmez ve bu süreç sürekli yenilenir. Zihinsel sunumlarda /bilinç akışında yazar, kolayca unutulacak bu sesi, iç konuşmaları, anımsamaları adeta dışarı verir, kendi kendine konuşmaları, görüntülerden yansıyan imgeleri kayda geçirir.
Bilinç akışının önemli anlatım araçlarından biri olan iç monoloğun çıkış noktası ise, insanın tüm gün boyunca kendi kendine konuştuğu ve yaptıklarına bir iç sesin eşlik ettiği gerçeğidir. Ancak, araştırmacıların görüşü, burada insana sadece iç seslerin eşlik etmediği, görüntülerin de eşlik ettiğidir.
Virginia Woolf, Duvardaki Leke isimli öyküsünü sanki bilinç akışı tekniğinin diğer anlatı yöntemlerinden farklılığını sergilemek için yazmıştır. Öyküde, konu son derece basittir. Anlatıcı duvardaki bir lekeye bakmakta ve onun ne lekesi olduğunu çıkarmaya çalışmaktadır. Eylem bu kadardır. Bu arada bilinç devreye girer ve anlatıcı; hayatı, insanlığı, tarihi, edebiyatı, bilimsel gelişmeleri yorumlayarak adeta bir yaşam felsefesi, hatta giderek bir anlatı kuramı oluşturur.
Dünyada en küçük bir şey yoktur ki güzel yazılmak şartıyla önemli bir konu sayılmasın
Borges, tarihsel olayları, söylenceleri yeniden yorumlar. Gözü hep geçmiştedir. Çünkü ona göre insanlığın kaderi aynıdır. Aslında insanlar hep aynı öyküyü anlatırlar ama değiştirerek. Hep aynı acılar yaşanır, aynı trajediler. Sahneler bile aynıdır. Sadece yenilenirler. Hangi yüzyılda yaşarsa yaşasın insan aynı insandır.
Dünya zaten kötü, onun kötü olmasını daha da kolaylaştırıyor insanlar.
Franz Kafka, modern insanın bunalımlarının, açmazlarının ve çıkışlığının öyküyle de iyi bir şekilde verilebileceğinin örneklerini sergiler. Mevcut yapılanma karşısında bireyin çıkışsızlığı, yalnızlığı ve kaçınılmaz yenilgisi onun ilgi alanı olur. Çember, hapis, kuşku, yabancılaşma, korku Kafka öykülerinin anahtar kelimeleridir.
Onun en büyük özelliği, öykü finallerine getirdiği yenilikti. Öyküye çoğunlukla son noktayı koymuyor, okurda devam etmesini istiyordu Çünkü okuru gideceği yere götürmüştür, bundan sonrası onun bileceği iştir. Okurun zihinsel, duyusal işleyişini harekete geçirmek ve sorunu onun kucağına bırakmak
Çehov’da olaydan, konudan daha çok, insan ön plandadır ve öykü onun psikolojisini yansıtır. İlk defa Çehov, olaysız, entrikasız sadelikte de öykü yazılabileceğini ispatlamıştır.
Yaşama bir göktaşı gibi girdim, ondan bir yıldırım gibi çıkacağım
Maupassant, okura tamamlanmış bir hayat sunar. Bir durumu ya da kesiti değil, tümüyle sonucu ve bütün hayatı aktarır. Öykü, dolaysız anlatımla son a yönelik olarak kurgulanır. Anlatılan konu/tema, biçimsel yapının hep önündedir. Öykülerde bir ileti hedeflendiğinden, anlam gizlenmez, açık edilir
Poe, öykülerini korku, suç, kabus, endişe etrafında kurgular Gerçek ve düş arasındaki sınırın, sanılanın aksine derin olmadığını vurgular

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir