İçeriğe geç

Metinlerle Hermeneutik Dersleri 1 Kitap Alıntıları – Doğan Özlem

Doğan Özlem kitaplarından Metinlerle Hermeneutik Dersleri 1 kitap alıntıları sizlerle…

Metinlerle Hermeneutik Dersleri 1 Kitap Alıntıları

&“&”

Herder’e göre tinsel dünyadaki her şey insanın malıdır, onun yaptıklarıdır. Yine ona göre, insan kendisini yapandır".
suç ve ceza kavramları sadece bireyi hedef alan kavramlar olarak ele alınabilir mi? Her suçta her cezada bir kolektivite karşımıza çıkmıyor mu? Yani suçu sadece birey mi işliyor? suçun kendisinde de bir ben- sen ilişkisinin ürününü görmek mümkün değil midir? Bu, işte dediğim gibi, Marx’tan öte kolektivite anlayışı. Yani birey olarak yaptığımız her şeyde bir ortaklaşalığın payı vardır.
Gerçekliğin karşı konulmaz ağırlığıyla bu dış dünya zaten yaşantımızda yani orada" dır. Felsefe, bu nedenle dış dünyayı kanıtlamak istediği sürece daima geç kalmış olacaktır.
Teorik tasarımlamada, bir orada" düşünüyoruz gerçi, ama bu "orada"yı kendimizden ayırıyoruz. Nesneleştirme yapıyoruz, "objektivizasyon" denilen işi gerçekleştiriyoruz. Oysa Dilthey’a göre bunun kendisi yapay bir işlemdir. Çünkü gerçeklik teorize edilen bir şey değil, tam tersine, yaşanan bir şeydir. Dolayısıyla teorik yoldan tanıdığımızı iddia ettiğimiz gerçeklik ile doğrudan yaşadığımız gerçeklik bu anlamda hiçbir biçimde örtüşmüyor.
doğan özlem: dolayısıyla, ben gerçeklikteyim ve gerçeklik bende diyebilirsiniz bu anlamda. Gerçeklik deneyimi, özne nesne ayrımının kaldırılmış olduğu bir deneyimdir.
mustafa k. sütçüoğlu: iç deneyim diye bir kategori ortadan kalkmış oluyor.
doğam özlem: iç dünya, dış dünya, bu kartezyen ayrımların hepsi ortadan kalktığı için iç deneyim-dış deneyim ayrımıda ortadan kalkacaktır. Dolayısıyla Dilthey’a soracak olursanız, ileride onu Habermas’ta, Gadamer’de de göreceğiz, psikoloji diye bir bilim mümkün değildir bu anlamıyla.
Dilthey, bir dış dünya kanıtlamasına alışılagelmiş bir kanıtlama formu içinde başvurmuyor. Ne Kantçı anlamda ne de kartezyen anlamda bir kanıtlama formuna başvurmayacak. Dış dünya zaten kanıtlanabilir bir şey değildir. çünkü kanıtlama için başvurabileceğimiz şey -yine aynı nedensellik modeli karşımızda- bir neden aramaya iter bizi. Descartes bunu Tanrıda bulacaktır, Kant bunu uzamsal değişmezliği içindeki dış gerçeklik tasarımında bulacaktır. Oysa bu anlamda dış dünya kanıtlanan bir şey ve kanıtlama konusu değildir. O, böyle bir kanıt için ne etkin nede gereklidir. O doğrudan doğruya yaşantıda farkına varılan bir şeydir. Şimdi kanıtlama bazında hareket ettiğimizde, yani nedensellik modelini kullandığımızda, dış dünyayı yadsımak bile mümkündür.
Gerçeklik bilince bağlıdır; bir şeyin benim için orada olduğu bilincine.
Ahlak ve toplumsal yaşam tamamen bir sıradanlığa, bir banalliğe, bir popülariteye teslim edilmiş oluyor. Bilimlerin bu ahlaksal toplumsal yaşam üstüne herhangi bir refleksiyon geliştirmeleri söz konusu değil. Onlar yapsalar yapsalar, bu ahlaksal toplumsal yaşamla ilgili olarak psişik yasalılıkları ortaya koymaya çalışırlar ve işi orada keserler. Özellikle bildiğimiz üzere neopozitivistlerin ahlak çözümlemelerinde bu hep karşımıza çıkar. Onlar için ahlak alanı her zaman bireylerin kendi istek ve beklentileri doğrultusunda, kendilerine özgü olarak seçmiş oldukları belli değer, amaç, ne derseniz deyin adına, bunlarla ilgili bir alandır. Burada bilimin yapacağı bir şey yoktur.
Pozitivist bilim modelinin kabul edilmesi insanın bu anlama edimini dışta bırakıyor. İnsan anlamaz, insan ne yapar pozitivist bilim modelinde? Açıklar sadece açıklar. Saptar, bir anlamda saptayıcı bir konumdadır. bu durumda anlama edimi tümden ortadan kalkmış oluyor.
Pozitivistler üzerine;
mustafa k. sütçüoğlu: Fizyolojist gibi davranıyorlar.
Doğan Özlem: tabii, tam bir fizyolojist anlayış diyebiliriz buna. Oysa Hume ve Kant insana bu konuda açık kapı bırakıyorlardı. Biri kuşku yöntemini kullanarak, öbürü aklın kendisini doğaya soktuğunu söyleyerek insana bir yer ayırıyorlardı. Oysa pozitivistler bu yeri de kaldırdılar. Insana bir yer ayrılması söz konusu değil. Bilgi artık tamamen fizyolojik bir mekanizmanın ürünü oluyor.
Fichte ve Hegel, kendi ben "imiz hakkındaki tasarımı merkeze alırlar. Oysa Dilthey için bu tasarım "ancak ve sadece sen" tasarımına dayanır; kendimizi ancak bir dünya içindeki konumumuzla ortaya koyabiliriz. Bu dünyayı ve beni oluşturan şey ise… yabancı bir &‘kendi’, yabancı bir &‘sen’ tasarımıdır.
oysa ben" ortak bir dünya, bir yaşama dünyası, bir tarih dünyasının ürünüdür. çünkü ben aynı anda bir "sen" e aittir. onunla eşzamanlı olarak yanyanadır.
Özbilincin başlangıç noktasıyla son noktası, elbette ki dünyayla kökensel bir bağ kurma içinde yer alır. Bununla birlikte olgunlaşmış bir özbilinç" için koşullar ancak yaşama deneyimi içinde sonradan ortaya çıkarlar. Yani özbilinç yaşama deneyimini öncelemez ve ona kendi kalıbını basmaz. Özbilincin yaşama deneyimi içinde ne zaman olgunlaşmış halde verili olduğu, Dilthey’a göre saptanamaz. "soyut felsefe" nin "ben" sözcüğünün kullanılmasıyla birlikte özbilincin oluştuğunu gösterme niyetini Dilthey "dayanaksız" bulur. Dilthey’a göre " ben " deme özbilincin oluşmuşluğunun/tamamlanmışlığının ifadesi değil, dil içinde mevcut olan ve konuşan ile kendisine seslenilen arasındaki bir ilişkinin aydınlatılmasıdır.
öyleki düşünme yasaları, yine düşünme yoluyla aşılamayan bir kader olarak, tinsel yaşamımıza hükmederler.
Empirizm duyumu ve tasarımı dogmalaştırmış, dogmatizmi eleştiren Kant ise düşünme yasası ve bilme öznesini dogmalaştırmıştır.
oysa Dilthey’a göre tarihte bir mutlak anlam değil, her zaman değişip duran bir anlamlar çokluğu vardır.
İnsanın, ideallerini gerçekleştirmek için yine tek dayanağı kendisidir ve ona özgürlüğü getirecek hiçbir determinasyon yoktur.
Doğa bizim yaptığımız ya da nedeni olduğumuz bir şey değildir; doğayı yaratmadığımıza, tersine yaratılmış bir şey olduğumuza göre, bizlere doğayı doğrudan ve yetkin olarak tanıma yolu açık değildir. Bizler Descartes’in formüle ettiği şekliyle, matematiğin deneylerinden yararlanıp deney ve gözlem yoluyla doğayı bilimsel" olarak ele aldığımızda, "gerçek" doğal nedenleri değil, düşünme gücümüzün soyut tasarımlarına ve duyarlılık yetimizin bize sağladığı duyumlarımıza açık olduğu kadarıyla doğanın "bize görünen nedenlerini saptamakla yetiniriz."
Mantık ilkeleri düşünme ediminin genel geçer yasalarıdır, bundan şüphe edilemez. Ne var ki, bu onların sadece maksim olma özelliklerini ortadan kaldırmaz. Mantık ilkelerinin bize zaman üstü gerçerliliğe sahiplermiş, yani genelgeçermiş gibi görünmeleri sadece, insanlık tarihinin içinden bakıldığında, çok uzun süre geçerli kalmış olmalarının bizde yatattığı değişmezlik ve zamanüstülük izleniminden ötürüdür.
Tarihsel bakıldığında, insanın her zaman değişebilir olma özelliğine sahip maksimleri olabilir zaten; zamanüstü geçerliliğe sahip ilkeleri ve yasaları değil.
Dil ve mantık tekille olan bağın zayıflamasında başlıca etkendirler.
Dilethey için dünyanın gizi tekilliktedir. Ve ama temel güçlükte buradadır: tekillik ifade edilemeyen bir şeydir. Olumlu anlaşıldığında parçalanamaz bölünemez ve çözülemez" bir şeydir; verili doğa koşullarından tarihe kadar her yere sinmiştir; ancak ve sadece "tekil oluşum"lar vardır.
Dilthey Mantığın ve felsefi bilimler sisteminin temeli yazısında şöyle der: doğa fenomenleri bir yandan yasaların belirleyiciliği, öbür yandan bu fenomenlerin kuraldan yoksun, rastlantısal dizilişiyle verilidir. Dünya bir çiçek dürbünü gibidir. O, yasalar ortasında özgürlük, düzen ortasında kuralsızlık görünümü sunar."
Dilthey şöyle devam eder: Bu durumda felsefeler vardır; fakat ortada felsefe yoktur. Zaten felsefe tarihi de hiçbir içsel zorunlu birliğe sahip değildir. Felsefe tarihi her yazarın elinde, bu yazarlarin kendi özgül bakış açılarından hareketle inşa edilir; sürekli olarak başka bir içerik ve başka bir kapsamla. Felsefe tarihini tekil bilimlerin sürekli daha derin ve daha zengin bir şekilde temellendirilme süreci olarak betimlemek olanaklıdır. (Riehl, Windelband) Fakat bir başkası çıkar, felsefeyi tinin kendisi hakkındaki bilinci, felsefe tarihini bu bilincin gelişim tarihi sayar(hegel)
Mantık ilkeleri düşünme ediminin genel geçer yasalarıdır, bundan şüphe edilemez. Ne var ki, bu onların sadece maksim olma özelliklerini ortadan kaldırmaz. Mantık ilkelerinin bize zaman üstü gerçerliliğe sahiplermiş, yani genelgeçermiş gibi görünmeleri sadece, insanlık tarihinin içinden bakıldığında, çok uzun süre geçerli kalmış olmalarının bizde yatattığı değişmezlik ve zamanüstülük izleniminden ötürüdür.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir