İçeriğe geç

Mavi Bir Yaşam Kitap Alıntıları – Maksim Gorki

Maksim Gorki kitaplarından Mavi Bir Yaşam kitap alıntıları sizlerle…

Mavi Bir Yaşam Kitap Alıntıları

&“&”

Şu Kazak atasözünü anımsamak gerek:
&‘Ben var olduğum sürece ölüm yok­tur, ölüm gelince ben olmayacağım.’
Çok doğru. Buna &‘Ölmeden ölünmez,’ sözünü de ekleyebiliriz."
Boş zamanlarımda kitap okuyorum. Daha çok ge­celeri. Hayır, kitaplar beni etkilemiyor. Gerçi şimdi ilgi çekici şeyler yazmıyorlar. Hep aşk, aşk, herkesin de aşka gereksinimi yok ya."
İyice yalnız kaldın sen Mironov, Sıkıntı! Yo, senin evlenmen şart! Burada kitapların arasına gömülmüş, ha­yallere dalmaya başlamışsın, Öksüz. Senin kanın kafana doğru akıyor, şuna baksana biraz da morarmışsın üste­lik! Dudakların titriyor, neden? O bildiğin şeyden işte, doğanın yasasına uygun yaşama zamanın gelmiş de on­dan! Evleneceksin, sonra arkasından çocuklar … "

"Yapamam, yapamam ben … "

"Bu kadarı sana yeter, insanları şaşırtmaya kalkışma, onları şaşırtabilecek bir şeyin yok! Yakında seni dolan­dırırlar …"

Mironov başını yere eğdi, marangozsa onun elini tut­tu, kendine doğru kaldırdı ve üstündeki yağmur tanele­rini silkeleyerek:

"İnsanları tanırım ben!" dedi.
"Sen harika biriymiş­sin, seninle ilgileniyorlarmış gibi yaparlar, sonra seni so­yar, dolandırırlar. Çok görülmüş bir şeydir … "

Mutlu olmak için genellikle pek az neden vardır …
Bilinen şeyler: İnsanlar doğuyor, evleniyor, çocuk dünyaya getiriyor, ölüyorlar. Yangınlar, hırsızlık, cinayet. Sirk gelmiş. Haçlı kilise yürüyüşü, falancanın karısı kaçmış. Sarhoşlar kavga ediyorlar. Lahana turşusu kuruyorlar veya hıyar salamurası yapıyorlar. Kağıt oynu­yorlar … Bütün bunlardan bana ne? Hiçbirini istemiyo­rum bunların!"

"Peki, sana lazım olan ne?" diye sordu marangoz sa­kin bir şekilde.
Bu sakinlik Mironov’u anında soğuttu, belli belirsiz bir ifadeyle:

"Ben sessizliği seviyorum," dedi.

"O zaman sağır doğsaydın. Seni anlamak zor, Miro­nov!"

"Ben de anlamanızı istemiyorum zaten …"

Düşününce içinde iki kişi varmış gibi geliyor insana:
Biri biliyor, öbürü birbirine karıştırıyor.
Bak açık konuşacağım, her iş elimden gelir ama ça­lışmayı sevmem, çünkü kendi zevkime göre çalışmak nasip olmaz hiç, benim zevkimi de beğenen çıkmaz, an­ladın mı? Kendimi gösterme fırsatı ver bana.&”
Birkaç gün sonra, ihtiyar boyacı, evin orası burası macunlu, çiçek hastalığına yakalanmış gibi görünen, alaca bulaca cephesini mavi boyayla boyamaya başladığı sırada saygıdeğer İvan İvanoviç Rozanov, sokağın orta­
sında heykel gibi dikilmiş, bağırıyordu:

Hey sen, nasıl boyuyorsun öyle?"
"Nasıl emredildiyse öyle boyuyorum," diye saygısız bir yanıt verdi boyacı.
"Niye mavi?"
"Öyle dediler."
"Sokağın görünüşünü berbat edecek!"
"Beni ilgilendirmez."
"Ne aptallık!"
"O da benim aptallığım değil."

Pencerelerin önündeki çiçeklere su vermekte olan Mironov bu konuşmaları duyuyordu, canı sıkıldı, kay­gılandı:
&‘Mavi bir ev neden çirkin ve aptalca olsun ki?’

Açık yüreklilikle söyleyeyim, huzuru bulamadım.
Ufak tefek, düzgün endamlı, aynı zamanda ola­ğanüstü bir çiçek kadar görkemli olan genç kız, tepeden tırnağa maviler içindeydi, çorapları bile maviydi.
Düşünmek ne demek, sen bilir misin ki? Düşünmek toz almak demektir. İşte sende elinde bir bez, düşünce­lerin tozunu alıyorsun, bez temizken kirleniyor."
Mironov’un içindeki her şey paramparça, karmakarışık olmuştu.

Telaşlı belleği, onu ağır, rengarenk bir kargaşanın altında ezerek geç­mişten manzaralar sergiliyordu.

Böylesi bir bellek çalkantısını ve bu derece ağır bir düşünme gereksinmesini ilk kez görüyordu; hatta bu du­rum onu korkutuyordu, akşamın mavimsi loşluğu içinde kendisini anımsamaya ve düşünmeye zorlayan birini gö­receğini sanarak kaçıncı defadır odanın köşelerine göz gezdiriyordu.

Hayal gücü bu noktaya dayanarak her zamanki gibi, org sesleriyle dolu bir mavi kenti, neşeli insanlar ve olağa­nüstü serüvenler kentini, içinde hiçbir anlaşılmaz şey gizlemeksizin yaşamın basit ve kolay bir biçimde akıp gittiği, Rokambol gibi kötü yürekli birinin bile ömrü bo­yunca kötülük yapacak güçte olmadığı bir kenti yarata­bilirdi.
İstiyorum size anlatmak, anlatmak, anlatmak…
Açık açık söyleyeyim, insanlar hoşuma gitmiyor, insanlar aptal.
Bir şey, içimden gelen bir şey yapmak istiyorum.
İnsanlar doğuyor, evleniyor, çocuk dünyaya getiriyor, ölüyorlar. Yangınlar, hırsızlık, cinayet. Sirk gelmiş. Haçlı kilise yürüyüşü, falancanın karısı kaçmış. Sarhoşlar kavga ediyor. Lahana turşusu kuruyorlar veya hıyar salamurası yapıyorlar. Kağıt oynuyorlar… Bütün bunlardan bana ne? Hiçbirini istemiyorum bunların!
Düşünmeyi sevmem. Her şeyin sessiz, sakin olmasını severim.
Her şey olağan gibiyken ansızın anlaşılmaz bir şey oluveriyor.
Gorki yaşamının son günlerinde, 1925 yılında başladığı romanı Klim Samgin’in Yaşamı’nı tamamlamaya çalışıyordu. Sekiz yaşınday­ken hayata atılıp son nefesini verene dek hiç durmadan çalışıp üretti.

Roman, öykü, tiyatro oyunu, edebiyat tarihi ve eleştiri alanında 1250 kadar eser verdi. En ağır işlerde çalışarak kıt kanaat geçinmeye çalışan, umutsuzluk içindeki kadın ve erkeklerin sesi oldu. Toplumun dışladı­ğı ayaktakımı" denen kesimle birlikte işçiler, bilinçli proleterler ve on­larla bağlaşıklık içindeki demokrat aydınlardan oluşan yeni toplumsal karakterleri edebiyata soktu.

Yaşamı ve yazdıklarıyla dünyanın en önemli edebi figürlerinden biri olmayı bugün de sürdürüyor.

(…) sosyalist gerçekçiliğin ilk eseri sayılan Ana (1906) romanını yazdı. Oğluyla birlikte mücadele eden -Gorki’nin de şahsen tanıdığı- bir annenin hikayesinden, yani ger­çek yaşam olaylarından esinlenen ve bugüne dek her kuşaktan dev­rimciyi etkilemiş olan bu roman, en eylemli ve ilerici güç haline gel­mekte olan Rus sosyalist hareketinin ilk ayrıntılı tasvirini veriyordu.
(…) eline geçen kitapları yutarcasına okuyordu. Hem de onu bu zararlı" alışkanlıktan vazgeçirmeye çalışan patronlarından yediği dayaklara, bezdirici iş ko­şullarına rağmen.

İçini kurt gibi kemiren okuma tutkusu ve üniversitede eğitim görme umudu Gorki’yi on yedi yaşında Kazan şehrine sürükledi. Üni­versiteye girme olanağını bulamadı; geçinebilmek için günde on dört saat fırın işçiliği yapıyordu.

Ben senin hesabını anlıyorum, insanlardan farklı olmak istiyorsun sen.
Her şey kötü bir düşe benziyordu.
Gitti, benimle vedalaşmadan…
Başkasını sevdi.
Fakat yine de bu sessizlik içinde yaşamak rahatsız edici bir şeydi, bütün eşyalar, fotoğraflar, ikonalar sessizdi, ama sert sert soruyorlardı:
E, ne yapacaksın bakalım?"
Düşünmek ne demek, sen bilir misin ki? Düşünmek toz almak demektir. İşte sende elinde bir bez, düşüncelerin tozunu alıyorsun, bez temizken kirleniyor. Seninle ben yeterince düşünmüşüzdür, Lidiya… "
Görürsün, Tanrı bu aptallıklarının cezasını verecek.
…gözlerini sımsıkı yumuyor; insanın gözleri kapalı olursa başkaları tarafından görülmeyeceğini düşünür bazen.
Okuması yazması kıt, kitap okumayan bir zanaatkâr…ama konuşuyor da konuşuyor."
Ölmeden ölünmez.
Düşünmek ne demek , sen bilir misin ki? Düşünmek toz almak demektir. İşte sen de elinde bir bez , düşüncelerin tozunu alıyorsun, bez temizken kirleniyor. Seninle ben yeterince düşünmüşüzdür , Lidiya…"
Siz sanki deli gibisiniz.
Kitaplar ona başka, daha ilginç, daha kolay anlaşılabilecek sırlar olduğunu, farklı, kolay, bayram gibi bir yaşamın varlığını anlatıyordu.
-İnsanlar birbirine karşı örümcek gibidir birader, evet! Bazıları örümcektir, bazıları da aptal, anladın mı? Örneğin iyi bir insan her zaman birazcık aptaldır.
-Tanrı aptalları sever.
Okuması yazması kıt, kitap okumayan bir zanaatkâr, ama konuşuyor da konuşuyor…
Evet. Şimdi kendim de görüyorum ki, düşünceler solucanlara benziyor, solucanları topraktan çıkarırsın, kıvrım kıvrım kıvrılarak sürünmeye başlarlar."
İnsanlar birbirine karşı örümcek gibidir birader, evet! Bazıları örümcektir, bazıları da aptal, anladın mı? Örneğin iyi bir insan her zaman birazcık aptaldır.
“Kitapların olduğu rafa bakıp:
Okudun mu? diye sordu.
Okudum.
Hepsini mi?
Hepsini.”
Gitti,benimle vedalaşmadan…
Başkasını sevdi.
“Mutlu olmak için genellikle pek az neden vardır.”
Yaşam hassaslık gerektirir, onu kim dinliyor, Tanrıça Fortuna kimin yüzüne gülüyor?
‘Ben varolduğum sürece ölüm yoktur, ölüm gelince ben olmayacağım.’
Evet. Şimdi kendim de görüyorum ki, düşünceler solucanlara benziyor, solucanları topraktan çıkarırsın, kıvrım kıvrım kıvrılarak sürünmeye başlarlar."
Kızlara karşı dikkatli ol. Hareketlisi seni öldürür, sessiziyle de ikiniz birden mahvolursunuz."
Yaşam hassaslık gerektirir!"
Ben var olduğum sürece ölüm yoktur, ölüm gelince ben olmayacağım."
Gerçi şimdi ilgi çekici şeyler yazmıyorlar. Hep aşk, aşk, herkesin de aşka gereksinimi yok ya!"
Her şey olağan gibiyken ansızın anlaşılmaz bir şey oluveriyor."
Onu unutmak kolay değil, akıldan çıkmayacak bir yüzü var."
Okuması yazması kıt, kitap okumayan bir zanaatkâr…ama konuşuyor da konuşuyor."
Telaşlı belleği, onu ağır, rengârenk bir kargaşanın altında ezerek geçmişten manzaralar sergiliyordu."
“Mutlu olmak için genellikle pek az neden vardır.”
“İyi bir insan her zaman birazcık aptaldır.
Gitti, benimle vedalaşmadan…
Başkasını sevdi."
İnsanın gözleri kapalı olursa,başkaları tarafından görülmeyeceğini düşünür bazen."
“Düşünmek ne demek, sen bilir misin ki? Düşünmek toz almak demektir. İşte sen de elinde bir bez, düşüncelerin tozunu alıyorsun, bez temizken kirleniyor…”
Düşününce, içinde iki kişi var gibi geliyor insana. Biri biliyor öbürü birbirine karıştırıyor.
Bizdeyse yasalar uykuya dalmış, herkes hayatı istediği gibi çirkinleştiriyor.
İnsanın gözleri kapalı olursa, başkaları tarafından görülmeyeceğini düşünür bazen.
Derinlemesine düşünüp anlamaya çalıştığı her şey önünde aynı tatsızlıkla açığa çıkıyordu.
“Kitapların olduğu rafa bakıp:
Okudun mu? diye sordu.
Okudum.
Hepsini mi?
Hepsini.”
“Mutlu olmak için genellikle pek az neden vardır.”
Kızlara karşı dikkatli ol. Hareketlisi seni öldürür, sessiziyle de ikiniz birden mahvolursunuz.
Düşünmek ne demek, sen bilir misin ki? Düşünmek toz almak demektir.
Korkudan ürpererek marangozun sözlerini anımsadı. Bu sözlerin anlamını giderek daha derinden anlıyordu.
&” Senin insanları şaşırtacak bir şeyin yok. İnsanları şaşırtmak demek herkes gibi yaşamamak, en önemlisi de alışılagelmişin dışında bir şey düşünmemek demekti. Hiç kimseyi işine karıştırmadan yaşaması lazımdı.
Ona öyle geliyordu ki, marangozun içindeki bu gücü keşfedeceği hem de korkunç bi şekilde keşfedeceği gün pek yakında gelecekti. O gün belki de yarındı.
Ben var olduğum sürece ölüm yoktur, ölüm gelince ben olmayacağım."
Tanrı aptallıkları cezalandırmaz, o aptalları sever."
-Peki, sana lazım olan ne?
-Ben sessizliği seviyorum.
-O zaman sağır doğsaydın. Seni anlamak zor Mironov.
-Ben de anlamınızı istemiyorum zaten…
Aslında başka şeyleri bilmeden, yalnızca en fazla gereken sözcükleri bilmek, ne kadar da güzel ve rahatlık verici bir şeydi. Bu durum; insanları anlamamak, onların ne konuştuğunu düşünmemek hakkı verirdi insana, hele sonuncusu özellikle rahat bir yaşantı sağlardı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir