İçeriğe geç

Mahalle Kahvesi – Havada Bulut Kitap Alıntıları – Sait Faik Abasıyanık

Sait Faik Abasıyanık kitaplarından Mahalle Kahvesi – Havada Bulut kitap alıntıları sizlerle…

Mahalle Kahvesi – Havada Bulut Kitap Alıntıları

İstanbul’da tifüs, memlekette zelzele, dışarıda harp, ben sana aşığım.
#8212; Kafa dediğin eskir, ihtiyarlar, ölür bile insan ölmeden! dedi
Sonra kalbini gösterdi:
#8212; Eskimeyen, eksilmeyen şey buradadır.
Her çare insanların avuçları içinde, bileklerindedir artık. İşte tam bu sırada üç beş gün evvel okunmuş bir kitabından Balzac :
Düşüncelerinde hiçbir kımıldama yoksa, düşünceliler kendilerini düşüncesizlerden daha ileri sanmasınlar der.
Yeni bir dünyaya başlıyordum. Yepyeni şiirler isterdim. Yeni romanlar okumalı, yeni resimler seyretmeli, yazmak için yeniden bir başka Türkçe öğrenmeliydim. Yeni hisleri, yeni düşünceleri, yeni kitapları arayıp bulmalıydım.
-Annen var mı senin?
– Var tabi.
– Ne iş yapar?
– Çamaşıra gidiyor.
– Sen ne olacaksın büyüyünce?
– Ben mi? dedi. Gözlerini gözüme kaldırdı. İkimiz de mavi mavi baktık. -Ben, dedi, boyacı olacağım.
– Ne boyacısı?
– Kundura boyacısı.
– Neden kundura boyacısı?
– Ya ne olayım?
– Doktor ol, dedim.
– Olmam, dedi. – Neden ?
– Olmam işte. – Neden ama?
– Doktoru sevmem ki.
– Olur mu ya? Bak, dedim. Doktor sevilmez olur mu ?
– Tabiî sevmem, dedi. Annem hasta oldu. Evimize geldi. Kumbaramızı kırdık. Bütün yirmi beşlikleri ona verdik. Sonra çeyrekler kaldı. Onlarla da reçeteyi yaptırdık. O da zorlan.
– Ama annen iyileşti.
– Annem iyileşti ama paramız gitti. İki gün, yemek yemedim ben.
– Peki, dedim, öğretmen ol. – Ben mektebe gitmiyorum ki. – Neden?
– Öğretmen beni dövüyor. – Neden?
– Yaramazlık ediyorum da ondan.
– Sen de yaramazlık yapma.
– Ben yaramazlık ne demek bilmiyorum ki.
– Öğretmenin yapma dediği şey, dedim.
– Belli olmuyor ki!.. Bir gün arkadaşımın biri “Çamaşırcının piçi” dedi. Ben de dövdüm onu. Öğretmen de beni dövdü. Ondan sonra hep çamaşırcının piçi diye çağırdılar. Hiç kimseyi dövmedim. Yaramazlıkmış diye. Bir kaç gün sonra yanımdaki arkadaşın iki kalemi vardı. Birini aldım Hırsızsın sen diye dövdüler. Benim kalemim yoktu aldım. Sonra o da yaramazlıkmış, hem de çok fena bir şeymiş. Bir daha kimsenin kalemini almam dedim. Defterini aldım. Bu sefer hem dövdüler, hem mektepten kovdular.
– Çok fena yapmışsın.
– Fena yaptım. Ben adam olmak istemiyorum ki.
– Ne olmak istiyorsun ya?
– Boyacı olacağım dedim ya
Büyük hayaller kuralım sevgilim!
O ne gözler! Sırım gibi delikanlı!
Kitaplar, bir zaman bana, insanları sevmek lazım geldiğini, insanları sevince tabiatın, tabiatı sevince dünyanın sevileceğini, oradan yaşama sevinci duyulacağını öğretmişlerdir.
– Yani nasıl bir dünya arzuluyorsunuz?
Artık kızmıştım:
– Nasıl bir dünya mı? Haksızlıkların olmadığı bir dünya İnsanların hepsinin mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya Hırsızlık­ların, başkalarının hakkına tecavüz etmelerin bol bol bulunmadığı. ..

Pardon efendim! Bol bol bulun­madığı ne demek? Hiç bulunmadığı bir dünya

Ne güzel gülmüştü. Bütün coğrafya kitapları­nı altüst etmiş, yeni nazariyemle sevgilimin elini tutabilmiştim.
Ama diyeceksin ki, hayatında çok güldün de bu gözlerinin kenarlarındaki çizgiler ondan Ağzının kenarındakiler de
Hayır azizim!
Ben hiç gülmedim demem; güldüm.
Gül­düm ama, şöyle içten, candan gülmedim. Hem, ben ne zaman böyle gülrnek istesem anamın bir sözü hatırıma gelir:
‘Çok gülen çok ağlar’ sözü
Bir türlü istediğim gibi gülemem.
– Kafa dediğin eskir, ihtiyarlar, ölür bile insan ölmeden! dedi.
Sonra kalbini gösterdi.
-Eskimeyen, eksilmeyen şey buradadır.
– Tuhaf, dedi, alışmışım şu Topal’a.
Onu et­rafımda görmediğim günler bir şey kaybetmişim de ne olduğunu bir türlü bulamayan, durmadan da o şeyi arayan insana dönerim. İnsana alışamı­yorum ama şu deniz kuşuna alışmışım. İnsana alışsam evlenirdim. Alışamıyorum.
Aynı evde, ay­nı yatakta bir insanla bütün gece beraber olmak beni zıvanadan çıkarır.
Bize çare, elimizin altında gi­bi gelir.
Yalan! Boş!
Dünya çaresiz dünyadır.
Ben yemeğini gizlice yiyen insandan hoşlanırım. O insanlar bir ağaç altına oturur, pa­ketini açar, ne yediğini bile bilmezsin. Belki ağızlarını şapırdatırlar, belki iştahla da yerler ama,yanlarından biri geçse suçüstü yakalanmış gibi utanırlar.
Anladık fakir, kim­sesiz, bahtsız Ama kim?

Kim olacak? Sensin. Kendi kendinsin. Evet, bu şehirde herkes dönüp dolaşıp, kendisinde ka­rar kılacak. Başkasını seven tek adam bulamaz­sın. Olmasına da imkan yoktur. Hani bazı insan­lar vardır, iyilik edersin. Bir edersin, iki edersin, üç edersin. Sonra ederneyecek hale gelirsin de elinden bir şey yapmak gelmez. O zaman bir de bakarsın ki, karşındaki sana düşman kesilmiştir.
Hepimiz öyleyiz işte. Bütün iyilikleri, bütün dost­lukları tulumba gibi emeriz. Sonra dostluklar, iyi­likler de kuyular misali kurur. İşte o zaman başlar pandomima, kocaman dedikodu.

Bu şehir laubaliliğin, kötülüğün, ikiyüzlülüğün kaynaştığı bir şehir.

İyi insanları yok mu? Dolu.

Ama nasıl çekilmişler, nasıl ürkmüşler, nasıl ka­panmışlar bir yere?
Neredeler?

Küçük bir çam ormanı. Vakit sabah.
Arı, si­nek, kuş sesi. Bir siyah gözlükten görülen yerde ve ağaçlarda güneş parçaları. Sonra uzak, göğün kendi renginden biraz daha koyu kıyılara giden hudutlu bir deniz
Yaşı kırkı aşmış bir adamın mevsimler içinde ilkbaharı biraz üzüntü ile duymamasına imkan yoktur.
Eski çılgınlıklar nerede:
Nerede o, birden­ bire bir genç kız elinden, bir genç kız rüzgarından sararma, o yürek çarpıntısı? Şu ömrü mevsimlere benzetenler iyi etmişler doğrusu. Herkesin bir ilk­ baharı, bir yazı, güzü, kışı oluyor işte. İnsanın ilk­ baharı, öteki hayvanlara bakarsak geç başlıyor. Bir at bir yaşında, hadi iki yaşında ilkbaharında­ dır. Bir kuzu, altı ayda koç olur. Ama insanoğlu ilkbaharını yirmisinden önce pek idrak edemez. Yirmiden evvel idrak edilen ilkbahar, bir yalancı ilkbahardır.
Sevgilim sen, sen de mi şu havayı kokluyorsun?
Bu saatte sağına dönüp sen de, insan suretinde bir hayvan gibi homurdanmışsındır belki.
Ama ah! Yatağın sıcak­tır. Yatağın ne güzel kokuyordur senden!
Na bak! Aya bak! Kış gecesinin mübarek ayına bak!
Sarhoşum. Anasını satarım dünyanın. Düş­manlarıının hepsini bir meteliğ e Dostlarıımın ( -olmayan dostlarıımın şu dünya yüzünde.) hepsine şaraplar, biralar ikram etmeliyim.
Yeniden doğulmaz.
Doğsan bile, n’olacak? Seni iki sene­ de, iki senede değil, iki günde aynı insan ederiz. Aynı kendini düşünen, aynı haris, aynı kıskanç, aynı kötü huylu, aynı sarhoş, aynı budala oluve­rirsin.
Ne haristi parmaklarımız, ana­mızın göğsünde. O ne dişsiz bir canavar ağzıydı memedeki. Hiç hatırlamıyoruz o günleri. O süte ağlayan gözlerimizin bulanık, hiç görmediği dün­yayı .
Uyku insanın sevgilisi gibi bir şey, gelmeyince sinirlendiriyor.
Bir akşam yorgun, belki de canın sıkkın eve dönersin. Bir de bakarsın ki, yastığın davul gibi şişmiştir. Karyolan beyaz, tombul, gebe bir kadın kadar iki canlıdır. Uyku nereden gelir bilinmez.
Onu tarifelerin asıldıgı siyah tahtanın dibine çömelmiş gördüm. Yüzü kıpkırmızıydı. Bugün iyi çalışmış olacaktı. Yüzünde, iskeleye inerken ki pembelik kalmamıştı. Çok kanlıydı. Mavi gözleri uçuk, korkuluydu. Yanında durdum. Yüzüme baktı. Yorulmuşsun baba, dedim.

– Yoruldum, dedi, Hiç yorulmazdım. Bilmem nasıl oldu?

-Sahi mi baba? dedim, Hiç yorulmazmıy­ dın.

-Tam yetmiş sekiz yaşındayım. Hiç yorulma­ mıştım.

-Senin baban kim? dedim.
– Benim babam yok, dedi.
Mavi gözlerine, beyazlıktan mavileşmiş bir gözkapağı altın ışıklarıyla indi.
Büyük büyük du­daklarını uzata uzata;

– Benim babam ölmüş, dedi.
– Nerede ölmüş?
-Muharebede.
-Hangi muharebede?
– İstiklal Muharebesi’nde.

İçimden dostum, kardeşim, canım, ruhum, evladım, ciğerim benim, dedim.

Ağacın altında geceyi bekledim.
Sarı bir ay doğdu. ?︎︎︎
– Annen var mı senin?
– Var tabii.
– Ne iş yapar?
– Çamaşıra gidiyor.
– Sen ne olacaksın büyüyünce?
– Ben mi? dedi.

Gözlerini gözüme kaldırdı. İkimiz de mavi mavi baktık.

-Ben, dedi, boyacı olacağım.
– Ne boyacısı?
– Kundura boyacısı.
– Neden kundura boyacısı?
– Ya ne olayım?
– Doktor ol, dedim.
– Olmam, dedi.
– Neden ?
– Olmam işte.
– Neden ama?
– Doktoru sevmem ki.
– Olur mu ya? Bak, dedim. Doktor sevilmez olur mu ?
– Tabii sevmem, dedi. Annem hasta oldu. Evimize geldi. Kumbaramızı kırdık. Bütün yirmi beşlikleri ona verdik. Sonra çeyrekler kaldı. Onlarla da reçeteyi yaptırdık. O da zorlan.
– Ama annen iyileşti.
– Annem iyileşti ama paramız gitti. İki gün, yemek yemedim ben.
– Peki, dedim, öğretmen ol.
– Ben mektebe gitmiyorum ki.
– Neden?
– Öğretmen beni dövüyor.
– Neden?
– Yaramazlık ediyorum da ondan.
– Sen de yaramazlık yapma.
– Ben yaramazlık ne demek bilmiyorum ki.
– Öğretmenin yapma dediği şey, dedim.
– Belli olmuyor ki!.. Bir gün arkadaşımın biri “Çamaşırcının piçi” dedi. Ben de döğdüm onu. Öğretmen de beni döğdü. Ondan sonra hep çamaşırcının piçi diye çağırdılar. Hiç kimseyi döğmedim. Yaramazlıkmış diye. Birkaç gün sonra yanımdaki arkadaşın iki kalemi vardı. Birini aldım. Hırsızsın sen diye döğdüler. Benim kalemim yoktu aldım. Sonra o da yaramazlıkmış, hem de çok fena bir şeymiş. Bir daha kimsenin kalemini almam dedim. Defterini aldım. Bu sefer hem döğdüler, hem mektepten koğdular.
– Çok fena yapmışsın.
– Fena yaptım. Ben adam olmak istemiyorum ki.
– Ne olmak istiyorsun ya?
– Boyacı olacağım dedim ya.

Ben bir tesadüfüm, yani her insan gibi bir insanım.
İstanbul’da tifüs, memlekette zelzele, dışarıda harp, ben sana aşığım.
Onu nasıl beklediğimi kimseler bilemez. Bir insan nasıl beklenir?
Küçük şeyleri hayal etmemeliyiz.
– Bu yürek, bizim yüreğimiz, bir tahtası eksiklerin yüreğidir
Köpek leşi gibi uyuyor şehir.
Şu ömrü mevsimlere benzetenler iyi etmişler doğrusu. Herkesin bir ilkbaharı, bir yazı, güzü, kışı oluyor işte.
Oturmalı, okumalı. Hep aşk hikayeleri okumalı. İnsanların birini sevmeye buradan başladığını sanmalı. Kapanmalı yalnız kendi kendimize düşünen varlığımıza, hayatımıza. Dışarıya burnunu bile uzatmamalı.
Hey zavallı, budala çocukluk! Şimdi sen bile yoksun
Bir kişi bile olsan dünya yüzünde, beni yaşamaya çağırıyorsun.
İnsanoğlunu aldatmak bir zeka sayılmaz ki. Bence zeki adam, çabuk kanan adamdır.
Şu uyku insanın sevgilisi gibi bir şey, gelmeyince sinirlendiriyor.
Ben bir tesadüfüm, yani her insan gibi bir insanım.
İstanbul’da tifüs, memlekette zelzele, dışarıda harp, ben sana aşığım.
Sokağa çıkmalı, bir kahveye gitmeli, lstan­bul’a inmeli mi, inmemeli mi, diye düşünmeli. Bir vapur kaçırmalı. Sonra ortalık kararınca, bastona dayana dayana eve dönmeli . Oturmalı, okumalı. Hep aşk hikayeleri okumalı. Insanların birini sev­meye buradan başladığını sanmalı. Kapanmalı yal­nız kendi kendimize düşünen varlığımıza, hayatı­mıza. Dışarıya bumunu bile uzatmamalı. Ne man­gallıyı, ne mangalsızı, ne kaloriferliyi, ne ateşsizi, ne hastayı, ne açı düşünmeli; salmalı kendini hül­yaya, gerine gerine aşk hikayeleri okumalı
Peki, dedim, öğretmen ol.
– Ben mektebe gitmiyorum ki .
– Neden?
– Öğretmen beni dövüyor.
– Neden?
– Yaramazlık ediyorum da ondan.
– Sen de yaramazlık yapma.
– Ben, yaramazlık ne demek bilmiyorum ki.
– Öğretmenin yapma dediği şey, dedim.
Düşüncelerinde hiçbir kımıldama yoksa, düşünceliler kendilerini düşüncesizlerden daha ileri sanmasınlar. der Balzac.
Ölüye ağlayamayan insanların huzursuzluğu içindeyim.
Şu uyku insanın sevgilisi gibi bir şey, gelmeyince sinirlendiriyor.
Hem ben çirkin miyim, sevgilim? Ben de insanoğluyum. Bu, senin beni bir sevmene bakar.
Seni hâlâ nasıl seviyorum bu bir sırdır sevgilim.
İstanbul’da tifüs, memlekette zelzele, dışarıda harp, ben sana aşığım.
Onu nasıl bekle­diğimi kimseler bilemez. Bir insan nasıl beklenir?
Onlardan bana hayır yok, ba­na seven, gülen, bağıran mahlukat lazım..
Adamın yüzünde manalı hatlar vardı. Sevil­memişlerin, çok üzülmüşlerin, sarhoşların, bir za­man güzelken çirkinleyivermişlerin, okumuşların, hasılı içi rahatsızların yüzlerindeki ifade
Bu yürek, bizim yüreğimiz, bir tahtası ek­siklerin yüreğidir
– Kafa dediğin eskir, ihtiyarlar, ölür bile in-san ölmeden! dedi.
Sonra kalbini gösterdi.
– Eskimeyen, eksilmeyen şey buradadır.
Akılsız da düşünülür mü? Bende o hal vardı, his­ler aklın bir coşkunluğu değilmiş, ayrı, akıldan apayrı şeylermiş gibi ayrılıp yıldızlara gidiyorlardı.
Insanlar yıldızlara tesellilerini, ilahlarını, aşk­larını, talihlerini salısalıverdiler.
İçimize böyle, herkesin kendine göre bir Hamlet’i girdiği zaman, yalanlara pek yakınızdır.
Hem sonra, radyo istasyonları kendi canı çektik­lerini bana dinletiyorlar.
İstemiyorum belki başka­sının bana şunu bunu dinletmesini!
Hem canım, sen nasıl bir dünya isti­yorsun? Görülmemiş, işitilmemiş, tadılmamış, ya­zılmamış, yaşanmamış Olur mu böyle şey?
Sevgilim sen, sen de mi şu havayı kokluyorsun? Bu saatte sağı­na dönüp sen de, insan suretinde bir hayvan gibi homurdanmışsındır belki. Ama ah! Yatagın sıcak­tır. Yatağın ne güzel kokuyordur senden! Na bak!
Aya bak! Kış gecesinin mübarek ayına bak!
Ben fena bir adamım. Ben çalmayan hırsızım.
Aklıma ne kadar kötü şeyler hücum ederse, o kadar eğleniyorum.
Sıkılmıyor muyum? Aksine, müthiş eğleniyorum. İnsan­ların yüzüne, hal-ü etvarına bakıp hikayeler mi düzüyorum?
Şimdi artık kimi sevdiğimi, kime saygı duydu­ğumu biliyorum. Günlerden beri kafaını bir adam kaplıyor (işgal ediyor dememek için).
Şu uyku insanın sevgilisi gibi bir şey, gelmeyince sinirlendiriyor.
En iyisi sevgilim, kibrit sahibi olmak, yolu iyi bilmek, pla­nı çizmeden yola çıkmamak.
Cıgara yakılmaya, yol sorulmaya, ne münasip görülmek, ne de mü­nasip görülmemek iyi bir şeydir. Tuhaf değil mi?
Dikkat edersen sevgilim, her iki cins insanda da bir-iki aşırılık vardır. Birisi azametli ise ötekisi pek düşkün, birisi kılıklı ise ötekisi kılıksız, birisi mağrursa ötekisi laubali, birisi temizse ötekisi pis . . .
Bu işin ortası yok sevgilim: Ne intihap edil­mek, ne intihap edilmemek isterim.
Kibritim olmadığı zaman cıgarasından cıga­ra yakılmaya müsait adamı nasıl aramam? Cıgara içmekten vazgeçilebilir mi?
Hikaye yazmaktan da, körolası, vazgeçemiyoruz. İşte bir müddettir ben de, elimde cıgara, adam arıyor gibiyim.
Ben bir tesadüfüm, yani her insan gibi bir insanım.
Yüzünü kaldır­dı. İşte orada, o ela gözlerin içinde, insanları ol­duğu gibi değil, olacakları gibi sev, diyen adamın adeta fikrini okudum.
– Ben mektebe gitmiyorum ki.
– Neden?
– Öğretmen beni dövüyor.
– Neden?
– Yaramazlık ediyorum da ondan.
– Sen de yaramazlık yapma.
– Ben, yaramazlık ne demek bilmiyorum ki.
İnsan isterse pekala bir aynayı kırma sebebini felsefeye, edebiyata, ruhiyata, tıbba, si­nire yükleyebilir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir