İçeriğe geç

Lem’alar Mecmuası (Osmanlıca) Kitap Alıntıları – Bediüzzaman Said Nursî

Bediüzzaman Said Nursî kitaplarından Lem’alar Mecmuası (Osmanlıca) kitap alıntıları sizlerle…

Lem’alar Mecmuası (Osmanlıca) Kitap Alıntıları

TEVEKKELNÂ ALALLAH
Lemalar – 47
Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum ki: Bundan sonra Cenab-ı Hak bana o hizmete lâyık ihlas ihsan etsin, ehl-i dünyaya tasannu’ ve riyadan kurtarsın.

Lemalar – 44

Çünki ben bu memlekette garib hükmündeyim, garibim.

Lemalar – 44

Halbuki hizmet-i Kur’aniyede bulunana; ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli.
Tâ ihlas ile, ciddiyet ile hizmet-i Kur’aniyede bulunsun.

Lemalar – 42

Fevzi Paşa demiş: Ona ilişmeyiniz, hürmet ediniz! Bu sözü ona söylettiren, hizmet-i Kur’aniyenin kudsiyetidir.

Lemalar – 41

Her bir âyetin çok tabaka-i manaları var.
Kur’an, ilm-i muhitten geldiği için, bütün manaları murad olabilir.

Lemalar – 34

madem dünyanın zevki ve lezzeti devam etmiyor. Hususan meşrû‘ olmazsa hem devamsız, hem elemli, hem günahlı oluyor. O zevki kaybettiğinden hastalık bahanesiyle ağlama; bil’akis hastalıktaki ma‘nevî ibâdet ve uhrevî sevab cihetini düşün, zevk almaya çalış.
Senin vücûdun taştan, demirden değildir. Belki dâimâ ayrılmaya müsâid muhtelif maddelerden terkîb edilmiştir. Gururu bırak, aczini anla, mâlikini tanı, vazîfeni bil, dünyaya ne için geldiğini öğren!
elemin zevâli, lezzettir.
Senin bir kısım emsâlin sıhhat belâsıyla, gaflete düşüp, namazı terk ediyor, kabri düşünmüyor, Allah’ı unutup, bir saatlik hayat-ı dünyeviyenin zâhirî keyfiyle, hadsiz bir hayat-ı ebediyesini sarsıyor, zedeliyor, belki de harâb ediyor. Sen hastalık gözüyle, herhalde gideceğin bir menzilin olan kabrini ve daha arkasındaki menzilleri görürsün ve onlara göre davranırsın. Demek senin için hastalık, bir sıhhattir. Bir kısım emsâlindeki sıhhat, bir hastalıktır.
Hastalık, vazîfesini bitirdikten sonra, Hâlik-ı Rahîm inşâallâh sana şifâ verir.
Kardeşim! Ben senin bu hastalığının aleyhinde değilim, hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki, duâ edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış.
Çünki senin vücûdun ve a‘zâ ve cihâzâtın, senin mülkün değildir. Sen onları yapmamışsın, başka tezgâhlardan satın almamışsın. Demek onlar başkasının mülküdür. Onların mâliki, mülkünde istediği gibi tasarruf eder.
Eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve âfiyet, gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti unutturur. Kabri ve ölümü hâtırına getirtmek istemez. Sermâye-i ömrünü bâd-ı hevâ boş yere sarfettirir. Hastalık ise, birden gözünü açtırır. Vücûduna ve cismine der ki: “Lâyemût değilsin, başıboş değilsin, bir vazîfen var. Gururu bırak, seni yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öylece hazırlan!” İşte bu hastalık bu nokta-i nazardan hiç aldatmaz bir nâsih ve îkāz edici bir mürşiddir.
Hem insan, zîhayatın en mükemmeli ve en yükseği ve cihâzâtça en zengini, belki zîhayatların sultânı hükmünde iken, geçmiş lezzetleri ve gelecek belâları düşünmek vâsıtasıyla, hayvanâta nisbeten en ednâ bir derecede, ancak kederli ve meşakkatli bir hayat geçiriyor. Demek insan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahat ve safâlarla ömür geçirmek için gelmemiştir.
ömür bir sermayedir, gidiyor. Eğer meyvesi bulunmazsa zâyi‘ olur. Hem ömür rahat ve gafletle olsa, pek çabuk gidiyor. Hastalık, senin o sermayeni büyük kârlarla meyvedâr ediyor. Hem ömrün çabuk geçmesine meydan vermiyor, tutuyor, uzun ediyor, tâ meyvelerini verdikten sonra bırakıp gitsin. 
Sen neden bizden küstün? Bir defa olsun hiç müracaat etmeyip sükût ettin? Bizden şiddetli şekva edip Bana zulmediyorsunuz! diyorsun. Halbuki bizim bir prensibimiz var, bu asrın muktezası olarak hususî var. Bunların tatbikini sen kendine kabul etmiyorsun. Kanunu tatbik eden zalim olmaz, kabul etmeyen isyan eder. Ezcümle: Bu asr-ı hürriyette ve bu yeni başladığımız cumhuriyetler devrinde, müsavat esası üzerine TAHAKKÜM ve TAGALLÜBÜ kaldırmak düsturu, bizim bir kanun-u esasîmiz hükmüne geçtiği halde; sen kâh hocalık, kâh zâhidlik suretinde teveccüh-ü âmmeyi kazanarak, nazar-ı dikkati kendine celbederek, hükûmetin nüfuzu haricinde bir kuvvet, bir makam-ı içtimaî elde etmeye çalıştığın, zahir halin ve eski zamandaki macera-yı hayatının delaletiyle anlaşılıyor. Bu hal ise, -şimdiki tabir ile- burjuvaların MÜSTEBİDANE TAHAKKÜMLERİ içinde hoş görünebilir. Fakat bizim tabaka-i avamın intibahıyla ve galebesiyle tezahür eden tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları, bizim daha ziyade işimize yaradığı için; o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor, prensiplerimize muhalif düşüyor. Onun için sana verdiğimiz sıkıntıdan şekvaya ve küsmeye hakkın yoktur?
Elcevab:
Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şerr ve tahrib hesabına geçer. Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev’-i beşerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir. Evet ben, neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren müsavat-ı hukuk mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havassın İSTİBDAD ve TAHAKKÜMLERİNE karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tamme lehinde, zulüm ve TAGALLÜBÜN ve TAHAKKÜM ve İSTİBDADIN aleyhindeyim. Fakat nev’-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıddır. Çünki Fâtır-ı Hakîm, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için, az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir sahifede çok kitabları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nev’i ile de binler nev’in vazifelerini gördürür.

İşte o sırr-ı azîmdendir ki: Cenab-ı Hak, insan nev’ini binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvanat gibi kuvalarına, latîfelerine, duygularına hadd konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidad verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.
İşte nev’-i insanın tenevvüünün en mühim mâyesi ve zenbereği; müsabaka ile, hakikî imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir. Evet şu hürriyet perdesi altında müdhiş bir İSTİBDADI taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilane şu sözün:
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı hürriyet; Çalış idraki kaldır, muktedirsen âdemiyetten.
Sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı hakikat; Çalış kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten.
Veyahut:
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı fazilet; Çalış vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten.

Evet imanlı fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i İSTİBDAD da olamaz. TAHAKKÜM ve TAGALLÜB etmek, faziletsizliktir. Ve bilhâssa ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır. LİLLAHİLHAMD bu meşreb üstünde hayatımız gitmiş ve gidiyor. Ben kendimde fazilet var diye fahr suretinde dava etmiyorum. Fakat nimet-i İlahiyeyi tahdis suretinde, şükretmek niyetiyle diyorum ki:
Cenab-ı Hak fazl u keremiyle, ulûm-u imaniye ve Kur’aniyeye çalışmak ve fehmetmek faziletini ihsan etmiştir. Bu ihsan-ı İlahîyi bütün hayatımda LİLLAHİLHAMD tevfik-i İlahî ile şu millet-i İslâmiyenin menfaatine, saadetine sarfederek; hiçbir vakit vasıta-i TAHAKKÜM ve TAGALLÜB olmadığı gibi; ekser ehl-i gafletçe matlub olan teveccüh-ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim menfurumdur; onlardan kaçıyorum. Yirmi sene eski hayatımı zayi’ ettiği için onları kendime muzır görüyorum. Fakat Risale-i Nur’u beğenmelerine bir emare biliyorum, onları küstürmüyorum.

İşte ey ehl-i dünya! Dünyanıza hiç karışmadığım ve prensiplerinizle hiçbir cihet-i temasım bulunmadığı ve dokuz sene esaretteki bu hayatımın şehadetiyle yeniden dünyaya karışmaya hiçbir niyet ve arzum yokken, bana eski bir MÜTEGALLİB ve daima fırsatı bekleyen ve fikr-i İSTİBDAD ve TAHAKKÜMÜ taşıyan bir adam gibi yapılan bunca tarassud ve tazyikiniz, hangi kanun iledir? Hangi maslahat iledir? Dünyada hiçbir hükûmet böyle fevka’l-kanun ve hiçbir ferdin tasvibine mazhar olmayan bir muameleye müsaade etmediği halde; bana karşı yapılan bu kadar bed muamelelere, yalnız değil benim küsmem, belki eğer bilse nev’-i beşer küser, belki kâinat küsüyor!..

Bir kısım ehl-i hüküm diyorlar ki:
Madem sen bu memlekette duruyorsun; şu memleketin cumhurî kanunlarına inkıyad etmek lâzım gelirken sen neden inziva perdesi altında kendini o kanunlardan kurtarıyorsun? Ezcümle; şimdiki hükûmetin kanununda, vazife haricinde bir meziyeti, bir fazileti kendine takıp, onunla bir kısım millete TAHAKKÜM edip nüfuzunu icra etmek, müsavat esasına istinad eden cumhuriyetin bir düsturuna münafîdir. Sen neden vazifesiz olduğun halde elini öptürüyorsun? Halk beni dinlesin diye hodfüruşane bir vaziyet takınıyorsun?
Elcevab:
Kanunu tatbik edenler evvelâ kendilerine tatbik ettikten sonra başkasına tatbik edebilirler. Siz kendinize tatbik etmediğiniz bir düsturu başkasına tatbik etmekle, herkesten evvel siz düsturunuzu, kanununuzu kırıyorsunuz ve karşı geliyorsunuz. Çünki bu müsavat-ı mutlaka kanununun bana tatbikini istiyorsunuz. Ben de derim: Ne vakit bir nefer, bir müşirin makam-ı içtimaîsine çıkarsa ve milletin o müşire karşı gösterdikleri hürmet ve teveccühe iştirak ederse ve onun gibi o teveccüh ve hürmete mazhar olursa veyahut o müşir, o nefer gibi âdileşirse ve o neferin sönük vaziyetini alırsa ve o müşirin vazife haricinde hiçbir ehemmiyeti kalmazsa.. hem eğer, en zeki ve bir ordunun muzafferiyetine sebebiyet veren bir erkân-ı harb reisi, en aptal bir neferle teveccüh-ü âmmede ve hürmet ve muhabbette müsavata girerse; o vakit sizin bu müsavat kanununuz hükmünce bana şöyle diyebilirsiniz: Kendine hoca deme! Hürmeti kabul etme! Faziletini inkâr et! Hizmetçine hizmet et! Dilencilere arkadaş ol!

Çünki mağfiret, kusurun vukuuna delalet eder.

Lemalar – 33

Evet o kadar acib fitneler ve dağdağa-i siyaset içinde, gece ve gündüzde Zeynelâbidîn gibi bin rek’at namaz kılan ve Taus-u Yemenî gibi, kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazını eda eden çok mühim pek çok zâtlar, مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرٰيةِ sırrını göstermişlerdir.

Lemalar – 31

Sonra PEK ÂDİ BAHANELERLE, zemheririn en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gayet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta tecrid-i mutlak içinde hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, za’fiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. Şimdi, bu vaziyette hem soğuktan bir sıtma, hem dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken, bir inayet-i İlahiye ile bir hakikat kalbimde inkişaf etti.
Eğer terbiye-i İslâmiye dâiresinde, âdâb-ı Kur’âniye zînetiyle o cemâl güzelleştirilse;o fânî hüsün, ma‘nen bâkî kalacağı ve cennette hûrilerin cemâlinden daha şirin, daha parlakbir tarzda kendine verileceği, hadîste kat‘iyetle sâbittir. 
İnsan, hemşîresi misillû mahremlerine karşı fıtraten şehevânî hissi taşıyamıyor. Çünki; mahremlerin sîmâları, karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşrûayı ihsâs ettiği cihetle; nefsî ve şehevânî temâyülâtı kırar. Fakat bacaklar gibi şer‘an mahremlere de göstermesi câiz olmayan yerlerini açık-saçık bırakmak, süflî nefislere göre gāyet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünki mahremin sîmâsı, mahremiyetten haber verir ve nâ-mahreme benzemez. Fakat meselâ, açık bacak, mahremin gayrısıyla müsâvîdir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i fârikası olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle bir nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukūt-u insaniyettir. 
Veyl o erkeğe ki; sâliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefâhete girer. Ne bedbahttır o kadın ki; müttakî kocasını taklîd etmez. O mübârek ebedî arkadaşını kaybeder.
Bu kadar Kerim ve misafirperver ve bu kadar Hakîm ve şefkatperver ve bu kadar Kadîr ve rububiyetperver bir Sâni’in, elbette ve herhalde, çok sevdiği o misafirleri için, ebedî bir âlemde, ebedî ihsanatının ebedî hazineleri vardır. Buradaki dağlara bedel, orada yıldızlar o vazifeyi görürler.
Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zât-ı Akdes! Zeminin bütün takdisat ve tesbihatıyla; seni kusurdan, aczden, şerikten takdis ve bütün tahmidat ve senalarıyla sana hamd ve şükrederim.
aldanmakta faide yok.
Hayat, Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça beka bulur hem bâki meyveler verir hem öyle yükseklenir ki sermediyet cilvesini alır, daha ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmaz.
Senin vücudun taştan, demirden değildir. Belki daima ayrılmaya müsait muhtelif maddelerden terkip edilmiştir. Gururu bırak, aczini anla, mâlikini tanı, vazifeni bil, dünyaya ne için geldiğini öğren! kalbin kulağına gizli ihtar ediyor.
Şimdi terbiye-i İslâmiyeden ve a’mal-i uhreviyeden en kıymetli ve en lüzumlu esas, ihlastır.
Vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı bâki tevehhüm etmesiyle, sabır kuvvetini mazi ve müstakbele dağıtıp hal-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvaya başlar. Âdeta (hâşâ) Cenab-ı Hakk’ı insanlara şekva eder. Hem çok HAKSIZ bir surette ve divanecesine şekva edip sabırsızlık gösterir.
Gelecek günler ise madem daha gelmemişler; içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekva etmek, ahmaklıktır. Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek, ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir. Öyle de gelecek günlerdeki, şimdi adem olan musibet ve hastalıkları düşünüp, şimdiden onlardan müteellim olmak, sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belâhettir ki, hakkında şefkat ve merhamet liyakatını selbediyor.
Nasıl şükür, nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de şekva, musibeti ziyadeleştirir hem merhamete liyakatı selbeder.
Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir.
Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate, başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız hakikat-i Kur’aniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silah etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşâallah!
Lemalar – 305
Allah’ı tanımayanın, dünya dolusu bela başında vardır. Allah’ı tanıyanın dünyası nurla ve manevî sürurla doludur. Derecesine göre iman kuvvetiyle hisseder.
Eğer dostlardan müfarakat olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki gelsin alsın. Demek en ziyade insanı öldüren, ahbabdan müfarakattır.
Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.
Ehl-i velayet meslek itibariyle, muhabbet ile mürşidlerine bakarlar. Muhabbetin şe’ni ifrattır. Mahbubunu makamından fazla görmek arzu ediyor ve öyle de görüyor. Muhabbetin taşkınlıklarında ehl-i hal mazur olabilirler.
Dünya bir matemhane-i umumiyedir. Dünyadaki sadâlar ölümlerden, elemlerden gelen vaveylâlardır.
Seni terk eden fâni şeylerle kalbini bağlamak, kâr-ı akıl değildir.
Her şey gibi, gençliğin dahi lezzetleri gidecek.
Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor.
Ey münkir ! Bilir misin ki :

■ Küfür ve inkârın ile ne kadar ahmakça bir cinayet işliyorsun ki ;
• kendi yalancı vehmini,
• hezeyancı aklını,
• aldatıcı nefsini tasdik edip,

Hiçbir vechile hulf ve hilafa mecburiyeti olmayan ve
Hiçbir vecihle hilaf, onun izzetine, haysiyetine yakışmayan ve
Bütün görünen şeyler ve işler, sıdkına ve hakkaniyetine şehadet eden bir zâtı tekzib ediyorsun !

Nihayetsiz küçüklük içinde nihayetsiz büyük cinayet işliyorsun!

Elbette, ebedî büyük cezaya müstehak olursun.

Bazı ehl-i Cehennem’in bir dişi, dağ kadar olması; cinayetinin büyüklüğüne bir mikyas olarak haber verilmiş.

Hulf-ül va’d ise; hem izzet-i iktidarına zıddır, hem ihata-yı ilmiyesine münafîdir.

Zira hulf-ül va’d; ya cehilden, ya acizden gelir.

.. Senin elin kırık ise, kesilmiş ellere bak. Bir gözün yoksa, iki gözü de olmayan âmâlara bak, Allah’a şükret.
.
Ey ağlayan kalbim !

■ Madem bu numuneyi gördün ve onunla o manevî yaraların en mühimmini tedavi etti,

■ Sair bütün seni müteessir eden yaraları da tedavi edeceğine kanaatin gelmelidir.

Bu marazın çare-i yegânesi:
Nefsini ittiham etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslekdaşına tarafdar olmak.
(Neden)? din ile dünyayı kazanmak ve ilm-i hakikatla maişeti temin etmek, tama’ ve hırs yolunda rekabet etmek gibi müdhiş ittihamlara maruz kalıyorsunuz.
Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalaletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir ki kalpler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.
Evet, salavatın manası, rahmettir. Ve o zîhayat mücessem rahmete, rahmet duası olan salavat ise o Rahmeten li’l-âlemîn’in vusulüne vesiledir. Öyle ise sen salavatı kendine, o Rahmeten li’l-âlemîn’e ulaşmak için vesile yap ve o zatı da rahmet-i Rahman’a vesile ittihaz et.
Ey hadsiz acz ve nihayetsiz fakr içinde yuvarlanan bîçare insan!
Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşahede rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudatı ışıklandıran, bilbedahe yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacat içinde yuvarlanan mahlukatı terbiye eden, bilbedahe yine rahmettir. Ve bir ağacın bütün heyetiyle meyvesine müteveccih olduğu gibi bütün kâinatı insana müteveccih eden ve her tarafta ona baktıran ve muavenetine koşturan, bilbedahe rahmettir. Ve bu hadsiz fezayı ve boş ve hâlî âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşahede rahmettir. Ve bu fâni insanı ebede namzet eden ve ezelî ve ebedî bir zata muhatap ve dost yapan, bilbedahe rahmettir.
samimi bir İhlas şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. evet İhlas ile kim ne isterse Allah verir.
Nasıl ki yüz nefer, bir zâbitin idaresine verilse; bir neferin, yüz zâbitin idarelerine verilmesinden yüz derece daha kolay olduğu gibi; bir ordunun techîzât-ı askeriyesi bir merkeze, bir kanuna, bir fabrikaya ve bir padişahın emrine verildiği vakit, âdetâ kemiyeten bir neferin techîzâtı kadar kolaylaşır ve bir neferin techîzât-ı askeriyesi; müteaddid merkezlere, müteaddid fabrikalara, müteaddid kumandanlara havâle edilse, âdetâ bir ordunun techîzâtı kadar müşkilâtlı olur.
Evet nasıl ki küfür, mevcûdâta karşı bir tahkîrdir; terk-i ibâdet dahi, kâinâtın kemâlâtını inkârdır. Hem hikmet-i İlâhiyeye karşı bir tecâvüz olduğundan, dehşetli tehdîde ve şiddetli cezâya müstehak olur.
Kur’ân’ın, terk-i ibâdet hakkında şiddetli tehdîdâtı ve dehşetli cezâları ise; nasıl ki bir padişah, raiyetinin hukukunu muhâfaza etmek için; âdî bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatâsına göre, şiddetli cezâya çarpar. Öyle de; ibâdeti ve namazı terkeden adam, Sultân-ı Ezel ve Ebed’in raiyeti hükmünde olan mevcûdâtın hukukuna ehemmiyetli bir tecâvüz ve ma‘nevî bir zulüm eder.
Acaba bir hasta, o hastalığı hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi‘ ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrarına mukābil hekime dese: “Senin ne ihtiyâcın var, bana böyle ısrar ediyorsun?”
Zerre gibi küçük çam tohumu, dağ gibi koca bir çam ağacının yükünü omuzunda taşıyor.
‘’Biz gidiyoruz, aldanmakta faide yok.’’
Gururu bırak, aczini anla mâlikini tanı.
Dünyaya niçin geldiğini öğren.
Ey insan! Bil ki, o rahmetin arşına yetişmek için bir mi’rac var. O mi’rac ise, Bismillahirrahmanirrahim’dir.
İşte ey şeytanın desiselerine müptela olan bîçare insan! Hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalp istersen; muhkemat-ı Kur’aniyenin mizanlarıyla ve sünnet-i seniyenin terazileriyle a’mal ve hatıratını tart ve Kur’an’ı ve sünnet-i seniyeyi daima rehber yap.
Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse o kusur, kusurluktan çıkar; itiraf etse affa müstahak olur.
Şeytanın mühim bir desisesi: İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir.
Ey cirmi ve cismi küçük ve cürmü ve zulmü büyük ve ayb ve zenbi azîm bîçare insan! Kâinatın hiddetinden, mahlukatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtulmak istersen, işte kurtulmanın çaresi; Kur’an-ı Hakîm’in daire-i kudsiyesine girmektir ve Kur’an’ın mübelliği olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sünnet-i seniyesine ittibadır. Gir ve tabi ol!
İnsan küçük bir âlem olduğu gibi âlem dahi büyük bir insandır.
İşte ey ehl-i iman! Sizi idam-ı ebedîden ve dünyevî ve uhrevî cehennemlerden kurtaran Kur’an’ın himayeti altına mü’minane ve mutemidane giriniz ve sünnet-i seniyesinin dairesine teslimkârane ve müstahsinane dâhil olunuz, dünya şakavetinden ve âhirette azaptan kurtulunuz!
Madem bâki bir âleme gidilecek, o âlemde güzel yaşamak için tekâlif-i diniye meşakkatini çekmek gerektir.
İşte ey ehl-i hak ve ehl-i hidayet! Şeytan-ı ins ve cinnînin mezkûr desiselerinden kurtulmak çaresi: Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargâh yap ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın muhkemat kalesine gir ve sünnet-i seniyeyi rehber yap, selâmeti bul!..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir