İçeriğe geç

Lacancı Psikanalize Giriş Sözlüğü Kitap Alıntıları – Dylan Evans

Dylan Evans kitaplarından Lacancı Psikanalize Giriş Sözlüğü kitap alıntıları sizlerle…

Lacancı Psikanalize Giriş Sözlüğü Kitap Alıntıları

Bir neden olarak hakikatle ilişkileri temelinde dini büyü, bilim ve psikanalizden ayıran Lacan, dinin öznenin bir nedeni olarak hakikati reddettiğini ve kurban etme törenlerinin Tanrı’yı tahrik etme,onun arzusunu kışkırtma gibi bir işleve sahip olduğunu söyler. Ateizmin gerçek formülünün Tanrı öldü değil, Tanrı bilinçdışıdır olduğunu iddia eden Lacan, dini pratikler ile obsesif nevroz arasındaki benzerlikler konusunda Freud’a katılır.
Lacan ile Freud’un ölüm dürtüsü kavramları arasındaki farklardan bir diğeri de 1964 yılında ifade edilir. Freud ölüm dürtüsünü cinsel dürtüyle karşılaştırıyordu, oysa Lacan bu dönemde ölüm dürtüsünün artık bağımsız bir DÜRTÜ olmadığını, aslında her dürtüye ait bir özellik olduğunu savunur. “Yaşam dürtüsü ile ölüm dürtüsü arasındaki ayrım ancak onların dürtünün iki yönünü temsil etmesi kaydıyla doğrudur” (S11, 257 [271]). Bu yüzden Lacan, “her dürtü aslında bir ölüm dürtüsüdür”, diye yazmıştir (Ec, 848), çünkü (i) her dürtü kendi yok oluşunun peşinden koşar, (ii) her dürtü özneyi tekrarlamaya zorlar ve (iii) her dürtü keyfin acı çekmek olarak yaşandığı aşırı JOUISSANCE alanına, haz ilkesinin ötesine geçme teşebbüsüdür.
Lacancı psikanalizin amacı nevrotik semptomların ortadan kaldırılması değildir, ne de olsa bir nevrotik semptom ortadan kaybolduğunda genelde yerini başka bir tanesi alır. Psikanalizi öteki terapi biçimlerinden ayıran şey tam da budur.
fantazi hem özneye arzusunu sürdürme imkanı sağlar (S11, 185 [195]; Ec, 780) hem de bunu yapmakla özne kendisini yok olmaya yüz tutan arzusu seviyesinde tutar [ ].
her klinik yapı Öteki’deki eksiği perdelemek üzere fantazi sahnesinin belli bir şekilde kullanılmasıyla birbirinden ayrılabilir.
Lacan fantazi SAHNE’sini sinema perdesindeki donmuş görüntüye benzetir. Nasıl ki bir filmde sıradaki travmatik sahneyi görmemek için film durdurulabiliyorsa, fantazi sahnesi de hadım edilmeyi perdeleyen benzer bir savunma olarak işlev görür(S4, 119-20). Dolayısıyla fantazinin karakteristiği değişmezlik ve hareketsizliktir.
Lacan’a göre yabancılaşma öznenin başına gelen ve üstesinden gelinebilen bir talihsizlik değil, öznenin ana kurucu bileşenlerinden biridir. Özne temelden bölünmüş, kendisine yabancılaşmıştır (bkz. BÖLÜNME). Bu bölünmüşlük halinden kurtulmanın, bütünlüğe veya senteze ulaşmanın imkanı yoktur.
Lacancı nozoloji üç klinik yapı saptar: nevroz, psikoz ve sapkınlık. Görüldüğü üzere bunlardan normal denilebilecek bir akıl sağlığı durumuna denk düşeni yoktur (S8, 374-5; ama bkz. E, 163). Sayısal olarak nüfusun çoğunluğunda görülmesi anlamında normal yapı nevrozdur. Akıl sağlığı ise hiçbir zaman sağlanamayacak aldatıcı bir bütünlük idealdir, çünkü özne özünde bölünmüştür. Bu yüzden Freud nevrozu iyileştirilebilir bir hastalık olarak görürken, Lacan nevrozu değiştirilemez bir yapı olarak görür. Dolayısıyla psikanalitik tedavinin amacı nevrozun ortadan kaldırılması değil, öznenin nevrozun karşısındaki konumunu değiştirmektir (bkz. ANALİZİN SONU).
Her arzu bir eksiklikten ortaya çıkar; kaygı bir eksikliğin eksikliğidir. Kaygı memenin yokluğundan ziyade onun bunaltıcı varlığıdır; gerçekte bizi kaygıdan kurtaracak olan onun muhtemel yokluğudur.
Belli bir nesneye odaklanan korku ile nesnesiz kaygıyı ayıran Freud’dan farklı olarak, Lacan artık kaygının nesnesiz olmaktan ziyade (n`est past sana objet) farklı türden bir nesneyle, diğer nesneler gibi simgeleştirilemeyen bir nesneyle ilişkili olduğunu savunur. Bu nesne arzunun nesne-nedeni objet petit a`dır ve kaygı bu nesnenin yerine başka bir nesne geçtiğinde ortaya çıkar. Kaygı, öznenin Öteki’nin arzusuyla karşı karşıya geldiği ve Öteki’nin arzusu için nasıl bir nesne olduğunu bilmediği zaman belirir.
. SÖZ, bilinçli amacın ötesine uzanan bir kasıtlılığa sahiptir.
Ambivalansı aşan bir nesne ilişkisi yoktur.
Lacan ego öznenin tarihinin belli bir anında oluşmuştur demesine (S1, 115) ve Oidipus kompleksinin oluşmaya başladığı bir anın mevcut olduğunu kabul etmesine rağmen bunların tam olarak ne zaman gerçekleştiği meselesiyle ilgilenmez. Psikanaliz çocuğun simgesel düzene ne zaman girdiği meselesiyle ilgilenmez. Bütün mesele bundan öncesi (çocuk konuşamadığından psikanalize uygun değildir) ile bundan sonrasıdır (çünkü bu zamana dek olan her şey geriye dönük bir biçimde simgesel düzen tarafından dönüştürülmüştür).
Charlotte Bühler (bkz. E, 5) tarafından keşfedilen bir fenomen olan geçişsellik, küçük çocukların davranışında sıkça gözlemlenebilen özel bir tür ÖZDEŞLEŞME’dir. Mesela aynı yaştan iki çocuktan biri diğerinin sol yanağına vurduktan sonra kendi sağ yanağına dokunur ve acı çekermiş gibi ağlar. Lacan’a göre geçişsellik imgesel özdeşleşmeye has bir fenomen olan ego ile ötekinin birbirine karıştırılmasını örnekler.
Fobiden mustarip öznelerin tedavisi konusunda Lacan’ın teorisinin ne gibi pratik sonuçları vardır?
.
Öznenin kendi yasalarıyla uyumlu kişisel bir mit geliştirmesine yardım eden tedavi öznenin nihayetinde anlamlandırıcı öğelerin olası bütün kombinasyonlarını tüketmesine olanak tanıyarak fobinin çözülmesinin önünü açar (S4, 402).
1956-57 seminerinde Lacan feriş nesnesi ile fobik nesne arasında önemli bir ayrım yapmaya başlar. Fetiş annenin eksik fallusun un simgesel bir ikamesi iken fobik nesne simgesel hadım edilmenin imgesel bir muadilidir (bkz. FOBİ). Tüm sapkınlıklarınki gibi fetişizmin kökü de anne-çocuk-fallustan müteşekkil preödipal üçgende bulunur (S4, 84-85,194), ancak anneyle ve imgesel fallusla özdeşleşme gibi kendine has özellikleri vardır. Nitekim fetişizmde özne bu iki özdeşleşme arasında salınıp durur (S4, 86,180).
Hadım edilme kompleksi ile Oidipus kompleksi imgesel fallusun etrafında dönerken cinsel fark meselesi simgesel fallusun etrafında döner. Fallusa tekabül eden hiçbir dişil gösteren yoktur; Fallus karşılığı, dengi olmayan bir simgedir. Gösterendeki bir disimetri meselesidir (S3, 176). Hem erkek hem de kadın özneler bu simgesel fallus aracılığıyla cinsiyetlerini üstlenirler.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
°Gerçek Fallus
İmgesel fallus çocuk tarafından preödipal dönemde annenin arzusunun nesnesi olarak, annenin çocuğun ötesinde arzuladığı bir şey olarak algılanır; bu yüzden çocuk bu nesneyle özdeşleşmek ister. Oidipus kompleksi ile hadım edilme kompleksinde bu imgesel fallus olma teşebbüslerinden vazgeçilmesi söz konusudur.
Freud psikanalitik tedavinin temel ilkelerinden birinin belleğe olabildiğince fazla öğe getirmek ve tekrarlama yoluyla açığa çıkanları olabildiğince azaltmak olduğunu söylemişti (Freud, 1920g: SE XVIII, 19).
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Lacan eyleme dökmenin geçmişi hatırlayamamaktan kaynaklandığını kabul etmekle birlikte hatırlamanın öznelerarası bir boyutu olduğunu vurgular. Başka bir deyişle hatırlama sadece bir şeyi bilince çağırmakla ilgili olmayıp aynı zamanda onu dil yoluyla bir Öteki’ne aktarmakla da ilgilidir. Öteki’nin dinlemeyi reddetmesi dolayısıyla hatırlama imkansızlaştığından eyleme dökme ortaya çıkar.
Geçmiş olaylar bastırılarak bellekten atıldıklarında, kendilerini eylemlerde açığa vurarak geri dönerler. Eğer özne geçmişi hatırlamıyorsa o zaman geçmişi eyleme dökerek tekrarlamaya mahkûm kalır. Buna karşılık psikanalitik tedavi tekrarlama döngüsünü hastanın hatırlamasına yardım ederek kırmayı hedefler.
psikanalitik tedavide özne eylemlerine yansıyan bilinçdışı arzularının bile etik sorumluluğunu almak gibi bir meseleyle karşı karşıya kalır (bkz. GÜZEL RUH).
Psikanaliz TELKİN’den temelde bir etik konuma sahip olmasıyla ayrılır; psikanaliz hastanın kendisi üzerinde hakimiyet kurulmasına direnme hakkını temel alan bir saygı üzerinde kurulur, oysa telkin bu direnci ortadan kaldırılması gereken bir engel olarak görür.
psikanalitik etik iyiyi arzunun yolundaki bir engel olarak görür, dolayısıyla da psikanalizde bir iyi idealinin kökten yadsınması gerekir (S7, 230). Psikanalitik etik mutluluk ve sağlık idealleri dahil bütün idealleri reddettiğinden ego psikolojisinin bu idealleri bağrına basması onun bir psikanaliz biçimi olma iddiasını köstekler (S7, 219). Dolayısıyla analistin arzusu iyilik yapma ya da iyileştirme arzusu olamaz (S7, 218).
Analist kabul etse de etmese de psikanalitik tedavide her zaman örtük de olsa etik bir konum alır.
Analitik Bakış açısına göre birinin suçlu olabilmesinin tek yolu arzusuna boyun eğmesidir (S7, 319).Dolayısıyla analizan suçluluk duygusuna kapıldığı sırada analistin yapması gereken analizanın arzusuna yenik düştüğü noktayı ortaya çıkarmaktır.
Lacan savunmanın özne tarafında, direncin ise nesne tarafında olduğunu iddia eder. Başka bir deyişle savunmalar öznelliğin görece değişmez simgesel yapılarıyken, dirençler nesnenin anlamlandırma zinciri tarafından soğurulmasını engelleyen nispeten geçici kuvvetlerdir.
Direncin kaynağı egoda yatar: dar anlamda öznenin direnci egoyla bağlantılıdır, egonun bir etkisidir (S2, 321). Bu durum L ŞEMASI’nda gösterilir; direnç Öteki’nin (A-S ekseni) ısrarcı sözüne mâni olan imgesel a-a’ eksenidir. Egonun dirençleri analistin düşmemesi gereken imgesel tuzaklardır (bkz. E, 168).Bu yüzden de analizin hedefi ego psikolojisinin söylediği gibi asla egoyu güçlendirmek olamaz çünkü bu sadece direnci artırmaya yarayacaktır.
Son kertede direnç arzu ile söz arasındaki yapısal uyuşmazlıktan kaynaklanır (E, 275).Bu yüzden asla aşılamayan indirgenemez bir direnç düzeyi vardır; dirençlerin kırılmasından sonra temel nitelikte olabilecek bir kalıntı ortaya çıkar (S2, 321). Bu indirgenemez direnç kalıntısı , temel niteliktedir çünkü bu kalıntı yoluyla psikanaliz TELKİN’den ayrılır. Psikanaliz hastanın telkine direnme hakkına saygı gösterir, dahası bu bakımdan direnci olumlu bulur. Telkine karşı gelen öznenin direnci öznenin arzusunu sürdürme arzusundan ibarettir. Dolayısıyla pozitif aktarım kategorisine yerleştirilmesi gerekir (E, 271).
.. insanın simgesel düzene kaydı [inscription] onu denaturalize eder; bunun anlamı insanın [doğayla] imgesel ilişkisinin sapmış olduğudur. Bütün hayvan makineleri dış çevrenin koşullarına sıkı sıkıya perçinlenmişken (S2, 322) insanlarda bir tür biyolojik boşluk söz konusudur (S2, 323; bkz. BOŞLUK). Doğayla uyumu yeniden kurmaya yönelik her türlü girişim ölüm dürtüsünde toplanan ve esasında taşkın bir niteliği olan dürtü potansiyelini görmezden gelir. Kısaca insanlar maladaptiflerdir.
Gerçeklik egonun adapte olması gereken basit, nesnel bir şeyden ziyade egonun kurgusal yanlış temsillerinin ve yansıtmalarının ürünüdür. Öyleyse mesele [gerçekliğe] adapte olma meselesi değil [egonun] gerçekliğe fazla başarılı bir biçimde adapte olmasıdır, çünkü bizzat ego gerçekliğin inşasında pay sahibidir (E, 236). Dolayısıyla psikanalizin görevi adaptasyon yanılsamasını ortadan kaldırmaktadır, çünkü bu yanılsama bilinçdışına erişimi engeller.
İmgesel, tuzak olarak hareket eden gözlemlenebilir fenomenler alanıdır, simgesel ise gözlemlenemeyen ama çıkarsanmak zorunda olunan altta yatan yapılar alanıdır.
die Sache bir şeyin simgesel düzendeki temsiliyken, das Ding kaba gerçekliğindeki şey (S7, 55), gösterilenin ötesi olan, gerçekteki şeydir (S7, 54).

Şey’in ayırt edici özelliği onun bizler tarafından hayal edilmesinin imkansızlığıdır (S7, 25). Simgeleştirmenin ötesinde bilinemez bir x olarak Lacan’ın Şey kavramının Kant’ın kendinde şey kavramına benzediği açıktır.

Das Ding dilin nesnesi olduğu gibi arzunun da nesnesidir. Devamlı yeniden bulunması gereken kayıp nesne, tarih-öncesi unutulmaz Öteki’dir (S7, 53) – başka bir deyişle ensest arzusunun yasak nesnesi, annedir (S7, 67). Haz ilkesi özneyi Şey’den belli bir uzaklıkta tutan (S7, 58, 63) ve ona hiçbir zaman ulaşamadan etrafında dönüp durduran yasadır (S7, 95). Böylece Şey öznenin karşısına Egemen İyi olarak çıkar; eğer özne haz ilkesini ihlal edip İyi’ye erişirse, onu acı/kötülük olarak deneyimler (Lacan burada Fransızcada hem acı hem de kötülük anlamına gelen mal sözcüğüyle kelime oyunu yapar, bkz, S7, 179) çünkü özne das Ding’in getireceği aşırı iyiye katlanamaz (S7, 73). Bu yüzden Şey’in genelde erişilemez olması iyi bir şeydir (S7, 159).

1955’te Lacan semptomu ANLAMLANDIRMA olarak tanımlar: Kendi içinde semptom bütünüyle bir anlamlandırma, yani hakikattir; vücut bulan bir hakikat (S2, 320).
°DÜRTÜ.

Sapkın kendi hazzının peşinden gitmek yerine büyük Öteki’nin jouissance’ının peşinden gider. Sapkın tam olarak ötekinin jouissance’ı için çabaladığı bu araçsallaştırma içerisinde jouissance’ı bulur; özne burada kendisini Öteki’nin jouissance’ının aracı kılar (E, 320). Bu yüzden teşhircilik ve röntgencilikten meydana gelen skopofilide (ayrıca scoptophilia olarak da yazılır) sapkın kendini skopik dürtünün nesnesi olarak konumlandırır.

°FALLUS ve İNKÂR

Bütün bir sapkınlık meselesi çocuğun, annesiyle ilişkisinde ( ) [annesinin] arzusunun imgesel nesnesiyle (yani, fallusla) kendisini nasıl özdeşleştirdiğini anlamakla ilgilidir (E, 197-8).Preödipal üçgenin sapkın yapıda böylesine önemli bir rol oynamasının nedeni budur.

Paranoyak sanrısal inşalar çeşit çeşittir. En çok rastlanan biçimlerinden biri perseküsyon sanrısı , yani Öteki’nin Öteki’sinin, büyük Öteki’nin (simgesel düzen) iplerini elinde tutan, düşüncelerimizi kontrol ederek bize karşı entrikalar düzenlemek ve bizi gözetlemek gibi eylemlerde bulunan gizli bir öznenin etrafında dönen sanrılardır.
sanrı kendi başına paranoya hastalığı değildir; aksine paranoyağın kendisini iyileştirme, kendisini simgesel evrendeki çöküşten ikame bir oluşum aracılığıyla çekip çıkarma girişimidir. Freud’un Schreber hakkındaki çalışmasında dediği gibi Patolojik bir ürün olarak aldığımız sanrısal oluşum gerçekte bir iyileşme girişimi, bir yeniden yapılanma sürecidir (Freud, 1911c: SE XII, 71 [116]*).

*Sigmund Freud, Narsizm Üzerine ve Schreber Vakası, çev. Banu Büyükkal ve Saffet Murat Tura, İstanbul: Metis, Kasım 2017. -ç.n.

Sanrılar psikiyatride genelde mevcut bilgilerle ve öznenin içinde bulunduğu toplumsal grubun inançlarıyla uyuşmayan, katı ve sıkıca bağlanılmış yanlış inançlar olarak tanımlanır (bkz. Amerikan Psikiyatri Birliği, 1987: 395; Hughes, 1981: 206).Sanrılar PARANOYA’nın temel klinik belirtileridir ve tek bir düşünceden, sanrı sistemleri denen karmaşık inanç ağlarına uzanan bir çeşitlilik gösterirler.
ÖLÜM DÜRTÜSÜ, ŞEY’e veya belli bir taşkın jouissance’a ulaşmak için haz ilkesini yıkıp geçmeye yönelik öznenin duyduğu bitmek bilmez arzuya verilen isimdir; dolayısıyla jouissance’ın aranışında haz ilkesini yıkıp geçme girişimleri olduklarından, her dürtü bir ölüm dürtüsüdür.
haz ilkesini aşmanın sonu daha fazla haz değil acıdır, çünkü öznenin katlanabileceği haz miktarının belli bir sınırı vardır. Bu sınırı aşınca haz acıya dönüşür ki bu acılı haz da Lacan’ın jouissance dediği şeydir; jouissance acı çekmektir (S8, 184). Dolayısıyla jouissance terimi öznenin semptomundan gelen çelişkili doyumu ya da başka bir ifadeyle doyumundan kaynaklanan acıyı (Freud’un hastalıktan sağlanan birincil kazanç ı) çok iyi ifade eder.
psikanaliz PSİKOLOJİ’nin bir dalı değildir (S20, 77), tıbbın ya da FELSEFE’nin (S20, 42) ya da DİLBİLİM’in (S20, 20) bir dalı da değildir. Şüphesiz bir psikoterapi biçimi de değildir (Ec, 324), zira hedefi iyileştirmek değil hakikatin dile getirilmesini sağlamaktır.
Lacan psikotik halüsinasyonların MENETME işleminin sonucu olduğunu iddia eder. Menetme BABANIN-ADI’nın psikozlu öznenin simgesel evreninden kayboluşuna gönderme yapar. Halüsinasyon bu menedilen gösterenin gerçek düzleminde geri dönüşüdür: Simgeselin ışığında aydınlığa kavuşamayan gerçekte açığa çıkar (Ec, 388).
°Hakikat ve GERÇEK

Gerçeğe alışığız ama hakikati bastırırız (E, 169).

°Hakikat, hata ve yanılgılar.

Lacan kendine özgü kapalı diliyle hakikat, yanılgı, hata ve aldatmaca arasındaki karmaşık ilişkileri şöyle tarif eder: Sözün hakikatin aranışı sırasındaki yapılanması ( ) aldatmacaya sığınan ve yanlışlıkla yeniden yakalanan hatadır (S1, 273).

°Hakikat, yalanlar ve aldatmaca.

Hakikat aldatmacayla yakından ilişkilidir çünkü genelde yalanlar arzu hakkındaki hakikati doğru ifadelere nazaran daha iyi açığa vururlar. Aldatmaca ve yalanlar hakikatin karşıtı olmak yerine hakikatin metnine kayıtlı haldedirler. Analistin görevi analizanın aldatıcı sözlerindeki yazılı hakikati açığa çıkarmaktır.

°Hakikat ve BİLİM

Hakikat kavramı deliliğin anlaşılmasında elzemdir ancak modern bilim hakikat kavramını görmezden gelerek deliliği anlamsızlaştırır (Ec, 153-4).

°Kesinliğe karşı hakikat.

Hakikat söz boyutu sayesinde gerçekte kendisine bir yer açar. Sözün öncesinde ne doğru ne yanlış vardır (S1, 228).

Hakikat her zaman arzu hakkındaki hakikate gönderme yapar ve psikanalitik tedavinin amacı analizanı bu hakikati söze dökebilmesi için yol göstermektir. Hakikat önceden şekillenmiş ve tamamlanmış halde, analist tarafından analizana gösterilmeyi bekleyen bir şey değildir; tam aksine hakikat tedavinin diyalektik hareketi içinde tedricen inşa edilir (Ec, 144).
Freud’un çalışmaları biyoloji referanslarıyla doluydu ve Freud biyolojiyi yeni psikanaliz biliminin temelini oluşturacak bir bilimsel kesinlik modeli olarak görüyordu. Öte yandan Lacan’ın, psikanalizi biyolojik bir modele göre inşa etme girişimlerine karşı tahammülü yoktu ve biyolojik (ya da etolojik/psikolojik) kavramların (örn. ADAPTASYON) psikanalize doğrudan tatbikinin kaçınılmaz olarak yanıltıcı olacağını ve DOĞA ile kültür arasındaki temel farkı görünmez kılacağını savunuyordu. İnsan davranışlarının bu şekilde biyolojikleştirilmesi halinde Lacan’a göre, insan varoluşundaki simgesel düzenin önceliği göz ardı edilir.
Bilinçdışı içsel değildir, tam aksine söz ve dil öznelerarası fenomenler olduklarından bilinçdışı bireylerüstü dür (E, 49); bilinçdışı, tabiri caizse dışarısı dır. Simgeselin insanla ilişkisindeki dışsallığı bilinçdışı mefhumunun ta kendisidir (Ec, 469). Şayet bilinçdışı içsel görünüyorsa bu özne ile Öteki arasındaki ilişkiyi engelleyen ve Öteki’nin mesajını tersine çeviren imgeselin bir etkisidir.
Dil gibi yapılanmış bilinçdışına başvurarak deşifre edilen bir mesaj olarak semptom anlayışından, öznenin jouissance’ının belirli bir kipinin izi olarak semptom anlayışına geçiş sinthome teriminin ortaya atılmasıyla sonuçlanır. Dolayısıyla sinthome analizin ötesinde anlamlandırıcı bir formülasyona, simgeselin etkisine bağışık bir jouissance çekirdeğine gönderme yapar. Analitik bir çözülme gerektirmenin tam aksine sinthome, jouissance’ın özel bir organizasyonu temin ederek kişinin yaşamasını sağlayandır. Bu yüzden Lacan’ın analizin sonuna yönelik son tanımlarından birine göre analizin görevi sinthome’la özdeşleşmektir.
Psikanaliz bir bilim değildir. Bilimsel bir statüsü yoktur – olsa olsa bunu bekler, umut eder. Psikanaliz bir sanrıdır – ürün olarak bir bilim vermesi beklenen bir sanrı ( ). Bilimsel bir sanrıdır, ama bu, analiz pratiğinin ileride bir bilim üreteceği anlamına gelmez.
(Lacan, 1976-77: 11 Ocak 1977 semineri; Ornicar?, 14:4)
Ona göre bütünselleştirici inşalarının bir sanrının mimarisini andırması anlamında modern bilim tam olarak gerçekleşmiş bir paranoya dır (Ec, 874).
1.Savoir
.
Simgesel bilgi insanın bilinçdışı arzusu hakkındaki hakikatin bilgisidir. Bu anlamda bilgi bir jouissance biçimidir: bilgi Öteki’nin jouissance’ıdır (S17, 13).Simgesel bilgi ne belli bir öznede ne de Öteki’nde (ki Öteki bir özne değil konumdur) bulunur, o öznelerarasıdır. Yine de bu husus bir yerlerde bu simgesel bilgiye sahip bir öznenin bulunduğunu varsaymaya engel değildir (bkz. BİLDİĞİ VARSAYILAN ÖZNE).
Bildiği varsayılan özne analistin kendisinden ziyade, onun tedavi sürecinde temsil edebileceği bir işlevi belirtir. Aktarımın ancak analizanın analisti bu rolde görmesi halinde gerçekleşebileceği söylenir (S11, 233 [247]).Peki durum böyle ise analistin ne tür bir bilgiyi bildiği varsayılır? Formüle edildiği andan itibaren artık kimsenin kaçamayacağı şeyi bilir – tek kelimeyle, anlamı (S11, 253 [267]). Başka bir deyişle analistin analizanın sözlerinin gizli anlamını, konuşmacının bile farkında olmadığı anlamlandırmaları bildiği düşünülür.
Aphanisis Lacan için arzunun değil öznenin kayboluşudur (bkz. S11, 208 [220]).Öznenin aphanisis’i öznenin yitişi, arzu diyalektiğini tesis eden temel bölünmedir (bkz. BÖLÜNME; S11, 221 [234]). Korkunun nesnesi arzunun kayboluşu değildir, tam aksine nevrotik arzunun kayboluşunu hedefler; nevrotik kendisini arzusundan korumaya, arzusunu bir kenara atmaya çalışır (S8, 271).
Lacan’a göre Nevrozu diğer klinik yapılardan ayıran asli işlem bastırmadır. Psikozlular meneder, sapıklar inkar eder ama sadece nörotikler bastırır.
Psikanalitik tedavinin amacı analizana arzusu hakkındaki hakikati dile getirebilmesi için yol göstermektir. Bu bakımdan bir analiz tamamlanmamış da olsa, söz konusu amaca ulaşılması halinde başarılı görülebilir. Dolayısıyla analizin sonu meselesi analitik tedavi sürecinin amacına ulaşıp ulaşmamasından daha başka bir şeydir; mesele tedavinin mantıksal son noktasına erişip erişememesidir.
Lacan’a göre analizan analist tarafından analiz edilmez; analizi yapan analizandır. Analistin görevi onun iyi analiz yapmasına yardımcı olmaktır.
Dürtüler bir nesneye yönelmekten ziyade sürekli olarak onların yörüngesinde döner. Lacan dürtünün amacının (Triebziel) bir hedefe [goal] (varılacak son nokta) ulaşmak değil, amacını [aim] (yolun ta kendisini) izlemek, yani nesnenin çevresinde dönüp durmak olduğunu savunur (S11, 168 [178]). Dolayısıyla dürtünün gerçek amacı sonunda tam bir doyumun gerçekleşeceği mitsel bir hedefe ulaşmak değil, dairesel yörüngesine geri dönmektir. Nitekim joussance’ın kaynağı da bu kapalı devrenin tekrarlayıcı hareketidir.
dil bizi Öteki’nin içinde kurduğu ölçüde onu anlamamızı kökten engeller (S2, 244).
Narsisistik ilişki insan ilişkilerinin imgesel boyutunu oluşturur (S3, 92).
Narsisizmin hem erotik hem de saldırgan bir karakteri vardır (bkz. SALDIRGANLIK). Narkissos mitinin de gösterdiği gibi erotiktir, zira özne imgesi olan gestalt’ın etkisinden kurtulamaz. Saldırgandır zira ayna imgesinin bütünlüğü öznenin gerçek bedeninin koordinasyonsuz bölünmüşlüğüyle tezat oluşturarak özneyi dağılmayla tehdit eden bir görünüm arz eder.
-AŞK. Aşk metafor gibi yapılanmıştır çünkü aşkta da yer değiştirme işlemi söz konusudur. Aşkın anlamlandırılması eksiğin öznesi olan érastès’in, yani aşığın, érôménos’un, yani sevilen nesnenin işlevini üstlendiği, kendisini onun yerine koyduğu ölçüde üretilir (S8, 53).
Bölünmüş veya yarılmış özne, S’yi ikiye ayıran ÇİZGİ (S/) ile simgeleştirilir (bkz. E, 288).Bölünme tam öz-bilinçlilik idealinin imkansızlığını gösterir. Özne kendisini asla tamamen bilemez ve her zaman kendi bilgisinden kopuktur. Bölünme başka bir deyişle bilinçdışının varlığına işaret eder ve gösterenin bir etkisidir. Özne tam da konuşan bir varlık olması nedeniyle bölünmüştür (E, 269), zira söz SÖZCELEMENİN öznesini, sözcenin öznesinden ayırır. 1964-65 tarihli seminerinde Lacan bölünmeyi hakikat ve bilgi (savoir) arasında bir ayrım yaparak kuramsallaştırır (bkz. Ec, 856).
Kojève göre, Doğal bir nesneye yöneltilen arzu aynı nesneye yöneltilen başka bir öznenin arzusu tarafından ‘dolayımlandığı’ ölçüde insancadır: başkalarının arzu ettiği şeyi başkaları arzuladığı için arzulamak insancadır. Bu tespit insanın arzusunun tanınma arzusu olduğu tespitini temel alır. Başka bir öznenin arzuladığını arzulamakla ötekinin o nesneye sahip olma hakkımı tanımasını, dolayısıyla ötekinin onun üzerindeki hakimiyetimi tanımasını sağlayabilirim (Kojève, 1947:40).
Özne Öteki dolayımıyla arzular (E, 312); başka bir deyişle özne, başka bir öznenin bakış açısıyla arzular. Bunun etkisi insanın arzusunun nesnesi[nin] ( ) özünde başka biri tarafından arzulanan bir nesne olmasıdır (Lacan, 1951b:12). Bir nesneyi arzulanabilir yapan şey bu şeye özgü bir nitelik değil, yalnızca başka bir özne tarafından arzulanıyor olmasıdır.
Arzunu tek bir nesnesi vardır, o da OBJET PETİT A’dır. Bu nokta farklı kısmi dürtülerdeki bir dizi kısmi nesne aracılığıyla temsil edilir. OBJET PETİT A arzunun yöneldiği nesne değil arzunun nedenidir. Arzu nesne ile kurulan bir ilişki değil EKSİK ile kurulan bir ilişkidir.
.
arzu,ihtiyacın talep içerisinde dile getirilmesi yoluyla üretilen artıktır. Arzu talebin ihtiyaçtan ayrılmaya başladığı noktada şekillenmeye başlar (E, 311).Karşılanabilen dolayısıyla da başka bir ihtiyaç ortaya çıkana kadar özneyi güdülemeyi kesen ihtiyacın aksine, arzu asla doyurulamaz;kendi baskısı altında sürekli ve bitimsizdir. Arzunun gerçekleşmesi doyurulmasına değil arzunun bu şekilde yeniden üretilmesine bağlıdır.
Arzu ne doyurulabilecek bir iştah ne de sevgi talebidir, arzu ilkinin ikincisinden çıkarılmasından kaynaklanan farktır (E, 287).
Arzuya dair hakikat bir dereceye kadar her sözde mevcut olsa da söz hiçbir zaman arzuya dair hakikatin bütününü dile getirmez. Ne zaman söz arzuyu dile getirecek olsa arkasında daima sözün ötesinde kalan bir artık bırakır.
Ego alanına ait imgesel bir fenomen olan aşkın, simgesel düzene, yani Öteki’nin alanına kaydedilmiş olan arzunun zıttı olduğu şüphe götürmez (S11, 189-91 [199-202]). Aşk bir metafordur (S8, 53),arzu ise bir metonimi; hatta aşkın arzuyu öldürdüğü bile söylenebilir, zira aşk sevgiliyle bir olma fantazisidir (S20, 46) ve bu fantazi arzunun doğmasına neden olan farkı ortadan kaldırır.
Aşk yanıltıcıdır; Aynada yansıyan bir serap olarak, aşk özünde yanıltıcıdır (S11, 268 [282]). Yanıltıcıdır çünkü insanın sahip olmadığı bir şeyi (yani fallusu) vermesini içerir; sevmek sahip olmadığın bir şeyi vermektir (S8, 147). Aşk, aşk nesnesinin sahip olduğu şeye değil, onda eksik olana, onu aşan bir hiçliğe yöneltilir. Nesne bu eksiklik alanına girdiği müddetçe değerlidir (bkz., S4, 156’daki örtü şeması).

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir