İçeriğe geç

Kurtlara Söyle Eve Döndüm Kitap Alıntıları – Carol Rifka Brunt

Carol Rifka Brunt kitaplarından Kurtlara Söyle Eve Döndüm kitap alıntıları sizlerle…

Kurtlara Söyle Eve Döndüm Kitap Alıntıları

June Elbus’un yegâne süper gücü ne?
( ) Kalp. Sert bir kalp, dedim ama bunun aklına nereden geldiği konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Dünyanın en sert kalbi.
Hımm, dedi Toby tek parmağını havaya kaldırarak. Bu oldukça faydalı bir süper güç, biliyorsun değil mi? Oldukça kullanışlı. Fakat asıl soru şu ( )
Neymiş asıl soru?
Asıl soru, bu kalp taştan mı yoksa buzdan mı yapılmış? Çatlayıp kırılan cinsten mi yoksa eriyen cinsten mi?
Greta, biliyorsun, dedim, çok zamanınız kalmadı. Finn’le yani.
Onun da olup bitenleri benim anladığım şekilde anlamasını istiyordum. Annem bunun asla geri alamayacağın bir müzik kaseti gibi olduğunu söylemişti. Ama dinlerken bu kaseti bir daha asla geri alamayacağını, bu müziği bir daha asla dinleyemeyeceğini hatırlamak çok zordu. Bu yüzden her şeyi unutup kendini müziğe kaptırıyordun ve sonunda, ne olduğunu bile anlayamadan, kaset birdenbire bitiveriyordu.
Bazen tüm hayatımı ona biraz olsun benzeyen birini arayarak mı geçireceğim acaba diye düşünüyorum.
bana o kadar kötü davranmasına rağmen ona her baktığımda eskiden aramızın ne kadar iyi olduğunu hatırlıyordum
insan istediği şeye inanmaya çalışsa da bu hiçbir zaman işe yaramıyordu. sonuç hoşuna gitse de gitmese de, sonunda neye inanacağına beynin ve kalbin karar veriyordu.
Kaybolan umutların tehlikeli olabiceğini, insanı nasıl da hayal bile edemediği birine dönüştürebileceğini biliyordum.
Senin için dileğim bu. demişti. Senin, dünyanın en iyi insanlarını tanımanı istiyorum yalnızca.
Eğer çok param olsaydı dönümlerce orman satın alırdım. Etrafına bir duvar örer, içinde sanki başka bir zamandaymış gibi yaşardım. Belki orada benimle yaşayacak birini daha bulurdum. Şimdiki zamana ait hiçbir şeyden söz etmeyeceğine söz verecek birini.
Bence gerçek hayatta insanlar kendilerine olabildiğince yakın birilerini arıyor. Kendi düşünce biçimini tam olarak anlayan birilerini.
Bir şeylerin benden sürekli uçup gitmesi yerine, bana geri dönmelerini nasıl sağlayacağımı öğrenmem gerek.
O geceyi işte böyle hatırlıyorum. O geceyi hep böyle hatırlamak istiyorum.
Böyle bir histi. Sanki ezelden beri birbirini tanıyan, birbirine her şeyi söyleyebilen ya da hiçbir şey söylemeden orada öylece durabilen iki insan gibi.
Sonuçta nasıl hissettiğini çok iyi anlıyordum. Kaybolan umutların tehlikeli olabileceğini, insanı nasıl da hayal bile edemediği birine dönüştürebileceğini biliyordum.
Sonra ona annemle ilgili bildiklerimi anlattım. Tüm o kıskançlığı ve üzüntüyü, birini çok sevmenin insanı nasıl da acımasızlığa itebileceğini anlattım.
Bunun bu kadar kafamı yormasını istemiyordum ama her seferinde bir şekilde böyle oluyordu. O, kalbime işlemişti. Dallarını, köklerini kalbimin derinliklerine dolayıp oraya iyice yer etmişti.
İkisi de ona gurur dolu gözlerle bakıyordu. O anda en son ne zaman benim yaptığım bir şeyin karşısında böyle göründüklerini hatırlayamadığımı fark ettim.
Ama ya yanlış türde bir sevgiye düşerseniz? Ya kazara o kişiye aşık olmak dünyanın en iğrenç şeyi olduğu için hayatta kimselere bahsedemeyeceğiniz türde bir sevgiye düşerseniz? Ölesiye derine gömmek zorunda olduğunuz için neredeyse kalbinizi bir kara deliğe dönüştüren bir sevgiye?
Orada bir süre öyle kalmıştık. Sonunda iki ayrı insan olmayı bırakmışız ve bir bütün olmuşuz gibi hissetmeye başlayana kadar.
Sevgim öyle büyük ki, kalbim ortadan ikiye bölünecek neredeyse
Güneş gözden kaybolmaya devam ederken hayattaki ufacık güzel şeylerin nasıl da korkunç şeylerin omuzlarında yükselebildiğini düşündüm.
Bazen kelimelerin canlı olduğunu düşünürdüm. Eğer mahrem kelimesi canlı bir şey olsa sonbahar yaprakları renginde saçları olan ve ay gibi beyaz giyinen, solgun tenli, küçük bir kız olurdu.
Bu ikimizin de hoşuna gidiyordu; bir insanı onun haberi olmadan izlemek. İkimiz de bazen insanın bu sayede birinin gerçekte kim olduğuna dair bir ipucu yakalayabileceğini biliyorduk.
Hiçbir şey değişmemişti. Bir kez daha aptal konumuna düşmüştüm. İnsanlar için ne ifade ettiğini anlayamayan bir kızdım ben.
Burada, her şeyin orta yerinde olduğum halde neredeyse kendimi görünmez hissediyordum.
O anda Finn’e dönüp, Şuna bak, demek istiyordun çünkü gösterdiğin o şeyi bir şekilde mükemmel bulacağını biliyordun. Sana kendini o şeyi fark ettiğin için dünyanın en iyi gözlemcisi olduğunu hissettirmenin bir yolunu bulacağını biliyordun.
Bilmiyor musun? İşin sırrı bu. Her zaman hayal ettiğin gibi biri olduğundan emin olursan ve etrafında yalnızca insanların en iyilerine yer verirsen ertesi gün öleceğini bilsen bile bu umurunda olmaz.
İnsan çok bilince bazı şeyleri mahvedebiliyordu.
Şimdi gözüme o kadar çirkin görünmüyorlardı. Artık hikayelerini bildiğim için neredeyse güzel bile görünmeye başlamışlardı sanki.
O öğleden sonra orada ikimiz vardık ve sonra ve sonra bir anda tek başıma kalmıştım.
Ve, şey, sanırım bir de o zaman mükemmel olmamak sorun olmazdı. O zamanlar kimse mükemmel değilmiş. Hemen hemen herkesin bir kusuru varmış ve insanların bu kusurlarla yaşamaktan başka şansı yokmuş.
Dünyayı tersdüz ettiklerini anlatmıştı. Kumlar bulutmuş, gökyüzü de denizmiş gibi davranırlarmış.
Ve deliler gibi gülmüş, gülmüş, gülmüş olmanın, geriye hiçbir şey kalmayan dek ağlamış olmanın verdiği o his… Ama bir dinginlik hissi. Dinginliklerin en güzeli.
Eğer çok param olsaydı dönümlerce orman satın alırdım. Etrafına bir duvar örer, içinde sanki başka bit zamandaymışım gibi yaşardım. Belki orda benimle yaşayacak birini daha bulurdum. Şimdiki zamana ait hiçbir şeyden söz etmeyeceğine söz verecek birini.
Ama içimdeki hüzün hala yerindeydi. Sadece Toby ile Finn’in dünyasının bir parçası olmadığım için değil, aynı zamanda Finn’in hayatında aslında onun olmayan ama onun zannettiğim bir sürü şey olduğu için.
Hayatta insanlara ikinci bir şans veriyorlar mı sanıyorsun? Buna mı inanıyorsun? Ben sana söyleyeyim, ikinci şans diye bir şey yok. Bu fırsatlar birdenbire yanı başında bitiverir ve sonra ne olduğunu bile anlamadan sen daha ne olduğunu bile anlamadan uzakta, geride kalmış bir hayale dönüverirler. Sonra ne olacak peki? Sonra elinde ne kalacak?
bazen sadece ufacık bir gülümseme bile insanları ele veriyordu.
kimse benim nerede olduğumu bilmiyordu. Rüzgara dokunmak geliyordu içimden.
Aklım neredeyse bana tamamen yabancı olan bu adamın arabasına binmemem gerektiğini söylüyordu ama kalbimden geçen şuydu: Ya orada Finn’in düşürdüğü bir kalem, bir kutu Good Plentys şekeri ya da küllü sarı tonunda bir tutam saç varsa? Ya Finn’in oturduğu yerde izi kalmışsa? Ya Finn’in soluduğu havadan tek bir atom kaldıysa?
Heykelin önünde bir süre daha durdum. Çoğunlukla gözüm başı olmayan İsa’nın üzerindeydi. Acaba İsa’nın başı bu dünyada birilerinde olabilir miydi? Acaba İsa ile Meryem bir sanat eserine konu olmayı hiç istemiş miydi? Sanat eseri olmak hasta olmak gibi bir şeydi sanki. Birdenbire üzerinde tartışılan, analizler yapılan ve spekülasyonlarda bulunulan bir türe dönüşüyordunuz.
Finn sanatın meyve dolu bir kasenin mükemmel bir resmini yapmakla ilgili olmadığını söylerdi. Sanat fikirlerle ilgilidir derdi.
Finn sanatın meyve dolu bir kasenin mükemmel bir resmini yapmakla ilgili olmadığını söylerdi. ‘Sanat fikirlerle ilgilidir,’ derdi. Ve senin bir ömür boyu yetecek kadar iyi fikrin olduğunu söylerdi.
Bana gerçekleri kim anlatacaktı? Herkesin gördüklerinin altında yatan gerçek hikayeyi bana kim anlatacaktı? İnsan bütün bunları bilen birine nasıl dönüşürdü?
Birbirlerini sevmek için seks yapmak zorunda olmayan insanları hayal ediyorum. Seni yalnızca yanağından öpecek insanları.
Sadece Finn bana bu adamdan bahsetmediği için değil, aynı zamanda bu konuyu onunla asla konuşamayacağım için. Ve sanırım birini kaybetmenin ne demek olduğunu ancak o zaman anlamıştım.
Annem sık sık Fin’le ilgili buna benzer şeyler söylerdi. Nasıl hiç büyümediği gibi. Sanki büyümemek kötü bir şeymiş gibi söylerdi bunu, ama bence bu onun en iyi yanlarından biriydi.
Ben kimsenin görmek istemediği o adamdım.
İnsanların kafasından geçenleri anlayıp bunları bir tuvalin yüzeyine aktarmayı nasıl başardığına akıl sır erdiremiyorum. Görünmez olan düşünceler nasıl oluyor da bir tuvalin üzerindeki kırmızı, sarı ve beyaz boyalara dönüşebiliyor?
Kaybolan umutların tehlikeli olabileceğini, insanı nasıl da hayal bile edemediği birine dönüştürebileceğini biliyordum.
Ama bu imkansızdı. Greta da bunu çok iyi biliyordu. İnsan istediği şeye inanmaya çalışsa da bu hiçbir zaman işe yaramıyordu. Sonuç hoşuna gitse de gitmese de, sonunda neye inanacağına beynin ve kalbin karar veriyordu.
Finn başını tablodan kaldırıp fırçası havada, Yakında bitecek, demişti. Greta’yla başımızı sallamıştık ama ikimiz de tablodan mı, yoksa yakında ölecek olmasından mı bahsettiğini anlamamıştık.
Belki de bu konuda haklılardır. Belki de insanların görmenizi istemediği şeyleri görmeye çalışmak bir suç olarak kabul edilmeli.
Dilediğin şeye inanmakta özgürsün , ama bu imkansızdı. İnsan istediği şeye inanmaya çalışsa da bu hiçbir zaman işe yaramıyordu. Sonuç hoşuna gitse de gitmese de, sonunda neye inanacağını beynin ve kalbin karar veriyordu.
.
Bir şeyi öğrendikten sonra asla anlayamayacaksın !..

.

Ustasından öğrenen bir öğrenci, bilge bir öğrencidir.
Yalnızca dünyanın en mutsuz insanları sonsuza dek yaşamayı ister,çünkü hayatları boyunca istedikleri hiçbir şeyi yapamadıklarını düşünürler. Yeterince zamanları olmadığını,hayattan paylarına düşeni alamadıklarını hissederler.
Hayatta insanlara ikinci bir şans veriyorlar mi sanıyorsun? Buna mi inanıyorsun? Ben sana söyleyeyim,ikinci şans diye bir şey yok. Bu fırsatlar birdenbire yanı başında bitiverir ve sonra ne olduğunu bile anlamadan uzakta, geride kalmış bir hayale dönüverirler.
“Zamanda bir buruşukluk adlı kitapta zamanın kocaman,eski,buruşuk kırışık bir battaniye olduğu yazıyor.Ben de o buruşukluklardan birine denk gelmek isterdim. Onun içinde kalmak.Küçücük, sımsıkı bir kıvrımın içine sokulup saklanmak.”
Görünmez olan düşünceler nasıl oluyor da bir tuvalin üzerinde ki kırmızı, sarı ve beyaz boyalara dönüşebiliyor?
“Yalnızca dünyanın en mutsuz insanları sonsuza dek yaşamayı ister, çünkü hayatları boyunca istedikleri hiçbir şeyi yapamadıklarını düşünürler. Yeterince zamanları olmadığını, hayattan paylarına düşeni alamadıklarını hissederler.”
Zamanda bir buruşukluk adlı kitapta zamanın kocaman, eski, buruşuk kırışık bir battaniye olduğu yazıyor. Ben de o buruşukluklardan birime denk gelmem isterdim. Onun içinde kalmak. Küçücük, sımsıkı bir kıvrımın içine sokulup saklanmak.
Belki de sonunda istediğin şeyi yapabilmek için ölümün eşiğinde olman gerekiyordu.

Sonra aklıma şu geldi: Belki de günün birinde öleceğini, bu hayatın sonsuza dek devam etmeyeceğini fark etmek de yeterli olabilirdi. Belki bu kadarı yeterdi.

İnsanların neden sürekli yapmayı istemedikleri işleri yaptıklarını merak ediyordum gerçekten. Hayat giderek daralan bir tünel gibiydi. İnsan ilk doğduğunda tünel kocaman oluyordu. İstediğin her şey olabilirdin o zaman sanki. Sonra doğduğun anda belki yarı yarıya küçülüyordu tünel. Erkek doğduysan anne olamayacağın kesinleşmiş oluyordu ve bir manikürcü ya da anaokulu öğretmeni olman da pek muhtemel değildi. Sonra büyümeye başlıyordun ve yaptığın her şey bu tüneli biraz daha daraltıyordu. Ağaca tırmanırken kolunu kırdığında bir beyzbol atıcısı olmayı listeden elemiş oluyordun. Matematik sınavlarından kaldıysan bilim adamı olma hayallerinin hepsini çöpe atabilirdin. O kadar basit. Bu böylece yıllar boyunca devam ediyordu, sonunda o tünelin içinde sıkışıp kalana dek. Belki bir fırıncı, kütüphaneci ya da barmen oluyordun sonunda. Ya da bir muhasebeci. Orada kalakalıyordun. Bir gün öldüğün zaman tünel artık tamamen daralıp kapanmış oluyordu. Kendini bir sürü tercihle sıkıştırmış, sonunda tünelin altında ezilip kalmış oluyordun.
Bunu ben de anlamıyordum. Neden hayatta insanın her istediği olmuyordu ki?
Ama ya yanlış türde bir sevgiye düşerseniz? Ya kazara o kişiye âşık olmak dünyanın en iğrenç şeyi olduğu için hayatta kimselere bahsedemeyeceğiniz türde bir sevgiye düşerseniz? Ölesiye derine gömmek zorunda olduğunuz için neredeyse kalbinizi bir kara deliğe dönüştüren bir sevgiye? Daha derine ittiğiniz ama ne kadar çabalasanız da, boğulup gitmesi için umut etseniz de bir türlü başınızdan gitmeyen bir sevdaya?Yok olup gideceğine, daha da büyüyen, zamanla kocaman olup bütün varlığınızı kaplayan ve sonunda sizin ta kendiniz olan, size dönüşen.
Sırrın bende güvende, dedim. Söz veriyorum. Gözleri kapalı gülümsemişti. Biliyorum.
Bu şansları kaçırmak istemiyorum. Ama bazen yatağımda uzanıp odama bakıyorum ve artık çocuk olmamam gerektiğine inanamıyorum. Peki ya çocuk olma şansıma ne olacak? Bunun için ikinci bir şansım olacak mı?
Her şey o öğleden sonra bir müzik olmuş, hıçkırıklarımıza karışmıştı. Bütün şehir bu müzikle hüzünlü bir koroya dönüşmüştü.
Ağlamayacaktım. Ağlamayacaktım. Ama birdenbire gözyaşları olduğu gibi dizginlemez bir biçimde dökülmeye başlamıştı.
Her yer öyle sessizdi ki. Keşke hayatta bir tek şeyi düzeltebilsem diye düşündüm. Tek bir şeyi ve bunu bile yapamadım. Birkaç tane siyah düğme çizmeyi bile başaramadım.
Romantik olmak demek her zaman güzel olan şeyleri görmek istiyorsun demektir. İyi olan şeyleri. Hayatın acı gerçeklerini görmek istemediğin, her şeyin sonunda yoluna gireceğine inandığın anlamına gelir.
O benim hakkımda bir sürü şey biliyorken, benim onun hakkında hiçbir şey bilmiyor olmam
Birkaç insanı sorun etmiyordum ama daha kalabalık olduğunda birdenbire kendimi tüysüz köstebek gibi hissediyordum. Utangaç olmak böyle bir şey işte.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir