İçeriğe geç

Kültürden İrfana Kitap Alıntıları – Cemil Meriç

Cemil Meriç kitaplarından Kültürden İrfana kitap alıntıları sizlerle…

Kültürden İrfana Kitap Alıntıları

Ne mutlu bize ki, dilimizi de kaybettik. Tarihimiz mührü çözülmemiş bir masal hazinesi. Ne batıyı tanıyoruz, ne doğuyu. En az tanıdığımız ise, kendimiziz.Hadis-i Kudsi, Nefsini bilen, Rabbini bilir buyurur. Böyle bir bilgiye fert olarak da, cemiyet olarak da, beşeriyet olarak da en çok şimdi muhtacız.
Bir medeniyetin başka bir medeniyete *istihale etmesi ham bir hayaldir. Bu hayali çok pahalıya ödedik. Batılılaşmanın, batmak olduğunu idrak ettiğimiz zaman iş işten geçmişti.
İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime. Tecessüsü madde dünyasına çivilemeyen, zekâyı zirvelere kanatlandıran, beşerîyi ilâhi ile kutsîleştiren, uzun ve çileli bir nefis terbiyesi. İslâm, insanı parçalamaz. İrfan, kemâle açılan kapı, amelle taçlanan ilim. Batı’nın kültürlünde bu zenginlik, bu ihtişam, bu hayata istikamet veriş yok. İrfan bir mevhibedir. Cehitle gelişen bir mevhibe. Kültür, katı, fa­kir ve tek buutlu bir lâfız. İrfan, beşeri beşer yapan vasıfların bütünüdür. Kültür, homo ekonomikus’un kanlı fetihlerini gizlemeye yarayan bir şal. İrfan, dinî ve dünyevî diye ikiye ayrılamaz. Yani her bütün gibi tecezzi kabul etmez.
Düşman hepimizin ortak düşmanı:Yalancı Avrupa ve şuursuz Orta Doğu insanı.
Batının her kepazeliğini yücelten, kendi insanlarında hiçbir çelişkiye tahammül edemeyen gafil bir neslin veballerinden kurtulmağa çalışmalıyız. Akif de, Fikret de, Yahya Kemal de, Necip Fazıl da bu ülkenin en mümtaz ve en asil kalemleridir. Allah bizi içine düştüğümüz bu masoşizm girdabından bir an önce kurtarsın.
Bir milletten bulunmak arzusu, ortak menfaatleri ve tarihi olmak, milletlerin doğuşunda ırktan da, dilden de, dinden de daha önemlidir.
❝Her şeyin yokluğunu çekmeli insan; yokluk varlıktan daha görkemli ve daha anlamlıdır..❞
.
.
“iyilik eden mükâfat beklediği an tefecidir.”
Üç kıtaya hâkim olmuş bir medeniyetin dünyaya adalet ve kardeşlik dağıtmış bir ülkenin hiçbir zıpçıktı ‘uygarlığı’ taklide ihtiyacı yoktur.
Tarihimiz mührü çözülmemiş bir masal hazinesi.Ne Batı’yı tanıyoruz,ne Doğu’yu.En az tanıdığımız ise,kendimiziz.Hadis-i Kudsi,Nefsini bilen,Rabbini bilir buyurur.Böyle bir bilgiye fert olarak da,cemiyet olarak da,beşeriyet olarak da,en çok şimdi muhtacız.
Marx bir ülkenin hayatını parlamentoda mücadeleler arkasından gören kimseleri meclis budalaları diye vasıflandırıyordu. Çeşitli budalalıklar var. İlmi problemleri sadece kendi uzmanlığı hudutları içine sıkıştırarak görmek de bir nevi budalalık değil mi?
Batı, tarihindeki her kepazeliği yüceltirken; kendi geçmişimizde karşımıza çıkan minnacık kusurlara takılıp kalıyoruz.
İslâmiyet, ilâhî bir hidayettir. Ruh, bu fâni dünyaya hapsedilen ilâhî bir parıltı.”
Tarihimiz mührü çözülmemiş bir masal hazinesi. Ne batıyı tanıyoruz, ne doğuyu. En az tanıdığımız kendimiziz. Hadis-i Kutsî, ‘Nefsini bilen, Rabbini bilir’ buyurur. Böyle bir bilgiye fert olarak da, cemiyet olarak da, beşeriyet olarak da en çok şimdi muhtacız.
Kanaatimce sağ ve sol tasnifi Avrupa’dan ithal edilen bir bid’attir. Hepimiz aynı tarihin çocuklarıyız. Düşman bir dünyanın kucağında yaşıyoruz.
Batı, bütün zaferlerini yamyamlığına borçlu.
İrfan, nefs terbiyesi, olgunluğa açılan kapı, amelle taçlanan ilim. Kültür, irfana göre katı ve fakir. İrfan, insanı insan yapan vasıfların bütünü, yani hem ilim, hem iman ve hem de edep.
Önce diz çöküp okumak, anlamağa çalışmak, sonra da, ömrümüz kifayet ederse ve becerebilirsek, yapılan çalışmaları dilimize aktarmak. Belki bu sayede biz de yıllarca sonra irfan kervanına katılabiliriz.
Ateizm Allah’a inanmamak değil, avamın inançlarını paylaşmamaktır.
Eskiden yekpare bir topluluktuk. Aynı iman etrafında kümelenen, beraber gülüp beraber ağlayan bir mü’minler topluluğu
Osmanlı, yâd elleri kanıyla vatanlaştırmıştı, kanıyla ve adaletiyle.
Heyhat, hidayet ilahi bir lütuf. Ben de belli bir çağın insanı olarak kültürün hizmetinde idim şimdiye kadar. Dünya kütüphanelerinin kapılarını yurdumun insanlarına açmak istedim. Hint ormanlarının uğultusunu taşıdım edebiyatımıza. Batının büyük düşünce fatihlerini konuşturdum. Eserlerimin ‘kültür’ cildi, aşağı yukarı tamamlandı. Bundan sonra ‘irfan’ cildi başlayacak. Ayrıntılarla fazla uğraştım şimdiye kadar. Artık bu uzun yolculukta devşirebildiğim hakikat meyvelerini takdime çalışacağım okuyucularıma. Kültürden çok irfanla uğraşmak istiyorum.
Çare? Zindanımızı yıkmak, mimarı ve işçisi cehaletimiz olan zindanı. Önce kendimizi tanımalıyız. Nasıl bir tarihin çocuklarıyız? Ne soran var ne bilen.
Hadis-i şerif, kendini tanıyan Rabbini de tanır buyuruyor. Önce kendilerini tanımalılar; kendilerini yani ikbal ve idbarlarıyle tarihlerinin
bütününü, kendi dillerini, kendi dinlerini, kendi irfanlarını. Sonra insanlığın tarihine eğilmek, Asya ve Avrupa’nın her düşüncesini hiçbir
peşin hükme saplanmadan incelemek. Bu çetin yolculukta iki çetin yardımcıya ihtiyaç var:

1) Milli irfan hazinelerini taramaya yetecek zengin ve köklü bir Türkçe (İslâm harflerini öğrenmeden böyle bir fethe çıkılabileceğini sanmıyorum)

2) Bir Batı dili, Avrupa’yı, imtiyazlı birkaç züppenin vesayetine ihtiyaç duymadan bizzat tetkik etmek için bir batı dilini bilmekten başka çare yoktur. Sonra “ikra” emr-i celiline uymak..

Hadis-i Kudsi, ‘Nefsini bilen, Rabbini bilir’ buyurur. Böyle bir bilgiye fert olarak da, cemiyet olarak da, beşeriyet olarak da, en çok şimdi muhtacız.
Yaşamanın, dayanmanın, direnmenin ilk şartı: şuur.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
İslâm’ın Devlet-i Aliyye’ye mirası laf camabzlığı değil, adalet ve imandır.
Hiçbir şey asli halinde kalmaz, tufanlar ve ihtilaller bile bir şekil değiştirmeden ibarettir. Ölen vücuttur, ruh değil. Her tahrip daha geniş bir ölçüde bir yaratışın müjdecisidir.
Tarih demek ruh ve zekâ demek. Dinler, müesseseler, felsefeler mutlak ideayı arayan, Allah’ını arayan ruh sayesinde gelişirler.
Eski hakikatleri de anlamak ve manevî mirasa katmak lazım
İmanın sarsıldığı bir çağdayız, toplumlar ve ruhlar çalkalanıyor.
Soru – Gençlere, yetişmeleri için ne tavsiye edersiniz?
Cevap – Hadis-i Şerif, kendini tanıyan Rabbini de tanır, buyuruyor. Önce kendilerini tanımalılar; kendilerini yani ikbal ve idbarlariyle tarihlerinin bütününü, kendi dillerini, kendi dinlerini, kendi irfanlarını. Sonra insanlığın tarihine eğilmek, Asya ve Avrupa’nın her düşüncesini hiçbir peşin hükme saplanmadan incelemek. Bu çetin yolculukta iki çetin yardımcıya ihtiyaç var 1) Milli irfan hazinelerini taramaya yetecek zengin ve köklü bir Türkçe ( İslâm harflerini öğrenmeden böyle bir fethe çıkabileceğini sanmıyorum.) 2) Bir Batı dili. Avrupa’yı imtiyazlı birkaç züppenin vesayetine ihtiyaç duymadan bizzat tetkik etmek için bir batı dili bilmekten başka çare yoktur.
Gandhi’nin bu dost ve yumuşak sesi de tahakkümün duvarlarını iskambilden şatolar gibi devirmedi mi? Üç yüz milyonun şuuruna takılan zinciri bu ses kırdı. Berrak, telaşsız, sâkin. Ama İsrafil’in sûr’u kadar heybetli. Yalnız Hint’e, yalnız Asya’ya, yalnız esir milletlere değil, bütün insanlığa sesleniyor.
Sömürgeciliğin alnına Mare Tekel Fares’ damgası vuran, bu dost, bu güzel, bu mübârek ses karşısında saygı ile eğiliyorum. Bana öyle geliyor ki tarihe yol gösteren bütün resuller böyle konuşurdu; ak saçlı arya çobanları tanrılara bu sesle hitap etmişlerdi; vedalar bu sesle okunur; Upanişadlar bu sesle fısıldanır; Ramayananın şarkıları bu sesle haykırılırdı.
Buhranlar içinde kıvranan toplumumuz Akif’den bir çok dersler alabilir ve almalıdır da. Akif, Cevdet Paşa’yla başlayan, Tunuslu Hayrettin ve Sait Halim Paşa’larla devam eden bir düşüncenin son büyük temsilcisidir. Ondan alacağımız derslerin başında çoktandır kaybettiğimiz bir fazilet var: İnsaf. Ben, Akif’i Fikret’ten çok severim. Ama her iki şair de ülkemizin barındırdığı milyonlarca lt; lt; ecsad gt; gt; arasında ihtişamla parlayan temiz birer nasiyedir. Akif, Fikret aleyhindeki yazılarını Safahat’a almamak efendiliğini göstermiş. Keşke Sultan Hamit’le ilgili hicviyesine de o güzel eserde yer vermemiş olsa idi. Safahat Türk dilinin en mükemmel ve en dolu kitaplarından biri. Akif ise mistik hülyalardan uzak, tam bir Asr-ı Saadet müslümanı.
Dilimizde ifadesi bulunmayan mefhumlardan biri de: obskürantizm. Tarihin bütün cinayetlerini yüklenebilecek kadar habis ve lanetli bir kelime.Sokrat’ı zehirleyenler, Aristo’yu ülke dışına kovanlar, Galile’yi mahkûm edenler bu illete yakalanmışlardı. Obskürantizm nura düşmanlıktır. Hakikatin her tecellisini yadırgamak, her inancı susturmak ayırıcı vasıflarıdır bu habasetin. İslamın tanımadığı bir illet diye seviniyordum. Ama kuşkulandım birdenbire. Hallac’ı taşlayan, İhvan-ı Safa risalelerini toplatan, İmam-ı Azam’ı zindana atan kafayla, bir engizitör keşişinin kafası birbirinden çok mu farklıydı? Demek ki obskürantizm denilen bela ne bir kavmin inhisarındaydı, ne bir çağın. Binbir biçime bürünen bu hastalık daha çok ayak takımından kimseler arasında yayılıyordu. Her ülkede başka bir adı, başka bir gerekçesi vardı. İslâmiyette tek kelimeyle karşılanabilirdi: Taassup.
lt; lt; Şu taş cebînime benzer ki aynı makberdir,
Dışı sükun ile zahir, derunu mahşerdir gt; gt;
diyor Hamid. Hakkı yok mu? Her alın bir mezar taşı. Sâkit ve samit. Daha doğrusu sefil ve abes bir komediyi gizleyen et ve kemikten bir perde. Kelimeler içimizdeki gülünç faciayı sadakatle aksettirmez. Ses ne kadar kendi sesimiz! Sözler yalnızlığımızı yabancı gözlerden saklamak için uydurulan yoğun bir sis perdesi. Şuurun şahadatine katlanabilecek kaç babayiğit var!
Çağının en büyük coğrafyacısı, en büyük astronomu, en büyük dil bilimcisi, en büyük mühendisi.. Avrupa’nın Biruni ile ilgilenmesi E. Sachau’nun incelemeleri ile başlar. Çağımızın Batı yazarlarına göre onbirinci yüzyılın başları Orta Asya’da bir ilimler rönesansına şahit olmuştur. Bu rönesansın merkezi ve mihveri El Biruni. Dr. S. Barton. lt; lt; İlim Tarihine Giriş gt; gt; adlı kitabında İbni Sina, İbn’ül Haysam ve Ali bin İsa gibi büyüklerin yetiştiği onbirinci asrın ilk yarısını, pek haklı olarak, bu büyük alimin adına izafe eder. Evet, Togan’ın dediği gibi: lt; lt;Batı’nın modern ilmine en çok yaklaşmış Doğulu bilgin gt; gt;dir El Biruni.
Batı düşüncesinin kendi köklerini araştırırken varmak zorunda olduğu hüküm bu. Biz ise, ne Bâtı’yı tanıyoruz ne de İslâm düşüncesinin tarihini.
Toplumlar da arada bir dinlenilir, kervanlar gibi. Ne kadar yol alınmış, hesaplanır.
Tanımamışız kendimizi. Başkalarını nasıl tanıyabilirdik? Avrupa’yı Avrupa’nın istediği kadar tanıdık. Asya, kâşifini bekleyen bir seyyare, İslâmiyet mavi sakalın kırkıncı odası. Tanımıyoruz kendimizi, tanımak da istemiyoruz. Yaşamak istiyorsak, dünyadaki yerimizi bilmek zorundayız.
Bir kere daha anlıyoruz ki yaşayışımızı yöneten maddî güçler değil fikrî ve ahlâkî güçlerdir.
Zekâyı hakikatin fethine kanatlandıran biricik klavuz, metottur, güvenilecek tek ışık, aklın ışığı.
Modern makinalaşmanın amaçsız hamleleri bütün ruhî ve sanatkârane değerler için bir tehdit değil mi?
Kültürün dün de, bugün de, yarın da tek taşıyıcısı vardır: Kitap.
Ahlakça büyük olan (büyük adam, yol göstericiler) hayatını bir sonraki nesil için feda edebilendir.
Anlamak istemiyoruz ki hiçbir zafer bedava kazanılmaz.
Batı’nın modern ilmine en çok yaklaşmış Doğu bilgin dir El Biruni.
Çığlıkta ahenk aranmaz.
İrfan kendini tanımakla başlar. Kendini tanımak için ön yargıların köleliğinden kurtulmak gerekir.
Batı kültürün vatanı, Doğu irfanın. Tarihimiz mührü çözülmemiş bir masal hazinesi. Ne Batı’yı tanıyoruz, ne Doğu’yu. En az tanıdığımız ise, kendimiziz.
Emperyalizm hiçbir zaman Âkif kadar müthiş bir düşman tanımamıştır. Âkif hem bir ülkenin sesidir, hem de bütün bir kıtanın.
Âkif iliklerine kadar halktandır. Sömürgeciliğe bütün gönlü ile düşman, ilerici ve samimi bir sanat adamıdır. Muhafazakârların bayrağı olarak alkışlanmıştır. İnsanları kaypak klişelere hapsetmek sadece cehaletimizi ifşa eder.
İrfan, insanoğlunun has bahçesi, ayırmaz, birleştirir. Bu bahçede kinler susar, duvarlar yıkılır, anlaşmazlıklar sona erer.
İrfan, nefs terbiyesi, olgunluğa açılan kapı, amelle taçlanan ilim. Kültür, irfana göre katı ve fakir. İrfan, insanı insan yapan vasıfların bütünü, yani hem ilim, hem iman ve hem de edep.
Önce, kendimizi tanımalıyız. Maziden koparılmışız. Cami avlusunda bulunmuş bir çocuk şuursuzluğu içinde çırpınıyoruz. Nasıl bir tarihin çocuklarıyız? Ne soran var, ne bilen.
Morgan, Eski toplum adlı eserinin ilk sayfalarından itibaren şöyle der: İnsanogulları aynı babanın çocuklarıdır, aynı ilerleme konaklarında aynı ihtiyaçları duyarlar, aynı sosyal şartlar içinde kafalarının işleyişi de aynıdır.
Avrupa bir yandan böyle derken, bir yandan da ilkel dediği kavimleri insafsızca kırıp geçirir.
Araftayız. İrfanımızı maziye bağlayan köprüleri berhava ettik Düşünce yok artık. Kinlerde, sevgilerde bir takım işaretlerin emrinde. Aslında bugün içinde bulunduğumuz boşluk maziyi iyi tanımayışımızdan doğmaktadır. Bu itibarla bizden öncekilerin neler düşündüklerini, neler tavsiye ettiklerini bilmek, yazdıklarını yeni harflere çevirmek, okumak, okutmak, tartışmak zorundayız! Neden bu şekilde düşünüyorlardı, nerelerde hata yapmışlardı? Çare? Zindanımızı yıkmak, mimarı ve işçisi cehaletimiz olan zindanı. Önce kendimizi tanımalıyız. Nasıl bir tarihin çocuklarıyız? Ne soran var ne bilen. Birleşmek ve düşünmek zorundayız. Bu zincirleri ne zaman kıracağız? Kendi kendimize vurduğumuz zincirleri
Bu zincirleri ne zaman kıracağız? Kendi kendimize vurduğumuz zincirleri
Nefsini bilen, Rabbini bilir.
Önce insan Yani, kim olduğunu bilen, dünya içindeki yerini tayin eden, mazinin büyük ve ağır mirasını taşıyacak ehliyette şuurlu insanlara ihtiyacımız var.
Emperyalizm hiçbir zaman Âkif kadar müthiş bir düşman tanımamıştır. Âkif hem bir ülkenin sesidir, hem de bütün bir kıtanın.
Çare? Zindanımızı yıkmak, mimarı ve işçisi cehaletimiz olan zindanı. Önce kendimizi tanımalıyız. Nasıl bir tarihin çocuklarıyız? Ne soran var ne bilen.
Bu zincirleri ne zaman kıracağız? Kendi kendimize vurduğumuz zincirleri
Batı , Bütün Zaferlerini Yamyamlığa Borçlu!
OSMANLI, YAD ELLERİ KANIYLA VATANLAŞTIRMIŞTI, KANIYLA VE ADALETİYLE.

Yeniçeri, Osmanlı’nın en büyük mucizesi. Avrupa’yı Avrupa’ya, kâfiri kâfire kırdırmak. Evet ama, zulmeti nura kalbetmek (dönüştürmek) için..

O zafer şahinleri, birer sulh güverciniydiler. Ülkelere sefalet değil, hakikat ve medeniyet götürüyorlardı. Bir davettiler, kardeşliğe, adalete, saadete davet.

Önce, kendimizi tanımalıyız.
Maziden koparılmışız. Cami avlusunda bulunmuş bir çocuk şuursuzluğu içinde çırpınıyoruz.
Nasıl bir tarihin çocuklarıyız? Ne soran var, ne bilen.
Batı’ nın mimarı olduğu her kuruluş gibi UNESCO da deniz kızına benzer ; muhteşem bir baş altında sefil bir kuyruk.
Avrupa’ yı, imtiyazlı birkaç züppenin vesayetine ihtiyaç duymadan bizzat tetkik etmek için bir Batı dili bilmekten başka bir çare yoktur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir