İçeriğe geç

Koyma Akıl Oyma Akıl Kitap Alıntıları – Haldun Taner

Haldun Taner kitaplarından Koyma Akıl Oyma Akıl kitap alıntıları sizlerle…

Koyma Akıl Oyma Akıl Kitap Alıntıları

O günkü şartlar içinde ideal bir demokrasi kurulmayacağı doğaldı. Altı yüzyıl boyu babaerkil bir teokratik rejimin kaderci ve teslimiyetçi kulluğuna alıştırılmış Türk insanını bir günün içinde eşitlik bilincine erişmiş, eleştiri ve sorumluluk duygusu güçlü birer yurttaş yapmak elbet mümkün değildi. Halk egemenliğine, demokrasiye önce alışmamız içinde gelişmemiz, oluşmamız ve bu uğurda büyük mücadeleler vermiş Batı toplularına görecelikle gelenek eksikliğimizden doğan handikapları kapmamız gerekiyordu.
1876 ve 1908 denemelerinden ibaret küçük bir geçmiş bu zor rejimi onsuz edemeyecek kadar benimsememize yetmemişti. Gerçek demokrasiye kuşaklar sonra varılacağını herkesten iyi sezen Atatürk bu halk egemenliği bayramını, onu asıl gerçekleştireceğine inandığı yarının kuşaklarına hediye edişindeki mana belki de böyle yorumlanabilir.
Her ortamda sanatçı takımına ipekböceği sabrı ve imanı gerek. Boş verici dünyaya karşın var olabilmenin, diklenebilmenin bir yolu da bu asil ve kozmik inat olabilir diye düşünüyorum.
Evet sonuna kadar çalışmak. Bu fakir milletin en iyi okullarınd ayetişmenin bedelini, hasta da olsa, durmadan arı gibi çalışarak ödemek. Dinlenmeyi ölümden sonrasına erteleyerek . Paslanmaktansa aşınmak yeğdir diye öğretmişler bize. O zaman sonbahar kötümserleştiremez insanı. Dallarından kopmamak için sonuna dek çırpınan o küçücük kavak yaprakları gibi direnmek. Sırası gelince de sessizce, şikayetsizce dalından kopup gitmek. Yerini gelecek baharda açacak yenilerine bırakarak
Hayatımın sonbaharında olduğum için mi üçüncü mevsimle bu özdeşleşme? Hayır. Ne oldum delisi ilkbaharı kaprislerinden, dingildekliğinden, maymun iştahlılığından, güneş şımarığı yazı, kalabalığından, harcıalemliğinden, yavanlığından netameli kışı da rüzgarından, içe işleyen rutubetinden ve kasvetinden ötürü sevmem. oysa sonbahar geçilen yazdan bir kanısıcaklıkla girilecek kışın ağırbaşlılığını birleştirmiş gibidir.
Zaman geçiyor. Bizler zamanın içinde yüzdüğümüz halde zamanın geçişini değil, o geçtikten sonra, sadece geçmiş olduğunu fark ediyoruz Dakikaların değerini biz ancak yılbaşından yılbaşına anlıyor, onların geçişini ancak o gece 23.00 ile 24.00 arası dikkatle izliyoruz. O da neden? Aklımız sıra, bir yılı kapayıp, bir yenisini açtıklarını sandığımızdan. Oysa hangi günün hangi dakikası bir eski yılı kapayıp yenisini açmıyor? Neden bu özeni her günün her dakikasına çevirmiyoruz? Yaşamı kuru taşlarla serpili, çamurlu bir yol olarak görenler, ancak taştan taşa sıçrayabilmek kaygısı ile, seke seke, yarım ve ham bir hayat yaşarlar. İnsanların çoğunluğu, ayları haftaları, yılları bir yere varmak için köprü olarak kullanıyor. Oysa her an başlı başına amaçtır.
Evet her şey ‘akmakta’, ‘aynı ırmak aynı kalmamakta.’ Ama insanı bu akan suların ortasında kalıcı, durucu yapan da bu tutarlılıklar değil mi? Tutulan bir söz, ucuz bir başarıya pabuç bırakmaktansa kendi öz disiplinine uyuş, kendi kendine sadık kalış Schiller’in bir dizesi ne güzel vurgular:
‘Her şey ebedi olarak dönüp değişse de
Durgun bir ruh, yerindedir hep, bu değişmede.’
sanatla uğraşanlar ya da sanat yaratması ile uğraşabilenler Faulkner’in ‘Sanatçı yaratırken canavar olur’ lafına hak verirler.
yerel şive=diyalekt her ne kadar Goethe’nin dediği gibi insanın köklerine bağlılık gibi övünülecek bir yanını belirtse de, belli bir öğrenim seviyesinden sonra bertaraf edilmesi gereken bir çocukluk alışkanlığıdır. Yerelden genele, hatta evrensele yönelen bir aydın kişi bize artık lütfen doğduğu şehrin diyalektiği ile değil dilimizin örnek diksiyonu ile seslensin isteriz.
Çocuklarımızı kendi yetiştiğimiz gibi yetiştirmek, kendi modelimize göre yoğurmak hakkı bize verilmiş değildir. Tam tersine, gelecek kuşakların bizden iyi olmasını, çok ama çok iyi olmasını istemek zorundayız. Kendi kısıtlı ufuk açımızın, kendi bilgisizliğimizin, kendi önyargılarımızın ve tutarsız gelgeç değer ölçütlerimizin kalıpları ile çocuk yetiştirmek, kendi hatalarımız ve eksikliklerimiz uzantısında ısrar etmek demek olur. Canlı yaratıkları, bizim sulbümüzden geldikleri gerekçesiyle bu cezaya çarptırmaya insan hakları açısından hakkımız yoktur.
Ölüp gittikleri için o zamanki sanatçılarımızın eşsiz olduğunu iddia etmek de o kadar yanlıştır. Bugün onlar kadar güçlü, hatta onlardan güçlü sanatçılarımızın tek kusuru henüz yaşıyor olmalarıdır.
“Hitler’in iktidara gelişinden ikinci dünya savaşı’nın son iki yılına kadar naziler, almanları ‘yarın dünya bizimdir’ sloganı ve marşları ile coşturagelmişlerdi. Ama Sovyetler, alman ordularını Stalingrad önünde durdurduktan ve müttefikler karşı hücuma geçtikten sonra milleti aynı masalla uyutmak olanaksızlaştı. Yakınlarını karlı rus steplerinde ya da sivil kentlere yapılan hava bombardımanlarında yitiren insanlara dünya egemenliğinden bahsetmek ters tepki bile verebilirdi.

Bunu anlayan propaganda nazırı Goebbels halka verdiği haftalık vaazlarda başka bir terane tutturdu. Konuşmalarında artık clausewitz’den niçe’den özdeyişler gitmiş, onların yerini stoa filozoflarından düşünceler ve telkinler yer almıştı. Goebbels her gün üç dört öğün bombardımana uğrayan, evleri yıkılan, yakınları ölen kendileri yaralanan yurttaşlarına ‘arada bir böyle acılardan geçmek insanın karakterini güçlendirir, çelikleştirir. Biz biz olduğumuzu ancak acı karşısında anlarız’ diyordu. Ve artık kendine örnek seçtiği Zeon’un ‘önemli olan başa gelenler değildir, önemli olan başa gelen belalara dayanma şeklidir’ savını geliştiriyor, ‘mutlu ya da mutsuz olmamız sıkı sıkıya bizim belaları karşılama tutumumuza bağlıdır’ diyordu. Bunu söylerken de olup bitenlere işgücü ile dayanan iç mutluluğunu ve huzur dengesini yitirmemiş bir grek bilgesi gibi gülümsemeyi unutmuyordu. Onu dinleyen almanların hani neredeyse ‘iyi ki savaş çıktı, iyi ki yeniliyoruz, iyi ki taş üstünde taş kalmadı, yoksa iç gücümüzü, dış felaketlere dayanma gücümüzü nereden anlayacaktık’ diyesi bile gelebilirdi.”

Selam yaşamımızın özlü ve önemli bir öğesi.Bunu unutur olduğumuzda çok şeyi yitiriyoruz
Paslanmaktansa aşınmak yeğdir
İnsanlar birbirlerini aldatmalarının stajına,önce kendi kendilerini aldatarak başlıyor olmalılar
Bir insanın değerini etkileyen başlıca dört unsur vardır; Kalıtım,aile terbiyesi, yetişme tarzı,deneyim
Ulusal kusurlarımızdan biri de, galiba yumurta kapıya gelmeden harekete geçmeme adetimizdir
16.11.1980
Bir çocuk yapmak çok kolaydır ama, bir çocuğu kişilik sahibi olarak topluma kazandırmak çok güçtür
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Çevre korumasını değil engellemek,tüm insanlığın tepesindeki bu afeti kendi bölgemizde elden geldiğince hafifletmek için yapılacak her girişimi var gücümüzle desteklemek zorundayız.Bu işin particilikle, milliyetçilikle, sosyal demokrasi ile, şu ya da bu dünya görüşü ile yorumlanmaya tahammülü yoktur.
Ne quid nimis. Aşırılıktan kaçın, her şeyde ölçülü ol
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Allah için güzel kapışıyoruz, birbirimize kara çalmakta üstümüze yok
Herkesin aynı şekilde düşünmesi olanak dışıdır. Her birimiz değişik açılardan gerçeğin ancak bir yanını görebiliriz
Kalabalıklar çoğu zaman kendi aklı ile düşünmekten hoşlanmaz. Hazır lokmaları, kendine telkin edilen kalıpları kabullenmek daha kolayına gelir.
Bir ayet, Selamlanıyorsanız siz daha candan karşılık verin der. Eskiden tenhaca bir yolda karşılaşan iki din kardeşi selamün aleyküm, aleyküm selam diye selamlaşırlardı. Selam, gergin yüzü gevşetir. Dudağı gülümsetir, göze parıltı, içe ferahlık verir. İnsanı afra tafradan uzaklaştırır, tevazua yöneltir. Otomatikleştiği için artık pek farkında değilizdir ama, vedalaşırken karşımızdakine Allahaısmarladık diye en büyük sevgiyi, ilgiyi ve itibarı gösteririz. O da bizi dünyada başka hiçbir millette olmayan apaydınlık dört hece ile uğurlar: Güle güle.
Rastladığımız her Allah’ın kulu bir selama değer. Çıkarımız olmasa da. Bize vaktiyle öyle öğretmişler. Çok eskiden. Bunu sürdürmek bana doğal, başka türlüsü kabalık gelir.
Narsisizm kompleksi az buçuk herkeste vardır. Öyle olmasa ayna sanayii bu kadar alır yürür mü idi? Mesele işin dozunda. Dozu aşan patolojik alana girer. Azı yararlı, çoğu ise zararlıdır. Hem kendine, hem topluma.
Kendisine büyük hizmeti dokunmuş insanları unutmak, bir toplumun yozlaştığını belgeler. Kadirbilirlik, uygarlığın şaşmaz koşullarından biri.
İnsanlar birbirlerini aldatmalarının stajına, önce kendi kendilerini aldatarak başlıyor olmalılar.
Bir insanın değerini etkileyen başlıca dört unsur vardır: Kalıtım, aile terbiyesi, yetişme tarzı, deneyim.
Ulusal kusurlarımızdan biri de, galiba yumurta kapıya gelmeden harekete geçmeme âdetimizdir. Hep günün içinde yaşarız. Nadiren ilerisini hesaplarız.
Anılarını anlatırken neden herkesin dudaklarında tatlı bir gülümseme belirir. Bu insanın uyduracağı, katacağı rötuşların önsevincidir bir bakıma da. Şimdiki zamanı olduğu gibi kabullenme ezikliğinde olan insan, ancak geçmişi biraz keyfince rötuş edebilir de ondan.
Örnek devlet adamı bence sağduyuyu önce kendi edinen, sonra onu inançla, dirençle tutarlılık içinde kamuya maletmeye çalışan adamdır. Bu bakımdan kendi kişisel ihtirasları ve inatları ile kamunun çıkarları arasında yine kendini hakem yapabilen ve egosunun aleyhine özveride bulunabilen adamdır.
Politikacı dediğin bilge, filozof değil ki, kendi çapını fark etsin; zaafını görüp itiraf etsin. Politikacı dediğin, seçmeni aldata aldata kendini de aldatmayı alışkanlık haline getirmiş adamdır.
İnsanoğlu, ölümle karşı karşıya gelmedikçe kendi içindeki asıl özü, kendi öz cevherini kolay keşfedemiyor. İnsanın bütün gücü kendinden uzaklaşınca, ancak o zaman, ta içindeki bir yerde ölmeyen, ölmek istemeyen hayat dolu, umut dolu bir ışıltı kendini duyuruyor. Öyle güç durumlarda insan ona tutunup karanlıktan çıkmaya çalışıyor. Yazgısı yardım edip iyileşirse kendine ve dünyaya bambaşka, geniş, sevgi dolu, küçük insanların düzayak açısının çok üstünde bir açıdan bakmaya başlıyor.
Her diyalog bir bakıma bencil bir monologdur. Bir iç döküştür.
İnsanoğlu durumu bozulunca ille bir yerden bunun avuntusunu arayıp buluyor. Bulmaya çalışıyor.
Yaşlılığın alameti, bence yaş sayısı değil, gönül gücü eksikliğidir, karamsarlıktır.
Bir konu üzerinde konuşulurken duvara sıkıştırılınca konuşmayı o konunun rayından çıkarıp, en olmayacak alanlara kaydırma demagojisinde dünyaya taş çıkartabiliriz.
Sansür sağlam rejimlerde, kimsenin aklına dahi gelmeyen bir korku psikozunun simgesidir. Sanata, bilime, yaratma ve arama özgürlüğüne karşı konulmak istenen bir korku barikatıdır. Hiçbir zaman, hiçbir yerde tutmamıştır. Düşüncenin özgürlüğünü önleyememiştir. Ancak bir süre için rahatsız etmiş sonra alanı, kutsal düşünce özgürlüğüne bırakıp gitmiştir. O düşünce özgürlüğü ki, onsuz ne sanat, ne bilim, ne kültür, ne de uygarlık olur.
Demokritos’un dediği gibi, “Bayramsız bir yaşam, duraksız uzun bir yola benzer.” Duraklar çoğaldıkça, tekdüze hayata daha taze güçle katılınır. İnsan, bari bu bayramsal duraklar vesilesiyle bir vicdan ve durum muhasebesi yaparsa, yakınlarına tekdüze günler içinde unuttuğu sevgi ve şevkat borcunu, bari bu günler vesilesiyle yerine getirirse, o bile az kâr mıdır?
Her şey ebedî olarak dönüp değişse de
Durgun bir ruh, yerindedir hep, bu değişmede.
Temizi kirletmek, güzeli çirkinleştirmek, düzeni başıbozukluğa çevirmek için saygısızlıktan da öte bir küstahlık gerekir.

13 Mayıs 1984

Paslanmaktansa aşınmak yeğdir, diye öğretmişler bize. O zaman sonbahar kötümserleştiremez insanı. Dallarından kopmamak için sonuna dek çırpınan o küçük kavak yaprakları gibi direnmek. Sırası gelince de sessizce, şikayetsizce dalından kopup gitmek.
Yerini, gelecek baharda açacak yenilerine bırakarak
Atalarımızın çok güzel bir sözü vardır. Aklı ikiye ayırırlar; Koyma akıl, oyma akıl. Koyma akıl ancak kapıya kadar sürer. Oyma akıl ise bütün hayata siner derler.
Koyma akıl bizim eski okulların marifet sandığı hazır bilgi istifçiliğini ve ezberciliği; oyma akıl ise, iyi işleyen beyinleri tutarlı ve kıvrak yapan, uyanık tutan matematik disiplinini simgeliyor.

9 Eylül 1979

Atalarımızın çok güzel bir sözü vardır. Aklı ikiye ayırırlar ; “Koyma akıl , oyma akıl . Koyma akıl ancak kapıya kadar sürer . Oyma akıl ise bütün hayata siner “ derler .
Çehov’un sırrı bence şurada: O, gerçekçi gözlemlerini ince duyarlığının süzgecinden geçirdikten sonra, onlara insancıl yaradılışının ılık ve sevecen humorunu da katıyor da ondan. Dürüst, kavrayıcı, köklü bir sevecenlik bu. Ancak azizlerde, analarda rastlanan cinsten. Çehov, bu benzersiz sevecenliği ile hangi yavan ölümlüyü sarsa, o insan birden ilginçleşir, güzelleşir, şiirleşir. İnsanları iki satırın içinde geçmişleri ve gelecekleri ile bu kadar ustaca çizebilmesinin hikmetini, kendi zengin içini onlara yansıtan bu biraz da iltimaslı özdeşleşmelerde aramalı.
Çehov’u bulmak için çok derin kazmak gerekir der Stanislavski. Bir altın madenine varır gibi ona inanmak, onun gerçeğine kendini bırakmak, sonra onunla birlikte bilinç dünyasından çıkmak.
Sahi, sen şimdi bütün bunların üstündesin. Bunları önemli önemli oturup yazışıma bile gülümsersin. Ama sen de bilirsin ki, her diyalog bir bakıma bencil bir monologdur. Bir iç döküştür. Dert yanıştır. Ben Aristophanes’e, Spinoza’ya, Freud’a, Gandhi’ye, babama da zaman zaman böyle nice postalanmamış mektuplar karalarım. Kusura kalma.
Hayat pahalılaştı mi , dostluklar ucuzlar
Biz pek ayak uyduramıyoruz ama, büyük çoğunluk artan hoyratlıkla orantılı olarak duygusallığını azaltıyor, giderek büsbütün yok ediyor. Acımaktan kaçıyor herkes Arkasından yardım gelecek diye. Allah acısın deyip insanlık borcunu sırtından atıveriyor sokaktaki adam
Politikacı dediğin bilge, filozof değil ki, kendi çapını fark etsin; zaafını görüp itiraf etsin. Politikacı dediğin, seçmeni aldata aldata kendini de aldatmayı alışkanlık haline getirmiş adamdır.
O, sade kurtuluşun değil, iyimserliğin de simgesi idi.
YÖK, yurtta üniversitelerin sayısını çoğaltmakla övünüyor. Ama yetiştirdiği öğrencilerin övünülecek bir seviyede olup olmadığı hayli tartışma götürür.
Kurtuluş’tan sonra, İşte memleketi kurtardınız. Şimdi ne yapmak isterdiniz? diye sorulduğunda, En büyük emelim, maarif vekili olarak yurdumun irfanını yükseltmektir diye cevap verişi kuru laf değildir. O tarihten sonra, birbiri arkasına hep kültürel atılımlar yaptı.
insana tarihi gönlünce yazdırmazlar. Tarih objektif belgelerle yazılır. Anılarınızı gönlünüzce kaleme alamazsınız. Aynı dönemi yaşamış başka tanıklar vardır. İktidarda bulunmak, ben yaptım oldu demeye yetmez. Muhalefet hatanızı yüzünüze vurur. Manevi değerler, yediye altı oyla altüst edilemez. Kamuoyunun tepkisi karşınıza dikilir.
Dalgınlara gülmek, hamların hakkı. Gökyüzüne dalıp, çukurlara düşmekse hep düşünenlerin bahtı.
Uyanıklar, elbette yere sağlam basarlar. Çevreyi hesaba katarlar. Uyum sağlarlar. Ateş gibidirler. Faiz hesaplarını, herkesten iyi bilirler. İşlerini tıkırına koyup, köşeyi dönerler. Günlerini gün ederler. Ama o gün, dün olur. Geride kalır. Bir günmüş diye anılır. Dalgınların bazısı, dünden bugüne ulaşır. Hatta yarına ulaşır.
Bir tiyatronun seviyesi ve üslubu helasından belli olur.
Pir Sultanım katı yüksek uçarsün
Selamsız sabahsız gelür geçersün
Dilber muhabbetten niçin kaçarsın
Böyle midir yolumuzun töresi
Rastlaştığımız her Allah’ın kulu bir selama değer. Çıkarımız olmasa da. Bize vaktiyle öyle öğretmişler. Çok eskiden. Bunu sürdürmek bana doğal, başka türlüsü kalabalık gelir.
Temizi kirletmek, güzeli çirkinleştirmek, düzeni başıbozukluğa çevirmek için saygısızlıktan da öte bir küstahlık gerekir.
Geçmiş, geçmiştir, halatla da çekilse geri gelmez. Geçmişi geçmişte bırakıp bugüne bakmak daha gerçekçi bir yaklaşımdır.
Narsisizm kompleksli insan kendisiyle o kadar doludur ki, başkasına âşık olamaz. Karısını, çocuğunu sever görünse bile onları kendi malı ya da kendinden bir parça kuruntuladığı için sever. Dolayısıyla yine kendini
Narsisizm kompleksi az buçuk herkeste vardır. Öyle olmasa ayna sanayii bu kadar alır yürür mü idi?
Nergis kendini beğenmiş bir çiçektir. Aynanın önündeki vazoya koysam herhalde daha sevinecekti.
Tebrizi olmasa Mevlana’nın o engin muhayyilesi tek başına bunca üretken olabilir miydi?
Ben kendimi kimseyle değişmem.
her yaşadığımız dakika önce yaşadıklarımızın birikimini, sonra yaşayacaklarımızın da tohumlarını içerir. Her geçen dakika biriciktir. Geri gelmez. İyi ve yoğun yaşanan bir dakikada sonsuzluktan bir renk vardır.
Dakikaların değerini biz ancak yılbaşından yılbaşına anlıyor, onların geçişini ancak o gece, o da 23.00’ten, 24.00’e kadar dikkatle izliyoruz. O da neden?.. Aklımız sır, bir yılı kapayıp, bir yenisini açtıklarını sandığımızdan. Oysa hangi günün hangi dakikası bir eski yılı kapayıp yenisini açmıyor?.. Neden bu özeni her günün her dakikasına çevirmiyoruz.
Madem zamanı durdurmanın çaresi yok, madem zaman akacak, bari geçişini iyice hissetsek.
Zaman geçiyor. Bizler zamanın içinde yüzdüğümüz halde zamanın geçişini değil de, o geçtikten sonra, sadece geçmiş olduğunu fark edebiliyoruz.
İnsanlar birbirlerini aldatmalarının stajına, önce kendi kendilerini aldatarak başlıyor olmalılar.
Politika ile uğraştımsa bunun sebebi şudur:
Bir yılanın bedene dolanması gibi günümüzdeki politikanın da bizi öylesine sarmış olmasıdır. İnsan, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, kendini ondan kurtaramaz. Onun için yılanla boğuşmak istedim.
Demokrasi rejimi fikirler arasında, partiler arasında bu çeşit bir diyaloga dayandığı sürece verimli işler.
Aklı başında insna sade dünya gerçeğini değil, kendi kişiliğini de böyle, derece derece gidiş gelişlerle bulur. Gidip gelişler, çünkü yaşam hep bir tez ve antitez çekişmesidir.
İnsanoğlu yaşam boyu hep kendi tezlerinin ve antitezlerinin etkisi altında kalır. Düşünce ve elemini bu sentez belirler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir