İçeriğe geç

Korkudan Korkmak Kitap Alıntıları – Aziz Nesin

Aziz Nesin kitaplarından Korkudan Korkmak kitap alıntıları sizlerle…

Korkudan Korkmak Kitap Alıntıları

Yaşam,bir savaşımdır.
Kendini sevmeyen salt başkalarını sevmemekle de kalmıyor,hayvanları,bitkileri,çiçekleri,bütün canlıları ve bütün doğayı da sevmiyor.
Malum çevreler ve dışardan kumandalı mihraklar denildi mi,akan sular duruyor ve bu paravanın ve bu paratonerin altında Atatürkçülük diye diye Atatürk yok ediliyor .
Evde,okulda,camide Tanrı sevgisi yerine Tanrı korkusu verilir.Oysa insan kendisine zarar veren şeylerden,kaygı duyduğu şeylerden korkar.
Dieter Duhm’a göre korku, Bireysel gereksinmelerle toplumsal istemler arasındaki çelişki den doğar.
Başkalarını korkutmaya çalışan ve korkutanların kendileri daha çok korkarlar ve korktukça, korkularını yenmek için daha çok korkutmaya çalışırlar. Bu korku kısırdöngüsü böylece sürer. Gerçekten yürekli olanlar, ne başkalarını korkutmaya çalışır, ne kendileri korkarlar.
Korkudan korkan insanların kendilerine güveni kalmaz. Köleleşirler, uşaklaşırlar ve üstelik kendilerini özgür ve efendi de sanırlar.
Korkutan korkuttuğundan daha çok korkar ve korktuğu için korkutur. Bütün zorbalar korkaktır.
Kapitalizm, vicdanı insanın kendisinden yalıtılmış, ayrı bir kavram olarak göstermeye çalışır;soyutlaştırdığı vicdanı, yansız, adil ve en güvenilir kutsallık sayar.
Birey kendisine yabancılaşmış ve kendisinin yabancılaştığı toplumsal güçlerin kendisini ezmesinden, baskı altında tutmasından korkar.
Yurdumuzu seviyoruz. Halkımızı seviyoruz. Halklarımızı sömürenleri sevmiyoruz. Herşey gözler önünde olduğundan saldıran kurdu görüyoruz ve bu yüzden korkudan korkmuyoruz ve korkudan korkmadığımız için de dilimiz tutulmayacak ve konuşmasını hiç unutmuyacağız.
Yaşam, bir savaştır.
korku bir tek şeyle yenilir: bilgi ve mücadele
Birey kendi özel cezaevinin gönüllü tutuklusudur. Dikensiz gül bahçesi denilen toplum modeli bu insanlardan oluşmaktadır. Bu insan kendisini ve çevresini sorgulamaz, kendisiyle ve başkasıyla hesaplaşmaz olayları, kişileri ve kendisini eleştirmez. Korkudan korkuyu içselleştirdiği için bu insan içtenlikle korkmadığını hatta yürekli biri olduğunu sanmaktadır. Kendini özgüre sanan köleler topluluğu kurulmuştur. Teslim alındığını bilmeyen esirdir
Korku orta direği pasif ve yılgın bir hale getirmiştir. Geleceğinden emin olmadığı için karamsardır. Yine de düşleriyle ve umutlarıyla yaşama sıkı sıkıya sarılmıştır.
Korku bir tek şeye yenilir: Bilgi ve mücadele.
“Türk insanının üretmen olmadan tüketmen olarak yetiştirilmesi, Türkiye’nin dışa bağımlılığını gösterir ve bu dıştaki parlak cilalı görünüşe karşın, özde geriye doğru gidişin başlangıcıdır.”
“Aslında sermaye ödenmemiş emekten başka bir şey değildir. İşçinin alınterinin birikimidir.”
-Sandıklı Postası, Özdek Işık
“ günah işleme korkusu, Tanrı korkusu ve bütün tabular ortaklaşa toplumsal korkularımızdır. Bütün bu ortaklaşa toplumsal korkular, kendini özgür sanıp aldatan insanın iç ve dış egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda kolayca yönetilmesine yaramaktadır.”
Bizler bana dokunmayan yılan bin yaşasın dedikçe yılanların bize dokunmalarını hak ediyoruz, demektir.
Türk köylüsü kavgayı ya şamar atarak ya güreşir gibi boğuşarak yapardı. Eskiden yumruk yumruğa dövüşmezdi. Çünkü yumruk atmak makineyi, makine kolunu, çarkı, mili taklit demektir. Makineyi dahaca yaşamamış olan, yaşamına makine girmemiş olan Türk köylüsü, yaşamınca toprakla boğuştuğu, hayvanla cebelleştiği için güreşerek boğuşarak kavga ederdi. Amerikan ve Batı sinemasıyla değindikten, onu seyre başladıktan ve yaşamına makine girdikten sonradır ki yumruk yumruğa kavgaya başlamış, yani kavga kültürü değişmiştir.
Salt insanları değil, gelenekleri, tabuları, yasaları, görenekleri, verilmiş yargıları, herşeyi eleştirmelisiniz. Eleştirmek her zaman haklı olduğunuz anlamına gelmez. Ama bişeyi eleştirdikten sonra benimserseniz, neyi, niçin kabul etmiş olduğunuzu bilirsiniz. Eleştirinin amacı eleştiri değil, doğruyu bulmaktır.
Hiçbişeyi olmayanın bile isteyince vereceği çok şeyi vardır. Aldıkça değil, verdikçe mutluyuz. Kendinden vermek mutluluktur, ama kendini vermek en büyük mutluluktur.
Kuraldır: Korkutan korkuttuğundan daha çok korkar ve korktuğu için korkutur. Bütün zorbalar korkaktır. Sermaye korkak olduğundan, yaşayabilmesi için korku üretmek zorundadır.
İşte bugünkü eğitim ve öğretim yöntemiyle okullarda, yüksek öğrenimde ve üniversitelerde yapılmak istenen budur. Bütün bu öğretim kurumlarının görevi, öğrencileri, egemen güçlerin istediği belli bir kalıba sokmaktır. Öğrenciler ve gençler o biçimde eğitilmeli ve onlara öyle bir öğrenim verilmeli ki, egemen güçlerin buyruklarına uysunlar ve onların yaşamaları için çalışsınlar.
Korkudan korku, manevi yapımızı sarkom gibi sarmış. Korkudan korku, çocukluğumuzdan beri içinde yaşadığımız ortam olduğundan, nasıl soluduğumuz havanın varlığını ayrımsayamıyorsak, korkudan korkumuzu da ayrımsayamıyoruz.
Beni devlet besliyor, okutuyor, yetiştiriyordu; öyleyse ben devlete borçluydum. Çok sonraları, soyut bir kavram olan devletin, hükümet gibi, meclis gibi, başkanlık gibi kurumlardaki insanlarda somutlaştığını anladım. Devlet diye somut bişey yoktu; devleti devlet kurumlarındaki kişiler simgeliyordu. Benimse bu kişilere hiçbir borcum olamazdı, çünkü onların verdiği parayla okumuyordum. Onlar para vermiyor, tersine, onlar da benim gibi para alıyordu. Asıl parayı verenin, beni okutup yetiştirenin halk olduğunu, kendisi ve çocukları okuyamayıp beni okuttuğunu anladığım zaman liseyi bitirmiştim.
Elbette başörtüsünü yasaklamak ne laiklik, ne demokrasi ne de Atatürkçülüktür. Esas, kızlarımızın başörtüsünü bir İslam inancının simgesi biçimine sokmamalarıdır.
Ülkemizde laikliği savunmaya kalkan aydınlara pek şaşıyorum. Olan bişey savunulur. Olmayan bişey nasıl savunulabilir? Devlet organları içinde bir Diyanet İşleri Başkanlığı varsa ve bu Diyanet İşleri Başkanlığı hükümete bağlıysa, bütün imamlar ve din görevlileri devletin bütçesinden aylık alıyorsa, hacca gidişgeliş devlet eliyle düzenleniyorsa, o ülkede nasıl olur da devlet işleriyle dünya işleri birbirinden ayrı yürütülebilir ve o ülke nasıl laik bir ülke sayılabilir?
Herşey gözlerimizin önünde oluyor. Yıllardanberi herşey gözlerimizin önünde olup bitiyor. Hiçbişeyi gizli kapaklı yapmıyorlar. Ama yurdumuzda kimileri, özellikle kimi aydınlar, bütün bu olup bitenler karşısında, Yok canım, o değildir Ne diye o olsun! İnşallah o değildir! diye kendilerini avutmaya, bizleri de kendileriyle birlikte aldatmaya çalışıyorlar.
Örgütlü toplum, bireylerin salt sayısal toplamı değil, bu sayısal toplumla birlikte topluluğun gücü demek olan, o sayısal gücün üstünde bir güce sahiptir.
Efendim, şunu gayet açıklıkla, komplekssiz olarak ileri sürmemiz şart: Türkiye’de adalet yoktur. Sosyal adalet hiç yoktur. Türkiye’nin ana yapısında faşist eğilimler egemendir. Gelirler ve bölgeler arasında dengesizlik vardır. Bu nedenle 17 yaşındaki gençler bu adaletsiz tabloyu görünce büyük öfkeye kapılıyorlar.
Mustafa Kemal Ey Türk Gençliği diye seslenerek, Türkiye Cumhuriyet ve Devrimini Türk gençlerine, Türk gençliğine emanet etti. Mustafa Kemal Türk gençleri dedi, Türk ihtiyarları demedi. Mustafa Kemal’i Cumhuriyeti ve Devrimi emanet ettiği gençlik!

Türkiye’nin gelecek bir savaşın deneme alanı olmasına hayır diyoruz. Türkiye’nin emperyalist çıkarlarının bekçisi ve ileri karakolu olmasına hayır diyoruz. Haysiyetli yaşamak için, yardım diye uzatılan ellere hayır diyoruz.

Devrimleri yıpratan ve çürüten gericilere hayır diyoruz.

Kendilerini düzenin koruyucusu gibi gösterip Anayasa düzenini bozmak isteyenlere hayır diyoruz. Sonuna kadar hayır diyoruz.

Gerçek değeri olmadığı için poz yaparak zorla otorite kurmaya özenen kişiler bana büyümüş büyümüş, insan kalıbına gitmiş düdük gibi görünürler.
Bizler bana dokunmayan yılan bin yaşasın dedikçe yılanların bize dokunmalarını hak ediyoruz, demektir. Ve bu bize yapılanlar azdır, daha da çoğuna layığız (müstahakız) demektir.
Türkiye dünyada ençok yasağın bulunduğu ülkedir, ama aynı zamanda dünyada ençok yasakların çiğnendiği ülkedir de Ne denli çok yasak konulursa, o denli de çok yasak çiğnenecek demektir.
Türkiye dünyada ençok yasağın bulunduğu ülkedir, ama aynı zamanda dünyada ençok yasakların çiğnendiği ülkedir de Ne denli çok yasak konulursa, o denli de çok yasak çiğnenecek demektir.
Yoksul Vakıf çocuklarımın olabildiğince konfor içinde yaşamalarını istiyorum. Yapılarımızı lüks bulanlar, yoksulun yaşamdan intikam almasının ne demek olduğunu bilmiyorlar. Bir de Vakıf çocuklarımın olağanüstü günlerde altın çatal bıçak kaşıkla yemek yediklerini görseler Ben onlara en olumlu biçimde intikam almanın yollarını da öğretmeye çalışıyorum; kendim de geçmişimin yoksul yaşamından intikamımı alarak
Asıl suçluların çocuklar olmayıp, onları yanlış eğitmiş ve onlara yanlış örnek olmuş bulunan büyükler olduğu gerçeğinden kalkarak, bugüne dek çocuklarımız cezasız eğitilmiş olsalardı, 1980’den önceleri çocukları ve gençleri suça iteleyen, kışkırtan, özendiren ve onların suç işlemelerini önlemek görevleriyken bu görevlerini yerine tam getirmeyen sorumlular, görevliler, yetkililer, politikacılar yurtiçinde ve dışında dolaşırlar ve hâlâ Türkiye’nin politikasını yönlendirmeye çalışırlarken, 17-20 yaş arası çocuklar ve gençler suçlu diye asılmazlardı.

Vakıf çocuklarımın, benden sonra da cezasız yetiştirilmelerini diliyorum.

Vakıf çocuklarıma, eleştirmeden benimsedikleri bişeyin (düşüncenin, yargının vb.) gerçek sahibi olmayacaklarını anlatmaya çalışıyorum.
Hepinizi bekliyorum. Gönlümüz geniş, rakımız bol Vaaay, o ne biçim vakıf yahu, yoksa orda rakı da mı içiliyor? İçiliyor ya Burası öyle bir vakıf işte. Burası ev, ev, yoksul çocukların evi. Bu evde yemekhane yok, yemek salonu var. Bu evde yatakhane yok, yatak odası var. Bu evde koğuş yok, çalışma odaları var, salonlar var, tiyatro salonu var, toplantı salonu var. Sizin evde nasıl rakı içiliyorsa, bizim evde de öyle işte
Çoktanberi, ama özellikle 12 Eylül 1980’den bu yana Türkiye seçeneksizlikler ülkesi olmuştur. Tek sesin, tek adamın, tek modelin, tek tipim, kısacası tekçiliğin egemen olduğu yerde seçenek yoktur ve seçenek olmayan yerde de demokrasi olamaz.
Böyle bir iktidarın ideolojisi şudur: Düşünmenin yerine inanmak ve duyumsamak. Aklın yerine duygu. Gerçeklerin yerine biçimsellikler ve basmakalıplar koymak. İnsanlar öteki dünyadaki kurtuluşlarına inanarak bu dünyada çektikleri acılara daha kolay katlanmaktadırlar. (Allahın dediği olur.) Mutsuz ve can sıkıcı yaşamlarını akıldışı tasarımlarla uyuştursunlar.
Türkiye’de insanlar hemen her alanda aldatılarak yönetilmektedir.
Korkutan korkuttuğumdan daha çok korkar ve korktuğu için korkutur. Bütün zorbalar korkaktır.
Bir toplumun bir bölümünü yada çoğunluğunu yada hepsini korkudan korkuya salan bir insan yada bir grup insan yada böyle bir yönetimi simgeleyenler, korkuttukları insanların toplamından daha çok korkmakta ve alçalmaktadırlar.
Birey kendi özel cezaevinin gönüllü tutuklusudur.
Korku bir tek şeyle yenilir: Bilgi ve mücadele.
Susmak, karışamamak, yapmamak ve hiçbişeye de tanık olmamak yoluyla kendini savunmak Ülkemizde ve genellikle Doğu’da en çok uygulanan savunma yöntemi bu üç maymun (kulağı tıkalı, ağzı kapalı, gözü örtülü üç maymun) yöntemidir.
Örneğin komünizm tehlikesi korkusu, günah işleme korkusu, Tanrı korkusu ve bütün tabular ortaklaşa toplumsal korkularımızdır.
Bütün bu ortaklaşa toplumsal korkular, kendini özgür sanıp aldatan insanın iç ve dış egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda kolayca yönetilmesine yaratmaktadır.
Birey kendi özel cezaevinin gönüllü tutuklusudur.
.
.
Kendini özgür sanan köleler toplumu kurulmuştur.
Ülkenin özel ve tüzel kişiliklerinin mülkiyet hakları bile çiğnenebilir, ama yabancı sermayenin hakları güvencededir ve onun dokunulmazlığı vardır. Çünkü sermaye korkup kaçabilir, ama emek ulusal olduğu için hem kaçamaz, hem de korkudan korkuyla susturulmuş, teslim alınmıştır.
Şöyle bir hadis (Muhammed Peygamberin sözü) var: Hainler korkak olur! Sermayenin korkusunun nedeni, artıdeğerlerden yaratılmış olmasındandır. Emekçilerin hakkı olan artıdeğer sömürüdür. Sermayenin korkaklığının nedeni, sömürüyle oluşmasındandır.
Türkiye’de kapitalizmin ürettiği korkudan korkuya ek olarak artı, haraç imparatorluğun Osmanlılardan kalır olan despotizmin ürettiği korku ve ona da ek olarak artı, Cumhuriyet döneminde de bütün bu dönemin yarısının skıyönetim ve olağanüstü durum yöntemleriyle geçtiğine göre militarizmin ürettiği korkudan korku ve buna da ek olarak artı, bireylikten yurttaşlığa geçiş sürecinin uzaması ve gecikmesi in ürettiği korkudan korku ve buna ek olarak artı, bireysel mülkiyet hakkının çok geç kurulabilmesinin, burjuvanın oluşmamamasının ürettiği (Türkiye’de tapulama yasası 1847 yılında yapılmıştır) korkudan korku ve buna ek olarak artı, toplumsal olumsuz birikimlerin doğurduğu ters gelenek, görenek ve tabuların (dinsel, cinsel ve askersel tabular) ürettiği korkudan korku ve daha başka zorbalıklarının sonuçları olan korkudan korkuları da göz önüne almanız gerekir ki, Türkiye’de bugün yaşanılan korkudan korkunun niteliğini, özünü anlayabilelim. Zaman olarak güncel takvimi yaşayan çağcıl dünyamızın çağdaş uygarlık düzeyindeki hiçbir ülkesinde, bu denli zengin korkudan korku kaynağı bulunamaz.
Hükümetim, devletim diyebilmenin özlemini duyuyorum.
Başkalarını korkutmaya çalışan ve korkutanların kendileri daha çok korkarlar ve korktukça, korkularını yenmek için daha çok korkutmaya çalışırlar. Bu korku kısırdöngüsü böylece sürer. Gerçekten yürekli olanlar, ne başkalarını korkutmaya çalışır, ne kendileri korkarlar
Sermaye, durmadan büyümesi için istikrar ister, barış (iş barışı) ister, güven ortamı ister. Aklı başında kim istemez istikrarı, barışı, güveni? Ancak, sermayenin istediği istikrar, barış ve güven, sözlüklerde tanımı yazılan istikrar, barış, güven değildir.
Sermayenin istediği istikrar (kararlılık), biteviye artan fiyatların istikrarsızlığı, enflasyon istikrarsızlığı ve bu istikrarsızlıklara karşı halkın istikrarlı olarak baş eğmesi, sesini çıkarmaması demektir. Sermayenin istediği barış, kendi örgütlenmelerine karşın, emekçilerin örgütlenmemesi, biçimsel sözde örgütlenmelerle uyutulması, politika dışı kalması, sermaye emek dengesinin kurulmaması karşısında, halkın edilgin bir barış içinde sesini çıkarmaması demektir. Sermayenin istediği güven, sermayenin kutsal kavramların arkasına gizlenip sömürüsünü güvenlik içinde yürüyeceği ortamda, halkın buna sessiz kalması demektir.
Türkiye’de insanlar hemen her alanda aldatılarak yönetilmektedir.
Feodalizmden kapitalizme geçilmiş, düzen değişikliği olmuş, ama insanın insanı sömürmesi devam etmiştir. Yani sömürü biraz daha çağdaşlaşmıştır. Ya emeğini başkalarına satarak geçineceksin ya da başkalarının emeğini sömüreceksin. Ya sömürecek ya da sömürüleceksin. Ya başkalarına kul olacaksın ya da başkalarını kendine kul edeceksin.
Bireysel kaynaklı korku her dönemde yaşanmıştır. Toplumsal kaynaklı korkudan korku sınıflı toplumlarda vardır.
Nasrettin Hoca yediyüz yıl önce Timurlenk’ten boşu boşuna bir fil daha (bir de dişi fil ) istememişti! Biz hâlâ Nasreddin Hoca’nın yediyüzyıl önce bizi bıraktığı çayırda otluyoruz.
Yoksulların korunma silahı ve çekicilik aracı tektir: Çalışmak Bizi ancak çalışmak kurtarır.
Kendimizi sevmek, kendimizi en güzel, en yakışıklı olduğumuz için sevmek demek olan narsisizm değildir. Doğal ve insancıl olarak insanın kendini sevmesi, en güzel, en yakışıklı, en güçlü, en akıllı olduğu yada öyle olduğunu sandığı için değil, kendisini salt kendisi olduğu için sevmesi demektir; tıpkı annemizi dünyanın en güzel, en iyi,en akıllı kadını olduğu için değil, bizim annemin olduğu için sevmemiz gibi ve tıpkı yurdumuzu dünyanın en güzel,en iyi,en bakımlı yeri olduğu için değil ama salt bizim ülkemiz olduğu için sevmemiz gerektiği gibi
Aşağılanmaya tepki olarak aşağılarız, küçümsenmemize tepki olarak küçümseriz ve böylece, kendimizi sevmediğimiz için başkalarını da sevmeyiz.
Çocuk hangi başarıyı gösterirse göstersin, karşılığında maddi ödül olamaz. Çünkü her başarı onun görevidir.
10-13 yaş arası çok hırçın, tembel, atak, saldırgan olan bir çocuğun, onbeş yaşından sonra değişerek, çalışkan, uslu, başarılı olduğu çok görülmüştür.
Valiler maliler, bakanlar makanlar, başbakanlar, devlet başkanları filan ölür, unutulurlar, ama yazarlar ölümlerinden sonra da yaşarlar.
Türkiye’de demokrasinin en olmadığı alan eğitimdir.
Elbette başörtüsünü yasaklamak ne laiklik,ne demokrasi, ne de Atatürkçülüktür. Esas, kızlarımızın başörtüsünü bir İslam inancının simgesi biçimine sokmamalarıdır.
Başörtüsünün bir giyim özgürlüğü olduğunu sananlar şunu bilmiyorlar ki, başörtüsü örtenler gittikçe çoğaldıklarında, başörtüsü örtmeyenlere zor kullanarak örttürecekler ve başörtüsüz olanları üniversiteye almayacaklardır. Bu gerici zorbalık, Türkiye’de daha bugünden yaşamaktadır.
Türkiye’de adalet yoktur. Sosyal adalet hiç yoktur. Türkiyenin ana yapısında faşist eğilimler egemendir. Gelirler ve bölgeler arasında dengesizlik vardır. Bu nedenle 17 yaşındaki gençler bu adaletsiz tabloyu görünce büyük öfkeye kapılıyorlar.
Hükümetim,devletim diyebilmenin özlemini duyuyordum. Bugünde bunun özlemini duyuyorum. Bu durum benim toplumsal güçlere ne denli yabancılaşmış olduğumu gösteriyordu
Demokrasi tek sese ve teksesliliğe, tek tipe, tek boyuta, tek yola, tek modele, tek adama karşıdır. Bir ülkede ne denli çok seçenekler varsa, o ülkede demokrasi o denli gelişmiş demektir.
Kuraldır: Korkutan, korkuttuğundan daha çok korkar ve korktuğu için korkutur. Bütün zorbalar korkaktır. Sermaye korkak olduğundan, yaşayabilmesi için korku üretmek zorundadır.
Alıntı paylaşmak istiyorum da neyse Silivri soğuktur şimdi :dddd

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir