İçeriğe geç

Konuşmalar Kitap Alıntıları – Nuri Pakdil

Nuri Pakdil kitaplarından Konuşmalar kitap alıntıları sizlerle…

Konuşmalar Kitap Alıntıları

&“&”

Sanat ne sadece sanat, ne de cemiyet içindir; sanat, kendi için olduğu kadar, mutlaka başka bir şey içindir ve o da, dünyanın ötesine köprü atmaktan başka bir şey değildir.
Bütün davamızı, şu cümlelerin etrafında toplayabiliriz: Türk’ün ve bütün insanlığın biricik kurtuluş formülü elimizde küflü ve paslı kabuklardan başka bir şeyi kalmayan İslam’ın özüne nüfus etmektir ki, bu da gökyüzünde muayyen ve belirli bir yıldıza gitmekten daha çetin bir iştir. Zira malik bulunurken mahrum kalınan bir şeyi elde etmek, en olmayacak malikiyetten daha zordur." Dolayısıyla dünyaya en uzak bir yıldıza gitmekten daha zor olduğunu keşfettiğimiz güneş, böylece bir el atışta ele geçirilebilir bir kolaylık da arz etmektedir.
Niçin &‘içimin zindanı’ diyorsunuz da &‘aydınlığı’ demiyorsunuz?
Benim anladığım ışık üstü ışık, yani Nur, gün ışığı ile değil ancak gece karanlığı ile ifade edilebilir. İçimin zindanı demekte ki muradım, işte her atomun üstündeki bu zindanda ışığı bulmamdandır. Yoksa öbür türlü aydınlık bayram yerinde eğlenen çocukların anladığı gündüzden ayrı değildir. Yani aydınlığın ötesi, maverası işte bu zindanın içindedir. (NFK)
Çok sonra hüzünleneceğim, bunalımlarım olacak, sükûnu ve neşeyi yeniden bulmak için bu ânın hatırlanması yetecek bana."
(Eugene Ionesco)
Artık ölümden korkmuyorum".
(Eugene Ionesco)
Ölümden korkmuyordum da acaba daha çok annemin ölümünden mi korkuyordum?
(Eugene Ionesco)
Sürekli akan bir çeşmedir yurt özlemi, içersin, doyamazsın, yine yurt özlemi.
(Charlie Chaplin)
Bilincimizi canlı tutan tek güç aşktır. Aşkla içimiz alabora olmamışsa, bilincimizden bir hayır geleceğini ummuyorum.
Bitimsizliğinden usandığı oluyor zamanın. Onun da bir acısı var içinde. Kendisinin de tanık olarak çağrılacağı günü düşündükçe korkuyor. Herşey kendisinin içinde olup bitiyor çünkü. Korkusu yoğunlaşıyor böyle ellerimde.
Kentler büyüdükçe, insanların birbirlerinden uzaklaşmaları da büyüyor.
Kudüs kalbimin üstünde ince bir tüldü; şimdi alınyazımdır.
Zihnimizin kendi özsel devinimi zaten müthiş bir gürültüdür. Yalnız kaldığımda bu sesler kentin uğultusundan daha baskın çıkıyor, inanın.
– Sayın Anna Masala insanlığın geleceği için umutlu musunuz? Ben hiçbir zaman umutsuz olmadım da.
+ Şüphesiz. İçimde sonsuz bir umut var. Çünkü insan devam eder.
Batı’da umut yok. Fazla kolayca yaşamak istedik. Şimdi fazla dertliyiz demem, fazla boşuz derim.
(Anna Masala)
(N.P)
– Tanıdığınız kadarıyla, okuyabildiğiniz Türk edebiyatından nasıl bir Türk tipi çıkarabiliyorsunuz?

(A.M)
– Türk edebiyatından Divan edebiyatı, Tekke edebi yatı, Halk edebiyatı ayrımı yapmaksızın, bir Türk tipi çıkıyor ortaya.
Adeta, üç yüzlü bir aynadan yansıyan tek bir görüntü gibi. Türk insanı beliriyor hemen. Bir çırpı- da söyleyivermek belki kolay değil bunu. Ama şöyle belirleyebilirim bunu. Bu Türk insanı, Nasrettin Hoca gibi filozof, Kerem gibi âşık, Fuzuli gibi derin, Yunus Emre gibi mistik, Köroğlu gibi dertlidir.
Bana göre Türk öyle.

Konuşmalıyız sürekli karşılıklı. Konuşa konuşa anlayabileceğiz birbirimizi.
&‘Bir’i bulduktan sonra, sayısızı elde etmek, sadece bir amelelik işidir.
(Necip Fazıl Kısakürek)
Bu gençlik birçok &‘olmazlar’, &‘olamazlar’, belki de &‘olamayacaklar’ içinde, bir &‘olur’, &‘olabilir’, &‘olacak’ müjdesini getirmiştir.
(Necip Fazıl Kısakürek)
– Biraz da çalışma tarzınızdan, nasıl yazdığınızdan söz açar mısınız?

– Umumiyetle içinin zindanında yaşayan bir insan olduğum için, hiçbir dekor kaygısına düşmeden yazarım. Otobüste, dolmuşta, kalabalık içinde veya tam bir sükûnet vasatında yazabilirim. Zaten çok defa kalabalık içinde kendi ruh zindanına hapsedilmiş bir insan olmak vasfını muhafaza ederim.

Etrafı huni gibi kaplayan dağların dip noktasında, saf Türk kalmış olmanın mührünü çehresinde hecele diğim Maraşlı, gözümde, tarihî haklarını bile aramak gayretinden müstağni, iç hayatını dışına vurmaz bir hicap içinde Müslüman Türkün en zengin örneklerin den biridir; faziletiyle birlikte suçu da bu noktadadır.
Necip Fazıl Kısakürek
John Hawkes: Tehdit edilen roman değil, &‘okuma’dır, yani bütün bir kültürdür. Şimdiki hâlde, Amerika Birleşik Devletleri’nde acayip bir &‘karacehalet’ çok yüksek boyutlara ulaştı. Baksanıza, televizyonda, sinemada insanlar, argoya indirgenen bir tarzda duygularını, düşüncelerini açıklıyorlar. Yığın yığın romancı sinemaya inanmaya başlıyor. Ben daha çok, &‘basımevi’ sözcüğünün değerine inanıyorum. Okuyucu, roman okuduğu zaman, kendi romanını içinden bulup çıkarıyor. Sinema ya da televizyon seyircisiyse, tersine, ilgisizdir; pasiftir yani. Bir tür manevî parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyoruz.
John Hawkes: Bense, insan psikolojisinin en karanlık belirtilerinin, dışavurumlarının, olağanüstü ve şaşırtıcı birtakım şeylerle düşünülmesi, kavranılması, algılanması gerekliğine inanıyorum ki, zaten güzel olan bu tarzdır.
John Hawkes: Evvelsi gün, Amerikan televizyonunda, korkunç bir film için özel olarak yapılmış bir reklam gördüm. Bu tür filmlerden hiç mi hiç hoşlanmadığımı hemen itiraf edeyim. Çünkü bu filmdeki gibi pek bayağı, pek kaba görüntüler, acının gerçekliğini algılamamıza engel oluyor. Toplumumuzun temel sorunlarından biri, bu yollarla, şiddetin sıradanlaştırılmasıdır.
Tadeusz Konwicki: İnsanlar her zaman satın alınamaz.
Gabriel Garcia Marquez: Kültür, petrolle aynı nitelikte bir varsıllıktır, bir kaynaktır. Unesco’nun yaptığı kültür tanımı, tam bir tanımı değil kültürün, eksiği var; sosyal kavram yok bu tanımda. Kültür için şu tanımı öneriyorum ben: Kültür, insan zekâsının sosyal kullanılışıdır."
Pa Kin: Aslında aradığım şey hakikatti.
Le Clézio: Kendilerine yakınlık duyduğum filozoflar vardır; Heraklit ya da Parmanit, söz gelimi. Bunlar gezinerek, yürüyerek düşünmüşler, duymuşlar, düzenlemişler felsefeyi; varlık ya da yokluk kavramını gölgelerin, ışığın oyununa bakarak algılamışlar. Düşünceler doğayla salgılansın, doğayla üretilsin, istiyorum.
Le Clézio: Felsefe; ağaçları, denizi, ışığı sevmekse, evet; felsefedir bu. Ama, felsefe; şu ya da bu tarzda denize bakmak gerekir" gibi, ya da "şu ya da şu nedenlerden ağaçları sevmek gerekir" gibi sözler etmeye varacak bir dizge oluşturmaksa, felsefe değil bu o zaman.
Le Clézio: Ne ki, kentsel evrenin çekiciliğine, büyüsüne kapılıp gittiğimden göremiyordum ışığın, denizin güzelliğini.
Le Clézio: Kentsel evren bize güvenlik vereceği yerde korku veriyor yalnızca. Ayrıca, şöyle söyleniyor sık sık: reklam olsun, büyük tecimsel yaşam olsun, bunların tümü şu dengesizliğin, şu güvensizlik duygusunun oluşmasını amaçlıyor. Bunlar da şu: insanlar daha çok üretsinler, insanlar daha çok satın alsınlar. Bir çeşit büyük düşüş, bir çeşit mahvoluş değildir de nedir bu? İleride, bu makineleşen yaşamdan uzaklaşabileceğini, bu soyutlanmadan hoşlanabileceğini sanıyorum insanın.
Le Clézio: Mekanik, büyüleyici kentsel evren, bize sunduğu lüksün, konforun karşılığında tek &‘doyum’ olarak bizde yalnızca ruhsal bozukluk yapıyormuş gibi geliyor bana.
Romanlarınızda sık sık değindiğiniz, arabalardaki işaret lambalarını da çok seviyorsunuz değil mi?
Le Clézio: Öyle. Kentlerdeki elektrikle aydınlatmayı da çok seviyorum. Özellikle gece; uçaktaysanız doyum olmuyor bu olağanüstü görüntüye, tüm ışıklarını görüyorsunuz kentin. Elektrik sık sık bir korku salıyor içime, çünkü çok büyülüyor beni, ne ki yine de birtakım iyi şeyler var elektrikte; elektriklenmiş peri kızı bu.
Çağdaş yaşamdan, bu modern yaşamdan tiksindiniz mi?
Le Clézio: Tiksinmenin de ötesinde bir şey; çok büyük, çok yakın bir tehlike duygusu bu, nerdeyse usumuzu yitireceğimiz sanısı.
Gerçekten bıktınız mı, usandınız mı kentten?
Le Clézio: Hem de nasıl! Başlangıçta, çağdaş yaşamın, bu makineleşen yaşamın esrikliği biraz tadılıyor, çünkü oldukça coşku verici bu, ne ki bir süre sonra doğrusu yorulup kalıyor insan.
Le Clézio: Bir yerlerde öyle kalmaksızın gezmeyi, dolaşmayı seviyorum çok. Hemen ufuk değiştirmek ne güzel.
Bizim çeşitli yüzler görmemiz ya da yüzümüze dikkatle, uzun uzun bakılması bir olgu değil mi?
Le Clézio: Bir olgu görmek; seyretmek başkalarını. Çok güç değil açıklanması bunun: söz gelimi tavuklarınız var, yeni bir tavuk alıp da kümese bıraktığınız vakit orada ne olup bittiğini görmek isteyeceksiniz. Kümesteki tavuklar istemiyorlar yeni getirdiğiniz tavuğu. Niçin istemiyorlar? Yemin yeneceğinden korkuyorlar bunun için istemiyorlar, yeni bir baş söz konusu çünkü, çok basit olarak. Eh peki, ben de kendimi, öteki tavukları kabul etmeyen, gelen yeni hemcinslerini görmekten korkan bir tavuğa benzetiyorum aşağı yukarı. Meslekleri başkalarıyla karşılaşmak olan insanlar vardır, örneğin bir &‘halkla ilişkiler’ görevlisi düşünün. Ne yapar bu görevli? Şuradan şuraya geçirmek için görür insanları, sonra unutur onları. Ya bir de, tüm bu gördüğü insanların yüzlerini unutamadığını düşünün bu görevlinin! Çıldırmaz da n’par?
Le Clézio: Sanırım yazar olmak, insanların yerine yazmak demek.
Jorge-Luis Borges: Oscar Wild, sevdiğimiz şeyleri öldürdüğümüzü söylüyordu. Ben daha da ileri gidip şöyle diyecektim: İnsan sevdiği şeylerle öldürüldü.
Jorge-Luis Borges: … ,insan kendi düşüyle de ölür, …
Jorge-Luis Borges: Zamanımın en aydınlık dönemleri okuyarak geçirdiğim yıllardır.
Nuri Pakdil: Amerika yukarıda, kaldığı yerden, sanki hepsini ezmiştir; Amerika’nın ağırlığı altında ne yapacaklarını şaşırmış bir halleri de yok mudur Lâtin Amerika ülkelerinin? Belki, tüm bu nedenlerin bir birikimi olarak, söz gelimi, Miguel Angel Asturias’ı olsun, Pablo Neruda’yı olsun, özel bir ilgiyle okumuşumdur.
Nuri Pakdil:
Hep ilginç buldum bir yazarla yapılan konuşmayı, özellikle bir başka ülke yazarıyla yapılan konuşmaları. İnandığım, sürekli olarak dayandığım bir temel düşüncem var, doğrularım var. Bir yabancı yazarla yapılan konuşmaları okudukça, o yazarın benim doğrularıma mı yaklaştığını, benim doğrularımdan mı uzaklaştığını gözlemlerim. Kendi kendimi de evrensel bir süzgeçten geçirmişim gibi olurum. Böylece, inandığım, sürekli olarak dayandığım temel düşüncemin yeryüzü için gerekliliğini de daha bir iyi kavramış olurum. Şunu da ekleyeyim: Ortadoğu uluslarının, Arap uluslarının, Afrika uluslarının edebiyatlarına ne denli bir ilgi duyuyorsam, buna yakın bir ilgiyi Lâtin Amerika ülkelerinin edebiyatlarına da duyarım.
Aimé Césaire: Tehlikeli olan şudur: Avrupa, ahlâken olsun, mânen olsun, savunulamaz.
Aimé Césaire: Avrupa savunulamaz.
Aimé Césaire: Aldatma şansı derece derece azalan tiksinçlikten çok, özellikle gitgide artan bir ikiyüzlülüğe sığmıyor bu Avrupa şimdi.
Aimé Césaire: Ortaya çıkan gerçek şudur: Kentsoylu yönetimin iki yüzyılını biçimlendirmiş olan, adına Avrupa uygarlığı ya da Batı uygarlığı dediğimiz uygarlık, varlığını oluşturan iki temel sorunu çözümleyemez: Emekçi sınıfı sorunuyla sömürgecilik sorunudur bu iki temel sorun. Bilinç çizgisine boyun eğer gibi us çizgisine boyun eğer görünen bu Avrupa güçsüzdür temize çıkmak için, aklanmak için.
Arnold Toynbee: Marx, kapitalizmin, kaçınılmaz bir zorunlulukla, savaşa baş vuracağını, bununsa eninde sonunda kapitalizmin çöküşü olacağını iddia ediyordu. Şimdi, içinde bulunduğumuz atom ötesi bir çağda, Marx’ı kehanetleriyle çok gerilerde bırakarak söyleyelim ki, Amerikan Hükümeti, tüm dünyayı atom savaşına götürebilecek biçimde Vietnam Savaşı’ndaki hücumlarını genişletecek olursa, o zaman yalnız kapitalizm değil, ister üzerinde fazla durmadığımız öbür ideolojiler ve hayat tarzları olsun, isterse komünizm olsun, hepsini de kapsamak üzere, insanlık bütüncek yok olacaktır.
Arnold Toynbee: Ben Marksist değilim, çünkü, insan varlığının önceden belli kalıplara uydurulabileceğine, ekonominin, insanı ve bütün insanlara âit oluşumları anlamamızı sağlayan başlıca &‘anahtar’ olabileceğine inanmıyorum.
Arnold Toynbee: Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomisi, üniversitelerde yapılan bilimsel araştırma finansmanını da içine almak üzere, insanı şaşırtacak bir oranda, silah siparişlerine bağlı bir duruma düşmüştür. Ekonominin çarklarını döndüren mâli güce, şimdi tamamen Pentagon hakimdir. İşte burada Marx’ın tezlerinden birini görebilmek mümkün. Şöyle diyordu Marx: Kapitalizm, varlığını sürdürebilmek için, yapısından gelen bir zorlamayla, savaşa kadar götürebilecektir işi.
Arnold Toynbee: Washington, gençleri askere almamış ve Vietnam ile savaşmamış olsaydı bile, bugünkü gibi hipileşmiş bir gençlik olacaktı yine. Bununla şunları söylemek istiyorum: Hipileşmenin kökeni çok derinlerdedir, bunalım çok diptedir. Onlar yalnızca Vietnam Savaşı’na başkaldırmıyor, hiç kuşkusuz bununla birlikte, Amerika’nın dünya görüşüne, Amerika’daki tüm hayat anlayışına başkaldırıyor.
Arnold Toynbee: Sözünü ettiğim mahalleden geçerken ilk gözüme çarpan şey şuydu: İngiltere’de sık sık karşılaştığım bazı şeylerin tipik Amerikanvari abartmasına tanık oluyordum. Uzun saçları uzadıkça uzamış, saçları sakalları birbirine karışmış gençlerle, âdeta saçları saç olmaktan çıkmış bir karmakarışıklık içinde kızlardı bunlar. Pejmürdelik akıyordu üstlerinden. Kızların olsun, erkeklerin olsun, giysileri çok daha aşırı bir görünüşteydi.
Arnold Toynbee: Aslında, konformist bir uygarlığın, rahatına düşkünlüğün, eleştiriden kaçan, kendinden başkasını düşünmeyen &‘Amerikan yaşantısı’nın zehir gibi acı meyveleridir. Nereye gidiyor Amerikan gençliği, bu yeni dünya gençliği? Bu yakıcı sorunun cevabı, hipilerin, Amerikan hayat tarzını değiştirmeyi başarabilip başaramayacaklarına bağlı olabilir.
Arnold Toynbee: Son çağlarda Batı dünyası iyice koptu o hayattan, kuru, kaskatı bir yaşantı aldı onun yerini. Maddî imkânların elde edilmesi bizi zenginleştirdi, ama manevî yönden hepimiz yoksullaştık. Kantarın ipi koptu. Bunun için diyorum ki, belki de, dine dönmenin vakti gelmiştir.
Arnold Toynbee: &‘Eylem’in &‘konuşma’yı yendiği bir çağdayız.
Arnold Toynbee: Sizden başka ulusların çoğu şunu biliyor: Milletlerin tarihinde, trajik bozgunlar, yapılan büyük yanlışlar, işlenilen korkunç cürümler olmuştur. Ama milletler, yine sapasağlam ayakta kalabilmişlerdir. Aslında, hareketin bu noktası daha kutsaldır.
Arnold Toynbee: Amerikan zenginlerine, belki kendileriyle doğrudan doğruya ilgisi bile bulunmayan yabancıların başına, üstelik bir karşılık da beklemeden bombalar yağdırmak, kendi vatandaşlarına bir ev armağan etmekten ya da onların ücretlerini arttırmaktan daha hoş geliyor.
Arnold Toynbee: Her zaman, her ülkede zenginler, silâhlanma için harcamayı refah için harcamadan dâima daha çok sevdiler. Zenginlere, toplumun refahını arttırmak için katlanılacak fedakârlıklar zor geliyor. Oysa savaşın yüklediği yükümlülüklerden daha az yakınıyorlar.
Arnold Toynbee: Bir de zenci müslümanların durumuna bakalım. Siz Amerikalıların, zenci müslümanlara karşı hoşgörünüz yoktur. Öyleki, onların dinlerini savunmalarına bile katlanamıyorsunuz. Şimdi sorarım size: Bu tutumla birlik ülküsünü gerçekleştirebilir misiniz?
Arnold Toynbee: İnsanoğlu, derisinin rengine göre yargılanmamalı artık.
Arnold Toynbee: Amerika’da yoksul olmak kötüdür. Dayanılamaz yoksulluğa.
Arnold Toynbee: Amerikan gençleri, analarının babalarının inandıkları değerleri sadece korkunç buluyor. Belki burdaki &‘korkunç’ sözü biraz sert oldu. Gerçekte, âilelerinin davranışlarına hâkim olan zihniyet, tiksinti veriyor gençlere. &‘Amerikan hayat tarzı’nın ne kadar sürebileceğini izlemek ilginçtir.
Arnold Toynbee: Amerikalı doktorlarsa, insanlık için çalışma ülküsünü kaldırıp rafa koymuşlardı, para kazanmak hırsı çökmüştü hepsine. Para kazanmak, biricik amacıydı hayatlarının. Elbette, Amerikalı doktorların bütününün, feragat ve fedakârlık ruhundan uzak oldukları söylenemez, ne var ki, Lowalı gencin görüşü ve yargısı buydu. İleride doktor olunca, Hindistan’a giderek yoksul bir kentte bir süre kalmayı, Amerika’ya dönünce de muayenehane açmayıp bütün vaktini hastanede geçirmeyi tasarlıyordu.
Arnold Toynbee: Âilesinin Los Angeles’te çok önemli bir işi ve mevkii olan bir genç tanırım. Bu gencin, üniversite diplomasının kendisine sağlayacağı mevkilerin hiçbirinde gözü yoktu. Âilesi, oğullarının önünde açılan bu parlak mevkileri bırakarak, başka bir hayatı seçebilmesini havsalasına sığdıramıyordu.
Onlar, genç adamın parayı ve paranın arkasından gelen her şeyi reddetmesini anlamazlardı. Oysa genç adamın açıkça reddettiği şey, &‘hayatının amacının sadece para kazanmak’ olduğu anlayışıydı.
Jim Hicks: Kötü mü oldu &‘Amerika düşü’nün yıkılışı?
Arnold Toynbee: Hiç kuşkusuz söyleyebilirim ki, kötü olmadı. Asıl korkunç olan, kişinin olsun, toplulukların olsun, &‘düş’ içinde, bir hayal içinde yaşamalarıdır. Amerika kendinden çok ’emindi’, bir facia habercisi gurur içindeydi, bakışı bir tuhaftı dünyaya. Bu hayalin tutarsızlığı anlaşılmıştır. Bilinen kural: Hastalık bilinince şifası da gelir.
Jim Hicks: Amerika’ya daha önceki gelişlerinizde de bu &‘aldatıcı huzur’u fark etmiş miydiniz?
Arnold Toynbee: Tabiî. Tarihçi olduğumuz için, ulusların &‘dengeli dönem’lerinin ne kadar kısa sürdüğünü çok iyi biliyorum. Bir kaygı, bir rahatsızlık, bir &‘iç’ kaşıntısı ayrılmaz insanoğlundan. Amerikalılarsa, dünyanın cenneti sayıyorlardı ülkelerini.
Ama ben, bu ülkenin cennet gibi olduğunu, ya da cennet gibi olabileceğini asla düşünmedim. &‘Amerika düşü’nün er geç yıkılacağı belliydi.
Arnold Toynbee: Amerika, uzun yıllar, aldatıcı bir &‘huzur’ içinde, yalancı, yapmacık bir esenlik içinde yaşadı. Amerikalılar hiç değişmeyeceğini sanıyorlardı bu esenliğin. Ama bir de baktılar ki, gümbür gümbür yıkılarak son buluyor aldatıcı huzur, işte Amerika krizinin nedeni.
Ionesco: Ülkülerin çoğunda çözüm ve açlık yok. Ama bizi bu noktaya sürükleyen, çıkaran onlar. Haz maymunluğu, gerçek ve doğal sevinci sürüp attı. Seçim, uyuşuklukla ölüm arasındadır.
Ionesco: Her türlü ruhçu ve metafizik düşünce hesabın dışında tutuldu. Gelecek sorunu, evrende varoluşumuz, varlıkların değeri, bütün bunlar bir kenara itildi. Esas sorun, varoluşumuzun özündeki sorun, ölümün anlamı unutuldu. En son amaç düşüncelerimizden atıldı. Çünkü gözümüzde, yalnızca hemen gerçekleşen şeyler var. Bu yüzden artık ne yapacağımızı ve nereye gideceğimizi bilemiyoruz.
Ionesco: Ne arıyor, sorunları neler? Nasıl iyi yaşayabilirim?" "Nasıl servet yığabilirim?" "Kendimi iyilikten nasıl alı korum?" "Bana haz verecek şeyleri nasıl çoğaltabilirim?" "Başkalarının mutluluğunu veya sefaletini hiç düşünmeden ve bunlara aldırmadan eğlenmemi nasıl sürdürebilirim?" "İnsanı bitirme pahasına da olsa sonuna kadar nasıl sanayileşebilirim?" İşte, insanın kendisi için önerdiği insancılık!
Ionesco: Devrimler hiçbir zaman ne sevgi adına, ne de sevgi için ortaya çıkar.
Ionesco: Aksine devrim tutunacak bir yer bulur bulmaz, cezalandırmayı, öç almayı, kefaretini ödetmeyi düşünür.
Ionesco: Bu sloganlar arkadaşlığı ve birliği geri getirmiyor, güçlendirmiyorsa devrime nasıl inanabilirim?
Ionesco: İnsan, tüm olarak makinalaştırılmalı ve kendine yabancılaştırılmalı. İnsan tanınamaz bir hâl alıncaya kadar doğa dışına itilmelidir.
Ionesco: İnsanın insanı sömürmesi artık temel sorun değildir. Şimdi önemli olan, çok daha korkunç şekilde insanın insana hükmetme ihtirasıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir