İçeriğe geç

Köktendinciliğe Karşı Aydınlanma Kitap Alıntıları – Kolektif

Kolektif kitaplarından Köktendinciliğe Karşı Aydınlanma kitap alıntıları sizlerle…

Köktendinciliğe Karşı Aydınlanma Kitap Alıntıları

Her türlü gericilik, irtica, şeriat mikroplarının ve çetelerinin ekonomik politik köklerini kurutup, onları tarihin çöp sepetine atmak
Bir yandan özelleştirme,küreselleşme, globalleşme, Il. cumhuriyet, sivil toplumculuk, anarşizm,bölücülük,mandacılık,diğer yandan şeriat, tarikat ve cinayet çeteleri emperyalist güç odaklarının işgal kuvvetleri olarak görev yapıyor. İşte bu ahval ve şerait içinde istiklal ve cumhuriyeti kurtarmak için yeniden Kuvay-ı Milliye diyoruz.
Bugün geldiğimiz durum, tıpkı 1919’daki gibidir. Aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmek, bütün tersanelerine girilmek,bütün orduları dağıtılmak ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmek üzere gaflet adalet ve hatta hıyanet kol geziyor. İktidar sahipleri şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle birleştirilmiş,millet fakru zaruret içinde harap ve bitap, misaki milli, tevhidi tedrisat, kılık-kıyafet ve tümüyle inkılap kanunları ciddi tehdit altında.
Köktendincilik o kadar çok yayıldı ki imam hatip okulları dışındaki normal ilkokul, ortaokul ve liselerde yoğun bir dincilik söz konusu.
Dini bilenler halka doğruları söylemiyorlar diyorum. Siyasiler halk ve din dalkavukluğu yapıyorlar. Aydın, din konusuna eğilmiyorlar.
İmam hatip okulları üzerinde de kısa bir bilgi sunmak istiyorum.Bu okullar, Türkiye’de bir program dahilinde açılmıştır. Bu program bizim mutlaka bilmemiz gerekir. Bu program, her şeyden önce Türkiye, İran ve Pakistan’ı içerisine alan bir yeşil kuşak denen CENTO olayıyla gerçekleştirilmek istenmiştir.CENTO biliyorsunuz, İngiltere yönetiminde, aslında ABD yönetiminde oluşturulmuş, bir ittifaktır.
Osmanlı devletinin çöküşünü dinsel gericiliğe bağlayan sivil-askeri-aydınlar, Birinci Dünya Savaşında deneyim sahibi olmuşlardı.İslam dünyası, halifenin ‘Cihat’ çağrısına uzak kalmıştı; Müslüman Araplar, İngilizlerle birleşerek Türkleri arkadan vurmuşlardı; halifenin düşmanlarla birleşmesi de bunlara eklenince; sanayi burjuvazisinden yoksun bir tarım toplumunda Aydınlanma Devriminin koşulları oluştu.Avrupa’da din ve devlet işleri ayrılmıştı; Türkiye’de de ayrılıcak; İslam dünyasında ilk kez bir devlet, laiklik ilkesini anayasasına geçirecekti.
Millet Meclisi Hükümeti egemellik kayıtsız şartsız ulusundur diyerek ümmet bilincinden uzaklaşan bir çözümü dile getirdi. Halifenin düşmanla işbirliği, laikliğe giden yolun taşlarını döşedi. Padişahın bir İngiliz savaş gemisine binerek kaçması, cumhuriyetin ilanını kolaylaştırdı.
1923 devrimine gelinceye dek, çağdaşlaşmanın yeterli uygulaması görülmedi.Devlet düzeni padişahlığın ve halifeliğin dinsel egemenliğinden kurtulamıyordu; hilafet laikliğe engeldi.Osmanlı imparatorluğunun çokuluslu olması, ümmet bilincini aşmak isteyen etnik toplumların bölücülük açmazına düşmelerine yol açıyordu. İnsan hakları ve demokrasinin karşısındaki engel, şeriat hukukuydu.
Yığınla okul var, fakat bu okulların büyük çoğunluğunda kütüphane yok.Veya varsa bile göstermelik.Aslında her kütüphanenin memuru olması lazım, ödünç kitap vermesi lazım. İçinde her türlü kitap bulunması lazım.
Diyanet, Türkiye’deki en büyük şeriat propaganda merkezidir.
Hiçbir manevi planlama yöntemi din alanında uygulanan kadar sinsi ve tehlikeli olamaz.
Zorunlu din dersleri kaldırılıp yerine -o da sadece lise son sınıfta okutulmak şartıyla-seçmeli din dersi konabilir, ama bence bu bile gerekli değil.
Henüz dinin ne olduğunu anlamaktan bize aciz, küçücük çocukların beyinlerinin yıkandığı Kuran Kursları kökünden kaldırılmalıdır.Bunların MEB tarafından denetlenip, denetlenmemesi hiçbir şeyi değiştirmez.Henüz bağımsız düşünebilecek yaşa gelmemiş çocuklara Kuran ezberletmek onların beyinlerine haciz koymaktan başka bir şey değildir.
Geçmiş özlemleri bilgisiz, görgüsüz ve en basit bir tarih bilincinden yoksun insanların hükmetme tutkularını haklı görmek için başvurdukları bir çaredir.Ancak gerici hareketler bir süre toplumun uygarlık yolunda ilerlemesini yavaşlatsalar bile, bu ilerlemeyi durdurmaları mümkün değildir.
Şimdiye kadar ulusun beynini paslandıran, uyuşturan ve bu istekte bulunanlar olmuştur. Herhalde zihinlerde bulunan bütün boş inançlar tümüyle atılacaktır.Onlar çıkarılmadıkça beyne gerçek aydınlıkları aşılamak imkansızdır. Görülüyor ki en önemli ve verimli ödevlerimiz öğretim ve eğitim işlerimizdir. Bu işlerde ne yapıp yapıp başarıya ulaşmamız gerekir. Bir ulusun gerçek kurtuluşu ancak bu yoldadır.
Artık binlerce Kuran kursunda küçücük çocukların beyni yıkanıyor, yüzlerce imam-hatıp okulunda şeriatçı yobazlar yetiştiriliyor,devlet okullarında tam 8 yıl boyunca İslam dininin dogmaları ezberletiliyor.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Köktendinciler yalnız genel kültürden değil, doğru dürüst bir din kültüründen de yoksunlar.Kısaca bunlar dindar değil, daha çok dinci , yani dini bir hükmetme aracı olarak kullanmak isteyen kişiler. Genellikle yobaz diye adlandırdığımız bu kişiler, kuran okuyup üzerinde düşünme zahmetine katlanmadan,salt kulaktan dolma bir iki dogma ve kuralın çekiciliğine kapılıp, dünyanın gidişini ters yönde değiştirebileceklerini sanan, tarih bilincinden yoksun, hiçbir şekilde bilginin tadına varmamış, kendilerine belletilmiş olan dini dogmalarını tartışılmaz, kesin doğruluklar
olduğuna ve herkesin Tanrı’nın bütün buyruklarına tıpatıp uyması gerektiğine inanan zavallı insanlar. Ancak bu zavallılıklarının bilincinde olmadıkları gibi bu dogmaları korumak, yaymak, hatta gerekirse zorla kabul ettirmekle görevli sanıyorlar. Daha da korkuncu, dinsiz bellediklerini öldürmekten çekinmiyorlar.En büyük düşmanları ise aydınlar , zira bunlar tanrısal doğruları şüphe konusu yapabildikleri gibi bazen tümüyle yadsımak cüretini bile gösterebiliyorlar!
Kuran Bakara: 102; adı geçen Harut Marut meleklerine ait hadislerde yazılan hikayelere göre bunlar,Sümerlilerin Venüs yıldızını simgeleyen aşk tanrısının aşıkları, çoban tanrısı Dumuzi ile çiftçi tanrısı Enkidu’nun bir devamıdır.
Sümer’de vaktiyle insanların tek dilde konuştuğu, fakat bilgelik tanrısının kızarak onu bozduğu ve insanların dillerini karıştırdığı yazılı.Bu konu Tevrat’ta olduğu gibi Kuran’da da bunun izini, 2 ayette buluyoruz, Birincisi: Hud: 118-119 Rabbın dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı, onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler.Zaten rab onları bunun için (dalaşsınlar diye) yarattı.Rabbın andolsun ki cehennemi tüm insanlarla ve cinlerle dolduracağım sözü yerini buldu.
İkincisi: Maide 5-48 (Ey Ümmetler!) Her birinize bir yol ve şeriat verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı.Fakat size verdiğinde (yol ve şeriat) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyle ise birbirinizle yarışın,hepinizin dönüşü allahtır. Üzerinde ayrılığa düştüklerinizi o haber verecektir.
Bilgelik tanrısı Enki’nin duvar arkasından Utnapiştim’in Sümerce karşılığı Zinusudra’ya bildirdiği, Tufan’ın, 7 gün 7 gece sürdüğü,bittiğinde Zinusudra’nın kurbanlar yaptığı yazılı.Görüldüğü, gibi tufan hikayesinin Sümerlilerde yazıya geçtiği, onlardan Akat’ların aldığı, onlardan da Tevrat’a, arkadan Kuran’a geçtiği anlaşılmaktadır.
1872 yılına kadar tufan hikayesinin yalnız Tevrat’ta olduğu biliniyordu.Fakat Ninova’da çıkarılan Asurbanipal Kitaplığı içindeki bir çivi yazılı tablet okununca, büyük bir şaşkınlık olmuştur. Gılgamış destanının son kısmını oluşturan bu hikaye, ölümsüzlüğü arayan Gılgamış’a, Nuh’un Babilce karşılığı olan Utnapiştim anlatmış.Buna göre çoğalan,insanların gürültüsünden rahatsız olan tanrılar, bir tufan yapmaya karar veriyorlar. Fakat bilgelik Tanrısı gizlice bir duvar arkasından Utnapiştim’e durumu bildiriyor.
Adem’in çocukları Habil Kabil (İslam’da Kabil) hikayesi Tevrat’a göre Habil koyun çobanı, Kain çiftçi. İkisi üzümlerinden tanrıya sunuyor. Tanrı Habil’in getirdiğini beğendiği için kardeşi Kain onu öldürüyor. Konu, Kuran’da Maide 27-31’de, ne çocuklarının adları, ne getirdikleri yazılıyor. Hadislerde de bol bol ve çeşitli şekilde bunlar anlatılmış.Sümer’de hikaye şöyle: Çoban tanrısı ile çiftçi tanrısı, aşk tanrıçası ile evlenmek ister. Tanrıça çoban tanrısını ve onun getirdiği ürünleri yeğler. Çiftçi de aradan çıkar. Buna paralel bir başkasında, yaz kendi ürünü olan tahılı, kış da hayvanlarından, tanrı Enlil’e sunarlar. Tanrı kışın ürünü hayvanı, kabul eder. Yaz da buna razı olur. Tevrat’ta neden onlara cinayet yaptırılmış, hele böyle bir din kitabında!
Kuran’da Aden bahçeleri olarak tanımlanan, Sümer’in tanrılar bahçesi dilmun’da,yer tanrıçası 8 bitki yetiştiriyor.Bunların koparılması yasak.Fakat bilgelik tanrısı dayanamayıp, tatlarına bakıyor. Buna çok kızan tanrıça,tanrıyı lanetleyerek yok oluyor.Bunun üzerine bilgelik tanrısı ölüm derecesinde hastalanıyor.Büyük zorluklardan sonra tanrıça bulunarak,bilgelik tanrısını iyi etmesi için ikna ediliyor.Tanrıça hasta olan 8 bitkiye karşı, 8 organı için 8 tanrı ve tanrıça yaratıyor.Son olarak tanrının kaburgasını iyi edecek bir tanrıçadır.Adı da kaburganın hanımı anlamına gelen nin-ti’dir. Burada nin hanım, ti kaburga demektir, ti’nin bir anlamı da yaşam’dır. Eğer isme buna göre anlam verirsek yaşamın hanımı olur. Bu efsane Tevrat’a geçerken tanrıça, kaburgadan yaratılan kadın olmuş, kaburganın hanımı anlamına gelen ad yerine de yaşamın hanımın anlamına gelen Havva adı konmuştur. Burada tanrıların bahçesi, yani cennet, yasak meyve, meyveyi yiyen erkek tanrı, kaburga ile ilgili kadın (tanrıça) ve tanrının yasak meyve yiyip lanetlenmesi, Tevrat hikayesine tamamıyla uymaktadır.Kuran’da ne Havva’nın adı, ne de kaburgadan yaratıldığı yazılı. Cennetten Tevrat’taki gibi yılan değil, şeytan çıkartıyor onları, yasak ağacın adı, sonsuzluk ağacı .
Kuran’da her konu ayrı ayrı, çok yüzeysel, çeşitli sürelerdeki ayetlere dağılmış ve birbirlerine bağlantısız olarak yazılmış. Yaratılış:Her üç dinde de evren, büyük bir su. Ondan bir dağ çıkıyor, ikiye ayrılıyor. Üstü gök, altı yer oluyor. İnsan, çamurdan tanrı görüntüsünde yaratılıyor.İlk yaratıldığına inanılan Adem’in anlamı da kırmızı toprak. Havva’nın, Adem’in kaburgasından yaratılması ve cennetten kovulmaları bir Sümer efsanesinden geliyor.
Tevrat ve Kuran’da bulunan evrenin, insanın yaradılışı, Havva’nın Adem’in kaburgasından var edilişi, Habil Kabil cinayeti, cennetten kovulma, tufan,Babil Kulesi,tek dil,Eyüp peygamber konuları hep Sümerlilerden gelmektedir.Bunlardan başka Kuran’daki Harut Marut melekleri ile ilgili konu, Tevrat’taki Süleyman’ın şarkılar şarkısı bölümü, İbrahim peygamberin karısı Sara’yı Firavun’a sunma hikayesi de Sümerlilerin bereket kültürünü oluşturan kutsal evlenme törenlerinden kaynaklandığı son yıllarda anlaşıldı.
Sümer’de krallar, yeryüzünde tanrıların vekili sayılıyor. İslam’da da halife, Allah’ın gölgesi, vekili idi.Papa da öyle.İslam’a giren kadınların başlarını örtmeleri,Sümer mabet fahişelerininin simgesiydi.
Sümer tanrılarının gökyüzünde duku denilen topladıkları yerleri, kürsüleri vardır.İsrail’lilere göre de tanrının gökte sarayı ve etrafında birçok yaratıkları var.Kuran’da da 26 ayette,Allah’ın arşta, etrafında melekler, cinlerden oluşan bir toplulukla oturduğu yazılı. Arş da saray demek.
Sümer tanrıları kızarsa kendi ülkelerini bile yakıp yıkarlar.Tevrat’ta Yahve (Yehova)’nın insanlara kızarak onlara yok edeci felaketler verdiği, komşu devletleri İsrail’in üzerine saldırttığı bildirilmektedir.Kuran’da da birçok sureler içinde Allah’ın çeşitli milletleri nasıl yok ettiği sayılmaktadır.Bunların bazıları kasırga, bazıları dondurucu soğuk ile ortadan kalkmış.(Ankebut: 38, Furkan: 38, Hace: 44,Akkaf: 27,Muhammet:13, Fussilet:13 bunlardan birkaçı).
Sümer’de tanrılar istediklerini yok ederler.Ordular tanrılarındır.Aynı düşünceyi Kuran’a (Enfat:17) savaşta insanların değil, Allah’ın öldürdüğü, atılan öldürücü silahların Allah tarafından atıldığı yazılı.
Tanrının yaratıcı ve yok edici gücü, tanrı korkusu, insanların tanrı tarafından yargılanması, tanrılara yaranmak için kurbanlar verilmesi, törenler, dualar tütsüler, ilahiler, çalgılarla tanrıyı sevindirmek, iyi ahlaklı, saygılı olmak ve temizlik, Sümer inanışlarının temeli idi.Bunlar tek tanrılı dinlere geçmiş,Sümerlilere göre tanrılar şehirleri ve bütün kültür varlıklarını meydana getirip insanlara vermişlerdir.Aynı düşünceyi Kuran’da da buluyoruz.Allah’ın insanlara elbiseler yaptığı, (Araf: 26), dağlara barınaklar, sıcaktan koruyacak elbiseler, savaştan koruyacak zırhlar (Nahl: 81) ve gemiler (Yasin: 82) yaptığı yazılıyor.Sümer’de tanrılar ol deyince o şey olur.(Yasin: 82) Allah’ın, yaratmak istediğine ol demesi yeterlidir.
Sümer dini çok tanrılı bir dindir.Fakat inanç ve dinsel işlemlerde tek tanrılı dinlere büyük etkileri olduğu anlaşılıyor.
Mezopotamya’da, gerek Anadolu ve Suriye’de yazılan kazılardan on binlerce çivi yazılı tablet bulunmuş, yazılar okunmuş, diller çözülmüş ve tamamıyla unutulmuş, en az üç bin yıllık Ortadoğu milletlerinin tarihleri, dinleri, efsaneleri günlük yaşantıları ortaya çıkmıştır.
Kuran’da İslam dinini kurarken Muhammed, Musevilik’ten birçok şeyler aldı.
İslamiyet, Hristiyanlıktan esinlenmiştir ama asıl olarak Yahudiliğin bir kolunun bir mezhebinin devamıdır.Yani bunun bilinmesi, ortaya konulması gerekir.İslamiyet aslında Yahudiliğin Ferisi mezhebinin devamıdır.Kuran ayetlerinde bu husus belirtilir, açıklanır.Ama Kuran ayetlerinin tercümesinde bunlar saklanır, özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tercümelerinde, çevirilerinde bu kesinlikle gizli tutulur.Halbuki Kuran, hem kendisinden önce gelen bir kitabı tasdik ettiğini belirtir, hem de Ferisi Yahudilerin kitabı olan Mişnadan’dan yedi bölümün alındığını bir ayetinde belirtir.
İslam’da kadınla ilgili şeriat yasaları tamamen, Tevrat’tan alınma Tevrat’tan esinlenme şeriat yasalarıdır. Buna Muhammed’in yaptığı değişiklikler katılmıştır.
Kuran’daki melek öğretisi sistematiğinin önemini belirtmek gerekirse, İsa’nın, yani meleğin yalnız görüntüsünün çarmıha çakıldığı veya görünüşünün acı çekerek, çarmıhta canını verdiği ve sonra mucizevi bir tarzda göğe uçtuğu inancı, Kuran’daki melek inancının kökeninin İncil’de aramak gerektiğini gösteriyor ve aralarında bir bağlantı da var.
Muhammed kendini İsa ile aynı kefeye koymaktaydı. İkisi de peygamberdi; İsa’nın melek niteliği olduğuna göre Peygamber Muhammed’in de aynı niteliğe sahip olması doğaldı.Hem İsa hem Muhammed, Musevilik geleneğinden geldikleri ve ayrıca Muhammed tanrının elçisi olduğunu ilan etmeden önce Hristiyanlık üzerine geniş bilgisi olduğu için bu inancın kökeni daha açıklık kazanıyor.Böylece bir paradoks gibi görünen gerçek de ortaya çıkmış oluyor.Bu gerçek Muhammedin, İsa’nın düşüncesini ve peygamberliğini çok iyi bilmesinde yatmaktadır.
Muhammed sure 17-1’deki duygusal sözler, tanrının rahmet hazinesine sahip olduğunu ve bu hazineden harcadığını açıklıyor.Arkasından sure 6-5O’de kurnazlığa başvurarak, diplomatik savunmaya geçiyor ve tanrının hazinelerinin kendi yanında olmadığını söylüyor ve saklı bir hazine varsa da yerini bilmediğini ekliyor.Ayrıca ben melek olmadığımı söylüyorum dur, ama Muhammed ilkini yeğlemiş, bu ilk yanıtta kendisinin melek olduğunu söylemesi, ifadenin veya tümcenin içinde saklı duruyor.
Muhammed, Sure 6’da peygamberliğini savunmaktadır. Bu surede isa’nın peygamberliği örnek gösterilerek, aslında eski Ahit’in Musevi peygamberlerinin ve isa’nın peygamberliğinin savunulduğu ve bu yolla Muhammed’in kendi peygamberliğini savunduğu görülüyor. Muhammed bu surede eski Ahit’in peygamberlik öğretisini ve kendi peygamberliğini uyguluyor.
Tüm tekel ürünleri (içkiler),banka faizleri, meyhaneler, kumarhaneler, turistik oteller, uyuşturucu nesneler ile bunların benzerleri. Kuran’a göre bu tür gelirler yasaktır, haram dır.Bu gelirler ulusal bütçenin %60’ına yakınmış.Şimdi siz bizim faizsiz banka kurmak isteyen dini bütün Müslümanımızın bütçeden ayrılığı,%60’ı haramdan oluşan aylığı düşünün.Burada, kemiği olmayan dili eğip bükerek konuyu saptırmanın gereği yoktur.Dinci,sapkınlık içinde yuvarlanmaktadır.
Sivri başlık,sarık,cüppe İslam’da yoktur.Üstelik Arap dilinde Türkçe sarık anlamına gelebilecek bir sözcük de yoktur.Sarık, İslam’a, Emevi-Abbasi dönemlerinde, İslamlaşan Türkler aracılığıyla girmiş bir şaman giysisidir.Peygamberin, halifelerin sarıkları yoktu.
Osmanlı; fesi, 2. Mahmut fesi giydirinceye kadar akla karayı seçmiştir. Bunu İslam’a aykırıdır diye giymek istememişlerdir.Ve Atatürk onu çıkartıncaya kadar akla karayı seçmiştir.Bu sefer de bu insanlar bunun İslamlığın bir simgesidir diye çıkarmamışlardır.Yani bunların çoğu dinle imanla ilgili şeyler değil.Bunlar günlük yaşamımızla, kültürümüzle ilgili bir şey.
Osmanlı döneminde laiklik, ticaret hukukunu alıyoruz, ceza hukukunu alıyoruz Batı ülkelerinden Hatta aile kararnamesi kanunnamei Osmanlı döneminde çıkıyor, bugünkü medeni hukuku andıran hükümler tartışılıyor.Anayasayı alıyoruz. Şeriatçı bir düzende anayasa olur mu, anayasa Kuran’dır.1876 anayasasını alıyoruz ve bütün bunlara bakıldığında aslında laikleşmenin süreci
Osmanlı döneminde başlamıştır.
Türk-İslam sentezi, gerçekte Nakşi tarikat üretim merkezlerinin bir meyvasıdır.
Cumhuriyet döneminde tekke ve zaviyeler kapatılmış olmakla birlikte, tasavvuf ve tarikatlar gizli-açık, özellikli taşrada varlıklarını sürdürdüler. 1950’lerin Başbakanı Adnan Menderes; nurcu, Süleymancı gibi tarikatlarla diyaloğunu sürdürürken: Bayrami tarikatı şeyhlerinden Akif Efendi ile sık sık görüşürdü. Nur cemaati önderi Said-i Nursi ile yazışırdı.
Sivil toplumcudur denilen tarikatlardan Süleymancıların, 1940’larda. Hitler gizli Müslümandır. Gelip Deccal İnönü’den bizi kurtaracaktır diyerek; kendi müritlerinden oluşan bir birliğe 163. Fırka adı altında Balkanlar’daki Nazi birliklerinin emrine vermeleri nasıl yorumlanabilir?
Tarikat erbabının nazarında kadın, cadaloz, dırdırcı dır; erkeğe cehenneme azabı çaktirmek üzere dünyaya gelmiştir.Evliya derecesine yükselmenin şartlarından biri de mutlaka cinsel ilişkide bulunmaktır, yani kadını cinsel meta olarak kullanmaktır.
İslam’daki ilk tarikat kurucularından Abdulkadir Geylani, uzunca bir süre evlenmedi.İstediği kemal noktasına erince, dört kadınla birden evlenip 27’si erkek 49 çocuk sahibi oldu. Ahmet Canım Nameki adlı bir tarikat önderinin bir çok kadından 9’u kız 48 çocuğu vardı.İbn Hafif isimli şeyh daha ileri gitti:40 kadınla evlendi, 400’üyle de tebarüken nikahlandı.
Demokrasiyi kullanarak, dinle ilgili her noktalarına özgürlük talep ediyorlar.Ondan sonra kendi bölgelerinde, kendilerini güçlü gördükleri her zaman, dini kullanarak,demokrasiyi ve özgürlükleri adım adım yok ediyorlar.Kurtarılmış bölgeler yaratıyorlar.
Felaketli gidişi önlemenin tek yolu,akılcılığın sesini yükseltip, laikliğe ve Atatürk devrimlerine sarılı olarak şeriatçının sahte saltanatına ve şeriatın aydınlığa başkaldıran başıboş saldırılarına karşı savaşım vermektir. Bu, herkesten önce biz Atatürkçülere ve zinde güçlere düşen kutsal bir görevdir.
Şeriatçılar,görülmemiş bir azgınlık içerisinde ve en sinsi ve hileli usullerle devlet yönetiminin kilit noktalarını ve bu arada laikliğin silahlı, teminatı olan orduyu ele geçirme hevesindedirler. İnsanlarımız, tıpkı Cumhuriyet döneminden önce olduğu gibi şeriatın insan beynini kemirici, aklı ve mantığı yok edici, düşünme gücünü yitirici,yaratıcı zekayı körletici, kadınları küçültücü ve insan
varlığını, kul kertesine indirici verileriyle şekillendirilme yoluna girmişlerdir.
Atatürk’ün, mucize olarak şeriat bataklığından kurtarıp akılcılığa, müsbet ahlaka, benlik duygusuna ve çağdaş uygarlığa ulaştırdığı Türk toplumu bugün, müptezel çıkarlar uğruna işbirliği yapan ve her şeyi din açısından ölçüye vuran şer temsilcilerinin pençesindedir.
Dinin özü, İslamiyetin özü şiddettir, kandır, kendinden olmayan her şeyi yok etmektir ya da kendisine benzetmektir.
Dini siyasal araç olarak kullananların özel yaşamlarında böyle pek prüten, böyle imsaklı bir yaşam sürmedikleri görülür ve oradan teşhis edilirler. Bu gibilerin, bayramlarını lüks otellerde geçirmeleri, lüks lokantalara gitmeleri, lüks arabalara binmeleri köktendincilikle bağdaşmaz.
Siyasal iktidarı ele geçirmek için dini kullananların dindar olmaları gerekmez.Sadece dini kullanırlar. O süre içinde de köktendinci gibi görünebilirler. Fakat bu iki grubu birbirinden ayırmak çok zordur. Kimi köktendincidir, kimi dini siyasi ikbal için kullanmaktadır, bunları faaliyet içinde ayırmak çok zordur.
Türban sorunu tartışılıyor.Türbanın hastanelerde takılmayacağı açıktır.Hastanelerin bir kıyafet düzeni vardır.Orada takılmaz.Devlet dairelerinde de takılmaz.Acaba bu durum insanın özel yaşamı mıdır, yoksa üniversitede öğrencilik bir toplumsal yaşam mıdır? Toplumsal yaşam kurallarına uyulur. Askere gidip de istediğin elbiseyi giyememek gibi. Öğrenci olduğunda da istediğin gibi giyinebilirsin ya da giyinemezsin diye tartışılabilir.
Şeriat,sadece inanç sorunlarını ve ahlak konularını düzenlemez.Ticaret, aile hukuku, miras, boşanma, giyim, insanlar arası iletişim, beslenme, beden temizliği vb. konularda da kesin ve çok ayrıntılı kurallar içerir. Köktendincilere göre bunlar Tanrı yasasıdır, tartışılmaz, değiştirilemez; bunlara uymayan dinsizdir, imansızdır, kafirdir.Hukuk alanında el-ayak kesme, taşlayarak öldürme vb. üzerinde önemle durulur.Mahkemeler tek yargıçlıdır, avukat ve savcı bilinmez.Erkeğin yarısı değerindeki kadının durumunun düzeltilmesi yönünde bir değişiklik düşünülemez bile.
Köktendinciler büyük ölçüde anlamadıkları, bu yüzden ürktükleri, uyum sağlayamadıkları, erişemedikleri bu dünyanın karşısında alternatif kendi dünyalarını kurar, başka bir yaşayış biçimini gerçekleştirmek için bir araya gelir, doğmalardan ibaret, kendi köktendinci tasavvurlarına uygun bambaşka bir dünya oluştururlar.
Dinin karşısındaki en büyük tehlikelerden biri çoğulculuktur.Çoğulculuk, bir ülkede veya alanda, hayatın anlamı konusunda çok sayıda cevabın ve farklı yaşayış biçimlerinin varlığı demektir.Öte yandan çoğulculuk,Modern-Batılı dünyanın, yeni çağın karakteristik özelliğidir. Dinsel fundamentalizmin saldırı hedeflerinin başında Batı’nın ve Batı uygarlığının bulunması şaşırtıcı değildir.Bu anlamda dinsel köktencilik,modern Batı dünyasına karşı bir protestodur, modern dünyadaki her şeye karşı çıkıştır. Modern dünya çoğulcudur, demokratiktir, bilimseldir, teknik olarak organize edilmiştir ve bütün bunlar din kurallarına dayanılmadan gerçekleştirilmiştir.
Din, hayatın anlamı konusunda bir cevap olmak ister, dinler, bu anlamın yaşanan cevaplar sistemidir. (Kienzler, 1996, 21 ). Ancak felsefeden farklı olarak, hayatın anlamı konusunda dinde verilen cevaplar nihaidir ve kesindir.Cevabı kendisi açısından veren, bu cevabın en doğru ve kesin olduğundan din topluluklarının üyeleri, kendi dinlerinin hayatlarının sorularında en doğru ve kesin anlamlı cevaplar olduğundan emindir.
Fundamentalizmin saldırı hedefleri, toplumun modernleşmesi ve laikleşmesi, fen bilimleri ve özellikle Darwinciliktir.
Hans Albert, fundamentalist adını verdiği bu düşünüş tarzına karşılık,kesin gerçekler ve mutlak değerler yerine bilgide açık ve bitimsiz bir bilme sürecini savunan, her zaman açık ve dogmalardan uzak bir toplum gerçekleştirme mücadelesini veren Popper’in yanlışlanabirliğini bir bilimsel bilme biçimi olarak öne sürmektedir.
Fundamentalizm kavramı 1960’lı yıllarda filozof Hans Albert tarafından felsefe alanında kullanılmıştır. O sıralarda neopozitivistler ve Frankfurt Okulu mensubu neomarxistler ile Karl Popper’in görüşlerini savunan eleştirel rasyonalistler arasında bir bilim tartışması sürüyordu.
Siyasal nedenli ödünlerden, sentez söylemleriyle milliyetçiliği yozlaştırmaktan, siyasi İslam anlatımıyla dini karartmaktan, giyimden anlayışa değin ileri ve çağdaş toplum yapısına ters düşen görünümlerden kaçınılmalıdır.
Ekonomi ilkel anlayışla yönlendirilemeyeceği gibi, devlet de dinci anlayışla yönetilemez.
Yakma, yıkma, yaralama, öldürme, işkence ve başka biçimlerde eylemlerle yaygınlaşan, terörle desteklenen köktendinciliği, insan haklarıyla bağdaştırmak çelişkisi, kimi ahlak düşkünlüklerini dinsel kılıflarla saklama çirkinliği,çağımızın önemli sorunlarından başlıcalarıdır.
Toplumu beyin ve yürek birlikteliğini aydınlatma gücü olan dine göre düzenlemeye kalkışmak, yaşamı durdurmaktır.
Dini siyasallaştırmak, demokrasiyi dinselleştirmektir.Köktendincilik; dini,din olmaktan çıkarıp yozlaştırmak, sömürmektir.Köktendincilik; birçok ülkenin, dünyanın başına beladır. Temiz inançlı kimseler asla köktendincilkten yana olamazlar. Köktendlncilikte körü körüne inanıştan ötede aklı ve bilimi dışlayan bağnazlık ve katılıkta dikta sayrılığı vardır.
Bilim ve uygarlıktaki çok hızlı gelişmelere koşut ilerlemeler gösteren çağdaş siyasal sistemler karşısında, köktendinci ya da dinci sistemlerin insanların geleceği ve insanlık için yapabileceği fazla şey yoktur. Karanlıkta aydınlığın bilincinde olan insanlar, akılcı sistemi seçmişlerdir.Geçmişi ve geriye dönüşü özlemek, kanımca kendini yadsımak, çağdışı düşmektir.
Demokrasinin olmadığı yerde laiklik olabilir ama laikliğin olmadığı yerde demokrasi olamaz.Laiklik benimsenmeden köktendincilikle savaşılamaz.
Türkiye Cumhuriyeti, 20.1.1921 günlü, 85 sayılı, Teşkilatı esasiye Kanunu’nun 1. maddesinde öngörülen, bugünkü dille, Egemenlik bağsız, koşulsuz ulusundur. Yönetim, halkın geleceğini kendisinin eylemli biçimde belirleyip yürütülmesi ilkesine dayanır açıklığıyla laikliği seçmiştir.
Siyasal erk, halkta olunca başkasında olamaz. Bu anlamda laiklik, ulusal egemenliktir.
Siyasal iktidarın dinsel kurallara göre değil, akla ve bilime öncelik vererek, ulusun istencine göre kurulup sürdürülmesi, bireylerin düşünce ve inanç özgürlülüğünün güvenceye bağlanıp korunması, laikliğin genel ve temel tanımlarından biridir.
Gerçeği arayan insanın erişilmez gücü, yaşamını aydınlatan kaynak, akıldır. Din, aklın ürünüdür. Köktendincilik, varsayımın akla üstünlüğü savına dayanan gericilik, tutuculuk, çağdışılık ve toplumsal yıkıcılıktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir