İçeriğe geç

Kimya-yı Saadet – Mutluluk ve Saadet Hazinesi Kitap Alıntıları – İmam Gazali

İmam Gazali kitaplarından Kimya-yı Saadet – Mutluluk ve Saadet Hazinesi kitap alıntıları sizlerle…

Kimya-yı Saadet – Mutluluk ve Saadet Hazinesi Kitap Alıntıları

Başlangıçta, tutulacak din yolu mücâhededir. Bir kimse şartlarına uyarak mücâhede ya­parsa, bu marifet kendiliğinden hâsıl olur. Kimseden dinlemesine lüzum kalmaz. Bu marifet Allahu Teâlâ’nın buyurduğu şu hidâyet cümlesindendir: «Rızâmızı isteyip, zâhir ve bâtın düşmanlarla cihâd edenlere cennetlerimize kavuşma yollarını hidâyet ederiz» Fakat mücâhededen önce, Kalbin askerini bilmek lâzımdır. Zira kalb askerini tanımayan, (nefsiyle) cihad edemez.
Şöyle ki: Aklı olan bir kimseye birisi dese ki: «İki, birden çok değil midir? Cevabında,
«Şüphesiz çoktur» der. Her ne kadar aklı olan kimse bunu kula­ğıyla hiç duymamış olsa da, dili ile hiç söylememiş olsa da, içi bu­nunla doludur, bunu tasdik ve kabul etmektedir. Bu,insanların fıtratında olduğu gibi, Allahü Teâlâ’yı bilmek de aynı fıtrattandır.

Rum 30 “O halde sen hanîf olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel! Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. İşte doğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”
Hiç kimse Allah’ın azametini bilmeden Kur’ân’ın azâmetini idrak edemez. Allah’ın sıfat ve hâllerini anmadıkça da, onun azâmeti kalbe hazır olmaz.
Temiz olmayan eller, mushafın zahirini tutmaya yakışmadığı gibi, kötü ahlâkın pisliğinden temiz olup tazim ve saygıyla süslü olmayan kalp de, Allah’ın kelâmının hakikatini tasavvur etmeye layık değildir.
Peygamberimiz buyurur ki: Kur’ân-ı Kerîm hüzün için nazil olmuştur Kur’an okurken her defasında mahzun olun. (Ebû Ya’lâ). Kur’ân’daki vaat (müjde) ve vaid (tehdit) âyetlerini okuyup da onlardaki emirleri tefekkür eden ve kendi acizliğini düşünen kimse, eğer ona gaflet gâlip olmamış ise, muhakkak kederlenir.
Kendisine Kur’ân okumak nîmeti verilen kimse, dünyada bundan daha üstün bir nîmet olduğunu tasavvur ederse, Allah’ın büyük gördüğü şeyi aşağı görmüş olur.
orucunda yalnız yemeği bırakmakla yetinen kimsenin orucu ruhsuz bir sûret olur. Zira orucun hakikati ve ruhu, kendini meleklere benzetmektir. Zira meleklerde asla şehvetlerin eseri yoktur. Hayvanlarda şehvet gâlip olduğu için meleklerden uzak olmuşlar. Bunun için şehveti galip olan insanlar hayvanlar derecesine inmiş olur. Şehvetleri mağlup olan insanlar ise melekler zümresine benzemekle onlara yakın olur.
Şehvetli bakış, zehirle su verilmiş şeytanın oklarından bir oktur. Allah korkusundan dolayı şehvetten sakınan, kalbinde îman lezzetini bulur.
Sabır imanın yarısıdır. Oruç da sabrın yarısıdır.
Allah Teala, Adem’i kendi suretinde yarattı. (Buhari)
– Suretten maksat, büyük âlemdir, insan ise onun küçük halidir. Çünkü âlemin parçaları ayrılsa, âdemoğlunun da parçaları ayrılsa âdemoğlunun parçalarının büyük âleme benzediğini görürsün.
“Benim zevkine çok düşkün ve her şeyi arzulayan bir nefsim var. o dünyadan hangi şeyi tattı ise ondan daha üste olanı arzuladı. nihayet dünya derecelerinin en yükseği olan halifeliği tattığında aziz ve celil olan Allah katındakine (Zühde) heves etti. Ömer b. Abdülaziz (r.aleyh)
Kalbin hakikati bu âlemden değildir. Bu âleme garîb olarak gelmiştir. Onun asıl madeni, Allahü Teâlâ hazretleridir. Oradan gelmiştir, tekrar oraya dönecektir. Buraya gurbete gelmiştir.

Bütün ibadetlerin aslı az uyumaktır

Akıllı olan kimse ölümden sonra hâli ne olacağını düşünendir. Ahmak ise, kendi arzularına uyup aldanan ve kurtulacağını umandır.
Biliniz ki, iman marifetinin kapıları çoktur. Birincisi, takdîstir. Takdîs, alemlerin rabbi, bütün yaratılmışların sıfatlarından, vehim ve hayale gelen her şeyden münezzehtir, berîdir, uzaktır diye bilmektir. Bu takdîs sözü Sübhânallah’dır. İkincisi, bu münezzehliği ile beraber, bir olduğunu ve ortağı olmadığını bilmektir. Bunun ibaresi: Lâ ilâhe illallah’dır. Üçüncüsü, var olan her şeyin ondan olduğunu ve onun nimeti olduğunu bilmektir. Bunun ibaresi: Elhamdülillah’dır. Bu yukarıdaki ikisinden çok ötededir. O iki marifet de bunun altında kalır. Bunun için Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): Sübhânallah diyen on, Lâ ilâhe illallah diyen yirmi, Elhamdülillah diyen otuz sevap alır. buyurdu. Bu sevaplar dilin bu kelimeleri söylemesiyle değil, bu kelimelerin bildirmek istedikleri marifetlerdir.
Rükû ve secdenin zâhirinden maksat, beden ile tevâzudur. Bâtınından maksat ise kalp ile tevâzudur. Zira âzâların en şereflisi olan yüzü eşyanın en aşağısı olan toprağa koymakla aslının toprak olduğunu ve yine ona döneceğini hatırlar; gururu kırılır; âcizliğini ve zavallılığını anlar.
“Allah’ın vereceği sevaba rağbet ederek zenginlerin fakirler için tevazu göstermesi ne güzeldir. Bundan daha güzeli ise, Allah Teala’ya güvenerek fakirlerin zenginlere karşı kibirli (onurlu) davranmasıdır.” Hz. Ali (K.v)
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Ömer İbn abdulaziz, Ebû Hazım’a, «Bana nasihat ver», dedi. Buyurdu ki: «Toprak üstünde uyu ve ölümü unutma. Ölümü sana hatırlatacak her şey’e dikkat et, ölümü hatırlatmayandan ise uzak ol! Çünkü ölüm çok yakın olabilir.
Büyük günah istiğfar ile Küçük; küçük günah ısrar ile [devamlı yapmak ile] büyük olur.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Talk İbn Habib (Rahmetullahi aleyh) buyuruyor : « Allahu Teâlâ’nın hakkı, yapılabilenden üstündür. Her sabah tevbe ile Kalkınız ve gece de tevbe ile yatınız »
Allahu Teâlâ bütün insanlara tevbeyi emrediyor ve « Ey mü’minler, sizden meydana gelen kusurlardan Allahu Teâlâ’ya tevbe ile rucu ediniz, ki felâh bulup dünya ve âhiret Saâdetine kavuşasınız» Nur Sûresi 31 #8242; ‘
Tevbe demek pişmanlıktır ve aslı mârifet ve imân nurudur. Neticesi, hallerini kontrol etmek ve değiştirmek, âzalarını günah ve şeriata uymayan şey’leri yapmaktan, iyi işlere ve itaate getirmektir.
Tevbe demek, yolunu şaşırmışın, yeniden yola gelmesi demektir.
Hiçbir insan tevbenin dışında kalmaz. Çünkü baştan sona kadar, yaratıldığı andan yok oluncaya kadar günahtan uzak durmak meleklere mahsustur.
kişi kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi hiçbir müslümana yapmamalıdır.
Zaman öyle bir hâle gelmiştir ki insanların çoğu ile arkadaşlık etmek zararlı olmuştur. O hâlde birçok insanın uzlet ve yalnızlığı seçmesi daha hayırlıdır.
Günahlarda ısrar eden Allah’tan korkmaz. Allah’tan korkmayana güvenmek caiz değildir.
Henüz kendini tanımamış olup da başkasını tanıdığını söyleyen bir kimse ; kendi karnını doyuracak yemeği olmadığı halde şehirdeki bütün fakirlere yemek verip hepsini doyurduğunu iddia eden bir müflis gibidir.
Beden duyuların hammalıdır. Demek ki, beden hislere (duyulara) hizmet ediyor. Duyular ise, aklın casusu ve tuzağıdır. Onların vasıtasıyla acayip işleri araştırıp muhafaza eder. Demek ki duyular aklın hizmetçisidir. Akıl ise kalbin ışık ve ziyasıdır. Bu nur ile cenabı Hakkı görür ki, kalbin cenneti budur. Demek ki akıl da kalbin hizmetçisi olur. Kalb ise, Allah Teala’nın cemalini görmek içindir.
Dünyaya yönelmiş ahiretten yüz çevirmiş kimselerin cahillik ve ahmaklığını, onlardaki kibir, hased ve riya kendini beğenmenin, hırsın, dünya sevgisinin ilacını bildiren o faydalı şey, ilimdir. Dünya ihtiraslılarının bu ilme ihtiyacı, susuzun duru suya, hastanın şifa verici ilaca ihtiyacı gibidir.
Her şeyi mübah gören ibahiyeciler Allah’ın huddundan yüz çevirip başka yöne yönelmişlerdir. Onların yanılmaları yedi şeyden ileri gelir. İkinci husus; ahirete imanı olmayan grubun cahilliğidir. Bunlar,insanın,bitki ve hayvanlar gibi ölünce tamamıyle yok olacağını ona müahaza ceza ve mükafat verilmeyeceğini düşündüler.Bu düşünce cehaletten ileri gelir.Bunlar kendi nefislerinden ancak eşek ve öküzün ottan anladığı kadar anlarlar. Onlar insan hakikati olan ruhun hiçbir zaman yok olmayacağını ölümle ancak elbise mahiyeyinde olan bedenin geri alınacağını bilmezler.
Biz ilmi Allah için tahsil etmedik; fakat ilim, bizi o yola sevketti.
Uyku, ölümün numûnesidir.
Hiçbir şeyi onun(insanın) eline vermedi. Şöyle ki, bilmediği şeyi bilmek istese bilemez. Bildiği şeyi de unutmak istese unutamaz. Düşünmek istemediği şey, kalbine gelir ve düşünmek istediği şeyden de kalbi kaçıp nefret eder.
“Ama bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz,”

(Ankebut/69)

İnsana, kendi nefsinden daha yakın bir şey yoktur. Kendini bilmeyen, Allah’ı nasıl bilir?
Allah Resulü de (s.a.v.) bir hadis- i şeriflerinde şöyle zikretmiştir:

Allah Teala’nın kullarına şefkati, annenin süt emen çocuğuna olan şefkati gibidir.

Allah müminlerin dört şeyini haram etmiştir: Mal, kan, ırz ve kötü zan.
Bâyezid-i Bistâmî buyurur: İnsan, insanlar içinde kendini herkesten aşağı görmeyince kibirlidir.
Kalbin üstünlüğü iki sebepledir; birincisi ilim, ikincisi kudret.
Kalbin yaratılışı ahiret içindir. Onun işi saadet talebidir, bu saadet de marifetullahtır. Cenab-ı Hakk’ı tanımak, O’nun yarattıklarını tanımakla elde edilir.
Hakikati içinde bulunduğumuz bu aleme ait olmayan kalp burada gurbettedir ve yolcudur.
Demişler ki, dünya bir viran evdir. Ondan daha viran ona gönül bağlayan kimsenin kalbidir. Cennet de mamur bir evdir. Ondan daha mamur onu kazanmaya uğraşan kimsenin kalbidir.
Zira rahat ve huzur kalb birliğinden doğar. Hülâsa arada ikilik olduğu müddetçe rahatlık mümkün değildir. Rahatlık, birlik ve tek olmaktır.
Fudayl der ki: “Tevazu; kimden olursa olsun, ister bir çocuktan isterse halkın en câhilinden olsun, hakkı kabul etmektir.”
Bil ki, insanlar arasında meydana gelen görüş ayrılıklarının her biri, bir yönden doğrudur. Çünkü varlıkları bir yönü ile tanıyan, bütün yönleriyle tanıdığını sanır. Değişik görüş sahipleri, şehirlerine filin geldiğini duyup onun ne olduğunu öğrenmeye koşan körler gibidir. Bunlar file elleriyle dokunurken, birinin eli, onun omzuna; diğerinki kulağına; bir başkasının ayağına; ötekinin dişine rast gelir. Bunlar, kendileri gibi âmålarla buluşup bunlardan filin şekli sorulduğunda, elini filin omzuna koyan dedi ki, Fil çok yüksek, gåyet çok etli ve kocaman bir hayvandır. Eli filin ayağına gelen dedi ki: Fil sütun gibidir. Eli dişine gelen dedi ki: Fil direk gibidir. Eli kulağına gelen, Fil bir kilim gibidir. dedi. Hepsinin sözü, bir yönden doğru, bir yönden yanlıştır. Çünkü bunlar, filin bir âzâsını tanımakla, tamamını tanıdıklarını sandılar. Müneccim ve tabip de böyledir. Her birinin gözü, Allahu Teâlâ’nın hizmetinde çalışan hizmetçilerden birine takıldı, onun saltanat ve hâkimiyetinden şaşırıp Padişah varsa budur; benim Rabbim budur dedi.
Kâinatta meydana gelen olayları, tabiata ve yıldızlara bağlayan zavallı ve mahrum tabiatçı ile müneccimin durumu bir karıncaya benzer ki, kâğıt üzerinde yürürken, kâğıdın siyahlaşıp nakışlandığını görünce, düşünmeye başlıyor ve kalemin ucunu görünce, sevinip diyor ki: Bu işin hakîkatini anladım. Bu nakışları kalem yapıyor . Olayların safhalarını bilmeyip ancak son şeklini gören tabiatçıların durumu böyledir. Daha sonra gelen ikinci karıncanın, görüşü daha kuvvetli, görüş mesafesi daha fazladır. İlk karıncaya der ki: Sen yanıldın. Ben bu kalemi müstakil görmüyorum. Bu, nakışı yapmıyor ve bu derece bilgisine sevinip der ki: Gerçek budur ki, bu şekilleri yapan kalem değil, kalemi tutan parmaklardır. Kalem, parmakların emrindedir . Bu da müneccimin durumudur ki, biraz daha uzağı görüp tabiatın, yıldızların emrinde olduğunu, yıldızların da meleklerin emrinde olduğunu sanıyor ve bundan sonraki mertebeleri bilmiyor.
Sakın! Kendinden ve padişahlığından gafil olma ki, seni yaratan Allah’tan da gafil olmayasın. buyurdu. Çünkü Allahu Teâlâ Adem’i (insan) kendi sûretinde yarattı. O hâlde kendini bil ki, Rabbini bilesin.
İnsanların bir kısmı buna şaşar ve der ki: Nasıl ve niçin sorularına cevap olmayan bir şey nasıl mümkün olur? . Halbuki kendileri de nasıllık ve niçinlikten berî ve uzak oldukları hâlde, kendi kendilerinden gafildirler ve kendilerini olduğu gibi bilmezler. Belki insan istese, kendi zatında Nasıl ve niçin? i olmayan binlerce hâlleri bulur. Zira kendi zâtında öfke, aşk, lezzet gibi husûsları gördüğü hâlde, bunların keyfiyetini anlamaya kalkışsa, gücü yetmeyecektir.
İnsanın kalbi, parlak bir ayna gibidir. Kötü ahlâk ise, duman (is) ve zulmet (karanlık) gibidir. O aynayı karartıp Allahu Teâlâ’yı görmekten alıkoyar, arada perde olur. Güzel ahlâk ise, kalbe erişip o aynayı günah zulmetinden temizleyen bir nurdur, ışıktır. Bunun içindir ki Resûlullah: Her günahtan sonra, bir sevap işle ki, onu yok etsin, buyurmuştur.
Eğer şehvet hınzırına itaat edersen, sende çirkeflik, hayasızlık, harislik, horluk, haset, gam, keder ve bunlar gibi nice türlü kötü sıfatlar hâsıl olur. Eğer onu yenip terbiye edersen, sende nezâfet, kanaat, terbiye, haya, züht (dünyaya düşkün olmamak) zarâfet, tamahsızlık, kısa emelli olma sıfatları hâsıl olur.
İnsanoğlunun bedeni muazzam bir şehre benzer. Onun âzâları, parmakları. O şehrin sanat erbâbıdır. Şehvet, maliye müdürü, gazap subaşısı (emniyet müdürü) dır. Şehrin padişahı kalp, veziri akıldır. Memleketin tamir ve muhafazası için padişahın halka ihtiyacı olduğu gibi, gönül padişahın da bunlara ihtiyacı vardır. Ancak bunlarla beden memleketi mamur ve ordusu muzaffer olur.
O vatan, seçilmiş kullar için Allah’ın cemâli, avam için cennettir.
Bil ki, Allahu Teâlâ’yı tanımanın anahtarı, insanın kendini tanımasıdır. Bunun hakikat olduğuna Kendini tanıyan, Rabbini tanır hadisi ile Gerçeği anlayıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada, hem de kendi içlerinde göstereceğiz. (Fussilet süresi, âyet: 53) âyet-i kerimesi kuvvetli ve doğru delildir.
Bil ki, insanın ruhu dört unsura muhtaç olduğu gibi, İslâm’ın hakîkati de dört şeye muhtaçtır: kendini tanımak, Allahu Teâlâ’yı tanımak, dünyayı tanımak ve âhireti tanımak. Buna binaen Müslümanlığın icabı bu dört unvan üzere düzenlenmiştir.
Bakır ve pirinci kırmızı altın yapan maddi kimyâ zor ele geçtiği gibi, insanlık cevherlerini hayvani bulanıklardan arıtıp melekler sâfiyetine eriştiren, onu altın gibi paslanmaz ve devamlı yapan mücâhede kimyâsı da zor elde edilir.
“Her şeyden sıyrılıp yalnız ona (Allah’a) yönel!”
(Müzzemmil/8)
Bütün günahlar istekten, bütün istekler de çok yemekten meydana gelir.
Biliniz ki dünyâ, dîn yolunun konaklarından bir konak, yolcuları Allâhu Teâlâ’ya götüren bir yol, misâfirlerin azıklarını alabilmeleri için açıkta kurulmuş süslü bir pazardır. Dünyâdan maksat, âhiret için azık toplamaktır.
Kalbin gıdâsı, Allâhu Teâlâ’yı tanımak ve sevmektir. Helâkinin sebebi, Allâhu Teâlâ’dan gayrı şeylerin sevgisine dalmaktır.

Bedeni, kalb için korumak lâzımdır. Yoksa, beden fânîdir, kalb bâkîdir. Kalbin gıdâsı, beslenmesi ise ma’rifettir. Ne kadar çok olursa, o kadar iyidir.

Dünyâ meşgalesi çoğaldı ve karıştı. İnsanlar onun arasında kendilerini kaybettiler ve başlangıçta bunların esâsının üç şey olduğunu anlayamadılar. Bütün bunlar yemek, giymek ve mesken içindir. Bu üç şey de beden için lâzımdır. Beden de kalb için lâzımdır. Onu taşımaktadır
Kalb de Allâhu Teâlâ için (O’nu bilmek için) lâzımdır. O hâlde kendini ve Allâhu Teâlâ’yı unutanlar; kendini, Ka’be’yi ve seferi unutup bütün zamânını deveye bakmaya veren hac yolcusuna benzerler.

Kalbini yeniden aramaya, dünyâ meşgalelerinden kurtulmaya ve onu kendi yüksek makâmına ulaştırmaya gayret et. Onun şeref ve izzeti, öbür dünyâda anlaşılacaktır. Üzüntüsüz neş’e, fenâsız bekâ, acısız kudret, şüphesiz ma’rifet ve Allâhu Teâlâ’yı perdesiz görmek olacaktır.
Emir altında olan kendisine iş ve görev verilendir. O hâlde güneş, ay ve yıldızlar kendilerine verilen vazifeleri yapan işçilerdir. Hatta asıl işçiler meleklerdir.
Madde âleminde, müneccimler ve tabiiyyeciler arasındaki fark, bir ihtilâf mevzuu olduğu gibi, ruhlar âlemine yükselen insanlar arasında da bu ihtilâf vardır. Zira, birçok insanlar madde
âleminden terakki eylediler, maddenin dışında
başka bir şeye kavuştular. Sonra evvelki dereceye indiler. Böylece ruhlar âlemine yükselme yolu
onlara kapandı.
Ey insan, kendini bil ve Rabb’ini tanı!
İnsanın ruhu güneşe benzer.
İnsanın nefsi ise aya benzer. Nasıl ki ay yansımasını güneşten alıyorsa, insanın nefsi de yansımısanı ruhtan alır.
Sahrada Suyunu Kaybedene Öldü derler.
NAMAZ da Sahrada ki Su Misalidir
Enes ( Radiyallahu anh ) bu yuruyor ki , Resûlüllah ( Sallallahu aleyhi ve sellem ) vefat edince , bütün sakalında yirmi tane beyaz tel yoktu

Hürmet, İlme ve Akla Gösterilir

Gençlerin En İyisi İhtiyarlara Benzemek İsteyenlerdir.
//Hadîs-i Şerif

Güzel ahlâkın üç sebebi vardır: Biri asıl fıtrattır (yaratılıştır). Bu ise Allah-u Teâlâ’nın ihsânı ve fadlıdır. Bir kimse aslında güzel huylu ve alçakgönüllü yaratılmış olur. Böyle insanlar çoktur. İkincisi, zorla iyi işler yaparak, onları âdet haline getirir. Üçüncüsü, işleri ve ahlâkı iyi olan insanları devamlı görür ve onlarla arkadaşlık eder. Bu güzel huylar kendiliğinden onun tabiatı olur, bundan haberi bile olmaz.
Eğer şehvet hınzırına itaat edersen, sende çirkeflik, murdarlık, hayâsızlık, hırsızlık, fyaltakçılık, m ünâfıklık, harislik, çekememez* lik, başkalarının elemine memnunluk ve bunun gibi sıfatlar hâsıl ,, olur. Eğer onu elinin altına alır, terbiye eder, akim ve şeriatın mu* * rakabesinde bulundurursan, sende kanaat, kendini tutmak, sabır, hayâ, nâmus, zerâfet, zühd, kısa emelli olmak ve tamahsızlık sıfbt- f lan zâhir olur. lt;/
Gazab (öfke) köpeğine itaat edersen; sende kibir, pervâsızlık, pislik, münâkaşa etmek, büyüklük taslamak, aldatmak, kavga ara­ mak, gururlanmak, zulüm etmek, başkalannı küçük görmek, aşağı ve hor bilmek ve insanlara saldırmak gibi sıfatlar meydana gelir. Eğer bu köpeği terbiye edersen, sende sabır, soğukkanlılık, afv, se-^ bat, yiğitlik, sessizlik, cesaret, acım a ve cöm ertlik sıfatlan m eyda­ na gelir. ^ £
Vazifesi, bu hınzm yerinden kımıldatmak, tahrik etmek ve bun­ lara cesaret vermek, aldatma ve kandırmayı öğretmek olan o şey­ tana itaat edersen, sende, hile, hıyânet, huzur bozma, kötü kalbli olma, aldatma ve başka sûretlere girme sıfatlan zuhur eder. Eğer onu elinin altına alır, onun aldatmaianna ve sûret-i haktan görün­ mesine kanmazsan, akıl askerinden yardım ararsan, sende zekilik* marifet, ilim, hikmet, insanlann arasını bulmak, efendilik ve baş­ kanlık sıfatlan meydana gelir. Sana benzeyen bu güzel ahlâklar, devam eden sâlih am ellerin ve saâdet tohum un olurlar.
Kendisinden kötü ahlâkın meydana geldiği fiillere (işlere) gü­ nâh denir. İyi ahlâkın meydana geldiği fiilleregde itâat denir, İn* sanın hareketleri ve hareketsiz hâlleri ^u iki şıkkın dışında değildir.
Kalb, parlak bir ayna gibidir. Fena ahlâk ise, aynanın par­ laklığını gideren leke ve is gibidir. Onu karartır. Bu zulmet (karar­ tı) sebebiyle Allahü Teâlâ’nın gösterdiği yolu göremez. Önüne per­ deler, engeller çıkar. Bu güzel ahlâk ise, kalbe ulaşan nûr (ışık) gi­ bidir. Onu mâsiyet (günâh) lekelerinden, karartılarından temizler. Bunun için Peygamber Efendimiz (aleyhisselâm) «Her günâhtan sonra, bir sevâb işle kİ, onu yok etsin* (*), buyurdu. Kıyamette, parlak kalb de, kara kalb de bir meydanda toplanır. Ayet-i kerî­ mede, «O günde kİ ne mal fâide eder, ne de oğullar. Meğer kİ Al­ lah’a (küfr ve nifakdan) tamamen sâlım bir kalb ile gelenler * (3) buyuruldu.
İnsanın kalbi, yaratılışının başlangıcında, parlak ayna yapılan demir gibidir. Bütün âlem bu aynaya sığar. Dikkat edilirse temiz olur. Edilmezse, tamamen pas tutar. Artık ayna yapılacak hâli kal­ maz. Bâhusus Allahü Teâlâ buyurur: «Hayır, hayır! Yaptıkları se­ bebiyle kalbleri pasîanm ıştır» (3).
DİN YOLUNDA DAR GEÇİTLERİ.
’AKABELERİ AŞMAKTAN: MÜHLİKÂT DENİLEN KÖTÜ HUYLARDAN BAHS EDEN ÜÇÜNCÜ BÖLÜM DE ON ASL’A AYRILIR..
(1) Riyâzet. Nefsi temizlemenin ve terbiyenin yollan. Kötü huyların ilâçtan. Kötü huylan atıp iyi huylar edinmenin
çareleri. (2) Şehveti kırmak. Midenin, fercin âfetleri. (3) Konuşmanın zararla­ rı, dilin âfetleri. (4) öfke, kin ve haset hastalıklarının tedavisi. (5) Dünya sev­ gisinin ve tam a’ illetinin tedavisi. (6) Cimriliğin ve dünya malı toplama hırsı­ nın ilâcı. (7) Makam, mevki, haşmet sevgisinin flâa. (9) Kibir ve ucbun ilâcı. (10) Gaflet, sapıklık ve gururun ilâcı.
MÜNCİYATTAN (KURTARICI GÜZEL HUY ve HASLETLERDEN) BAHS EDEN DÖRDÜNCÜ RÜKÜN D E ON ASL’A AYRILIR
(1) Tevbe etmek ve zulümden el çek­ mek. (2) Sabır ve şükür. (3) Havf ve reca (Cenab-ı Hakk’a karşı korku ile ümid arası bir hâlde olmak). (4) Dervişlik ve zâhidlik. (5) Sadakat ve ihlâs. (Doğruluk ve katışıksızlık). (6) Muhasebe ve mu­ rakabe (kendi nefsini hesaba çekmek, özünü kontrol etmek). (7) Tefekkür. (8) Tevhid ve tevekkül. (9) Muhabbet ve şevk. (10) ölümü anmak.
l’lnd unvan: Nefsini (kendini) bilme­ nin hakikati beyanındadır,
2‘nd unvan: Hak Teâlâ ve Tekaddeı hazretlerini bilmenin be-
yanandadır.
3’üncü unvan: Dünyanın hakikatini bil­
DENİLEN KÖTÜ HUYLARDAN BAHS EDEN ÜÇÜNCÜ BÖLÜM DE ON ASL’A AYRILIR..
(1) Riyâzet. Nefsi temizlemenin ve terbiyenin yollan. Kötü huyların ilâçtan. Kötü huylan atıp iyi huylar edinmenin
çareleri. (2) Şehveti kırmak. Midenin, fercin âfetleri. (3) Konuşmanın zararla­ rı, dilin âfetleri. (4) öfke, kin ve haset hastalıklarının tedavisi. (5) Dünya sev­ gisinin ve tam a’ illetinin tedavisi. (6) Cimriliğin ve dünya malı toplama hırsı­ nın ilâcı. (7) Makam, mevki, haşmet sevgisinin flâa. (9) Kibir ve ucbun ilâcı. (10) Gaflet, sapıklık ve gururun ilâcı.
MÜNCİYATTAN (KURTARICI GÜZEL HUY ve HASLETLERDEN) BAHS EDEN DÖRDÜNCÜ RÜKÜN D E ON ASL’A AYRILIR
(1) Tevbe etmek ve zulümden el çek­ mek. (2) Sabır ve şükür. (3) Havf ve reca (Cenab-ı Hakk’a karşı korku ile ümid arası bir hâlde olmak). (4) Dervişlik ve zâhidlik. (5) Sadakat ve ihlâs. (Doğruluk ve katışıksızlık). (6) Muhasebe ve mu­ rakabe (kendi nefsini hesaba çekmek, özünü kontrol etmek). (7) Tefekkür. (8) Tevhid ve tevekkül. (9) Muhabbet ve şevk. (10) ölümü anmak.
Bu kitapta yukarıda zikr edilen dört unvanı, dört rüknü ve yekûnu kırka ba­ liğ olan asıllan halkın anlayacağı açık Fars diliyle açıkladım. Halk anlasın diye uzun ve* muğlâk ibarelerden kaçındım. Anlaşılması zor ibarelerle yazmadım. Bu­ rada anlattığım mes’eleleri daha derin bir
şekilde öğrenmeye; tahkik ve tetkik et­ meye rağbet eden din kardeşlerime ihyâ’u ‘Ulûmi’d – Din, Cevâhirü’l – Kur’ftn adlı Arapça kitaplarıma ve diğer müeliefatıma müracaat etmelerini tavsiye ederim. Kimyâ-yı Saâdet’i Farsça konuşup, okuyup anlayan kardeşlerime bir hizmet olsun diye meydana koydum. Onların anlayıştan seviyesinde yazdım. Hak Subbanehu ve Teâlâ niyetlerimizi temizlesin, bizleri üı- lâslı kullan zümresine ilhak eylesin. Cümlemizi riyadan, tekellüften arındırsın. Tâ ki, dilimizle söylediklerimize muamele­
4’üncü unvan:
menin beyanındadır.
Ahiret âleminin hakikatini bilmenin beyanındadır.
Bu dört mârifet (bilgi) Müslümanlığın temellerini teşkil eder.
Müslümanlığın dört muamele rükün­ lerine gelince: Bunların ikisi zâhire, ikisi de bâtına taalluk eder.
Zâhire taalluk eden rükünler: Birinci Rükün – Allah’ın emir ve fermanlarına uymakla ilgili bilgiler. Buna i b â d e t ­ l e r diyoruz. İkinci Rükün • İnsanın ha­ reketlerinde. yaşayışında, davranışların­ da, geçmişindeki edebleri, hatt-ı hareketi bildirir. Buna muamelât diyoruz.
Bâtına taalluk eden rükünler: Birin­ cisi – Gönlü (kalbi) kötü ahlâktan temiz­ lemek. Meselâ öfkeden, cimrilikten, ha- sedden, kibirden, ‘ucbtan Bu kötü huy­ lara mühlikât (helâk edici şeyler), ‘akabat-ı rah-ı din (din yolunun
tehlikeli geçitleri) denir. İkincisi – Kalbi, beğenilen güzel sıfatlarla bezemektir. Sa­ bır, şükür, muhabbet, ümid (reca), te­ vekkül gibi Bunlara m ü n c i y â t (kur­ tarıcı şeyler) adı verilir.
BİRİNCİ RÜKÜN OLAN İBADETLER ON ASL’A (BÖLÜME) AYRILMIŞTIR:
(1) Ehl-i sünnet itikadı. (2) (Din) ilmi tahsil etmek. (3) Temizlik. (4) Namaz. (5) Zekât. (6) Oruç. (7) Hac. (8) Kur’ân okumak. (9) Zikr u teşbih. (10) Her gun belirli vakitlerde ibadet kasdıyla virdler
(Kur’ân, duâ, salâvet v.s.) okumak. MUAMELELERİN EDEBLERİNİ AN­ LATAN İKİNCİ RÜKÜN DE ON ASL’A
AYRILMIŞTIR:
(1) Yeme – içme edebleri. (2) Nikâh,
evlenme edebleri. (3) Kazanç, ticâret edebleri. (4) Helâlinden kazanç aramak. (5) İnsanlarla sohbet, konuşup görüşme edebleri. (6) Uzlet, insanlardan uzaklaş­
rxn*I9I
ma edebleri. (7) Yolculuk edebleri. (8) lerimizde vefa gösterelim. Mucibince Sema’ ve vecd edebleri. (9) Mârûf ile amel edilmeyen söz zâyi olmuş demektir.
emr ve münkerden nehy edebleri. (10) Yerine getirilmeyen emirler âhiret vebali Velâyet. dünya işlerini idare eden evli- olur. Muhakkak ki Rabbimiz Teâlâ ve
yâ-yı umûr ile ilgili edebler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir