İçeriğe geç

KGB Albaylığından Devlet Başkanlığına Putin Dönemi Rusya Kitap Alıntıları – Elnur Hasan Mikail

Elnur Hasan Mikail kitaplarından KGB Albaylığından Devlet Başkanlığına Putin Dönemi Rusya kitap alıntıları sizlerle…

KGB Albaylığından Devlet Başkanlığına Putin Dönemi Rusya Kitap Alıntıları

.KGB yetkilisi, karşısında duran ve daha bıyıkları yeni terlemeye başlamış sarışın çocuğa bakıp, “biz öyle her geleni işe almayız. Bizimle çalışacakları biz seçeriz. Hem sen daha küçüksün. Önce bir yüksek okul bitirmelisin”, demişti. Küçük Putin ısrarla sordu: “Hangi okul?” Adam bu küçük çocuğu başından savmak için herhangi bir üniversite olur; mesela hukuk oku”, demişti. Bu söz, Putin’in ana hedefi haline geldi ve okulu bitirir bitirmez Leningrad Üniversitesi’nde hukuk bölümüne başladı. Son sınıftayken de yıllarca düşlediği KGB’ye kabul edildi. O artık casus olacaktı. İlk yıllar KGB’yi ve bürokrasiyi öğrenmekle geçti. KGB’ye girişinin sekizinci yılından itibarense Vladimir’in hayatı değişmeye başladı
Avrasyacı yaklaşımın unsurlarının resmi politikada zirveye çıktığı zaman Yevgeni Primakov’un önce Dışişleri ve ardından da Başbakan olduğu Ocak 1996-Mayıs 1999 dönemidir. Bu dönemde dış politikaya egemen olan Primakov Doktrini, özünde Rusya’nın sadece bir gücün kontrolü altındaki tek kutuplu uluslararası düzenine karşı önleyici rolü üzerine kurulmuştur. Primakov’un çeşitli konuşma, mülakat, makale ve basın konferanslarında Soğuk Savaş sonrası dönemi dünyasını ABD, Rusya (BDT ülkeleriyle birlikte), Avrupa Birliği, Çin, Japonya, ASEAN ve Latin Amerika olarak sınıflandırmıştır. Primakov’un dünya görüşü içinde fiili egemen rolüne rağmen ABD tek süper güç olarak kabul edilmemektedir. Primakov’un çok kutuplu sistem modelinde ABD’nin uluslararası gücünü sulandırma çabası vardır. Model Rusya-Çin stratejik işbirliğine İran’ın da ortak alınarak karşı kutup oluşturmayı öngörmektedir. Primakov bu işbirliğinin Körfezde ve Tayvan boğazında ABD’ye meydan okuyabileceğini savunmuştur. Orta Asya ve Kafkasya’nın Rusya’nın etki alanında kalmasını isteyen Primakov, BDT ülkelerinin Rusya’ya entegre olmasını, Beyaz Rusya ile ittifakı desteklemiş ve Rusya’nın eski Sovyet mekanında güç kullanmasını savunmuştur.286 Putin yönetimin 1999’dan 11 Eylül’ kadarki dönemdeki dış politikasında Avrasyacı yaklaşımın ciddi bir ağırlık noktası olduğu görülmektedir. Ancak, 11 Eylül’den sonra ABD ile işbirliği sürecine giren Putin yönetimin bu retoriğin önemli ölçüde geri plana ittiği veya en azından sık-sık kullanmamaya dikkat ettiği görülmüştür. Fakat, özellikle son iki seneden beri Rusya-ABD ilişkilerinde “zorunlu balayının” sona erdiği yönünde işaretler görülmektedir. Bu gelişmeye paralel olarak, Putin yönetimin de Avrasyacılığın temel söylemlerinden olan çok kutuplu dünya, ABD hegemonyasına karşıtlık benzeri unsurlara sıkça yer verdiği görülmektedir.
KABARTAY BALKAR Kabartay Balkar Cumhuriyetinde yerli halk fazla olduğu için Adigeydeki uygulama yapılamıyor. Burada da devlet tarafından bölgenin terörize edildiğini görmekteyiz. Örneğin Nalçik Olaylarında gençler radikal faaliyet gösteriyor diye, bölgeye askerin sokulması ve sıkıyönetim altında bir korku rejiminin hakim kılınması yerli halkın korkutulması, baskı altına alınması ve halkın yıldırılması olarak böyle bir tezgahın yapıldığını düşünüyorum. 254 GÜRCİSTAN VE UKRAYNA Gürcistan ve Ukrayna’ya biraz değinmiştim. Kısaca bu iki ülkeye de bakmak lazım. Gürcistan ve Ukrayna’da farklı iki model var. Gürcistan’da Sarkaşvili’nin Devlet Başkanlığında bir batı modeli var. Ukrayna’da ise 2006 Mart ayında parlamento seçimleri ile birlikte bir parlamenter demokrasiye (Sovyetler Birliğinde ilk defa Devlet Başkanlığı sisteminden parlamenter Demokrasiye geçtiğini görüyoruz) geçti. Ayrıca Avrupa Birliği’nin de 2003 yılında daha geniş bir Avrupa perspektifini uygulamaya soktuğunu görüyoruz. Daha geniş Avrupa’yı şöyle özetliyorlar: İrlanda’nın Başkenti Dublin’den – Bakü’ye kadar bir perspektifin çizildiğini görüyoruz. Bu daha geniş Avrupa programına Güney Kafkasya’nın alındığını görüyoruz. Haziran 2004 tarihinde Güney Kafkasya’nın daha geniş Avrupa sınırlarına alındığını görüyoruz. Avrupa Birliği 2004 tarihinde Güney Kafkasya’ya Büyük Elçi atamıştır. Oldukça yaşlı Büyük Elçi emekli olduktan sonra yerine genç ve dinamik bir Büyük Elçi atadı. Bu büyük elçi iki veya üç ayda bir Türkiye’ye gelip gitmeye başladı. Görüntüde AB’nin Kafkasya ülkelerine verdiği önemi ortaya koymaktadır
Bu şartlarda, Ermenistan’a karşı Ankara’nın nasıl bir politika izlemesi gerektiği ciddi bir soru olarak karşımızda durmaktadır. Ankara Ermeni iç siyasetinde meydana gelen değişim ve değişiklikleri ciddi olarak takip etme ve oluşan yeni şartlara yönelik politika geliştirmek mecburiyetindedir. Bu süreçte, Ermenistan halkına yönelik ciddi açılımlar geliştirebilir. Ermenistan halkı ile bugün Ermenistan’da yönetimde bulunan “Karabağ” kökenli yöneticiler arasındaki fark çok iyi idrak edilip, Ermenistan halkına yönelik ciddi politikalar şekillendirilebilir. Bu durum Türkiye-Ermenistan ilişkilerine ciddi kazanımlar sağlamakla kalmayıp, “Karabağ” sorunun çözümünde yeni açılımları ve kazanımları sağlayabilir. Rusya’nın Ermenistan siyasetinde politik karakterli ekonomik hamleleri, bugünkü uluslararası konjonktürde Rusya’nın Ermenistan siyasetinde ciddi stratejik değişimlere gitmeden, her iki ülke arasındaki ilişkileri her boyuta taşınarak daha da derin çerçeveye oturtma gayreti şeklinde yorumlamayı gerektirmektedir. Dünya siyasetinde ve özellikle Güney Kafkasya’daki dengelerin giderek Rusya ve bölgedeki daimi stratejik ortağı Ermenistan’ın aleyhine bozuluyor olması, her iki ülkeyi müşterek oluşumlar içinde yer almaya ve işbirliğiyle hareket etmeye itmektedir. Bu yeni dönemde, Rusya Erivan ile ilişkilerini askeri, siyasi ve ekonomik boyutta ciddi olarak geliştirmeye devam etmiştir. Moskova’nın genelde Güney Kafkasya’ya özelde ise Ermenistan’a yönelik politik karakterli ekonomik hamleleri Rusya’nın bölgeye yönelik stratejisinde bir değişiklik olduğu anlamına gelmemektedir. Zira Rusya-Ermenistan ilişkilerinde meydana gelen ilerleme ve derinleşmelere baktığımızda Rus-Ermeni ilişkilerinin “stratejik çerçevesi” boyutunda herhangi bir değişiklik yoktur.
Kanımca, İran’ı kuzeyden çevreleme politikası yürüten ABD’nin Ermenistan’da ABD kontrolünde bir iktidara ihtiyacı olduğu açıktır. Bugün Kafkasya’da ABD’nin üsse veya herhangi bir askeri yapıya sahip olmadığı tek ülke Ermenistan’dır. Geleneksel Rusya-İran dostluğu ve iki ülke arasındaki iyi ilişkiler göz önüne alındığında, İran’a yönelik olası bir askeri ve siyasi girişimlerde siyasi ve askeri bir varlığının bulunmadığı ve İran ve Rusya ile iyi ilişkilere sahip bir Ermenistan Washington’un İran’a karşı olan girişimlerinde zayıf da olsa bir zaaf oluşturacaktır. Bu nedenle ABD’nin önümüzdeki dönemde Ermenistan muhalefeti ve iktidarına yönelik girişimlerini arttıracağı aşikardır. Bu noktada Washington yönetiminin Azerbaycan’dan askeri üst talep etmesi İran’ı çevreleme politikası çerçevesinde Güney Kafkasya hattında askeri üstler elde etme yolunda önemli bir adım olmuştur. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz, ABD, İran Çemberini Daraltıyor, Cumhuriyet, 3 Ocak 2006.
Putin’in Türkiye Ziyareti ve Türk-Rus İlişkileri

Vladimir Putin’in 25 Haziran, 2007’de İstanbul’da gerçekleşecek Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü Zirvesi’ne katılacağı açıklandı. Kremlin’in resmî internet sitesinde yapılan açıklamaya göre Vladimir Putin, zirve öncesi ve sonrasında Türk yetkilileriyle ikili görüşmeler de gerçekleştirecek. Aslında Putin’in Türk yetkilileriyle ikili görüşmelerde bulunmayı planlaması, gerek Rusya’da gerekse Türkiye’de zirveye katılmasından daha önemli görülüyor. Bununla birlikte, Rus liderin zirveye katılması bazen bu tür bir organizasyona ihtiyaç olup olmadığı tartışmalarına neden olan KEİ Zirvesi’nin daha başarılı geçmesini de sağlayacak. Vladimir Putin’in zirveye katılmasında başta Cumhurbaşkanı Ahmed Necdet Sezer olmak üzere, Türk yetkililerinin Putin ile temasa geçerek zirvede kendisini görmek istediklerini bildirmelerinin etkisi kuşkusuz büyük.333 Aralık 2004’de Türkiye’yi ziyaret eden, Putin, Türkiye’ye gelen ilk Rus devlet başkanı ünvanını almıştı. Daha sonra Putin, birçok kez Cumhurbaşkanı Ahmed Necdet Sezer ve Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ı da Kremlin Sarayı’nda ve yazlığında misafir etmişti. Erdoğan’ın 2005’de gerçekleştirdiği Rusya ziyareti öncesinde hiçbir Türk liderin Kremlin’e ayak basmadığını göz önünde bulundurursak, söz konusu ziyaretlerin iki ülke arasındaki ilişkiler açısından büyük önem arz ettiği anlaşılıyor. Diğer taraftan, son yıllarda artan diplomasi trafiğine paralel şekilde iki ülke arasındaki ilişkiler de her geçen gün yeni bir boyut kazanıyor.334 İki ülke arasındaki ilişkilerde ön plana çıkan konu ticaret. 2006 yılında iki ülke arasındaki ticaret hacmi 12 milyar dolar seviyesine çıktı. Taraflar 2008’de ticaret hacmini 25 milyar dolar düzeyine çıkarabilecekleri konusunda hemfikir.. Türk şirketlerinin Rusya’nın dört bir tarafında iş yapmaları, her yıl iki milyon Rus turistin de Türkiye’yi ziyaret etmesi, bir taraftan ekonomik ilişkilerin gelişmesine katkıda bulunurken, diğer taraftan da Soğuk Savaş’tan kalmış olan taraflar arasındaki “algılama” sorununun ortadan kaldırılmasına da yardımcı oluyor.335 Rusya ile Türkiye’nin dış politikaları da birbirine benziyor ve her iki ülkenin bazı dış sorunlara karşı tutumları paralellik arz ediyor. Rusya da, aynen Türkiye gibi, İran ve Suriye sorunlarının barışçıl yollarla çözülmesinden yana tavır sergiliyor, ABD’nin Karadeniz’de filo bulundurma çabalarına karşı çıkıyorlar. Gerek dış politika algılayışları, gerekse iki ülke arasındaki tarihî ve kültürel bağlar, her iki ülkeyi de Batı ile Doğu arasında köprü rolünü üstlenmeye itiyor.336 Son dönemde iki ülke arasındaki ilişkiler o kadar gelişme gösterdi ki, özellikle Türkiye’nin Batı dünyası ile sorun yaşadığı dönemlerde, Rusya ile işbirliğinin geliştirilmesi, hatta Avrasya Birliği’nin kurulması gerektiğine dair yorumlar yapılmaya başladı. Bununla birlikte, Rusya ile ilişkiler her şeyden bağımsız bir şekilde ele alınmalı ve Rusya’nın ne AB’ye, ne de ABD’ye alternatif olamayacağı unutulmamalı.. Ancak bu şekilde, iki ülke arasındaki ilişkileri daha sağlıklı bir şekilde yorumlamak ve ilişkilerin gelişmesine katkıda bulunmak mümkün.337 Bununla birlikte, Putin’in KEİ Zirvesi öncesi ve sonrasında Türk yetkilileriyle yapacağı görüşmelerde ticaret, uluslararası destek ve bölgesel gelişmelerin değerlendirilmesinin yanı sıra Rusya’daki Ermeni diasporasının etkinliği, Moskova’nın PKK ve Kıbrıs konusunda vaat ettiği desteği yerine getirmede yavaş davranması, Rusya ile Türkiye’nin Avrasya coğrafyasında verilen enerji mücadelesinde farklı taraflarda yer almaları, Rus enerji ürünlerinin fiyatlarının yüksekliği gibi konuların da gündeme gelmesi olası. Sonuç olarak, Türk-Rus ilişkilerine zaman zaman gölge düşüren hususlar hâlâ mevcut olsa da son yıllarda iki ülke arasındaki ilişkiler hızla gelişiyor. Nitekim, Rusya uzmanlarından Suat Kınıklıoğlu’nun da belirttiği gibi, bu ilişkiler bağlamında, zamanında Talat Paşa’nın “Bizim Rusya siyasetimiz falan yoktur. Rus elçisi İgnatiev ne derse biz tersini yaparız” şeklindeki sözlerinin yerini TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun “Günümüzde Türk-Rus ilişkilerini Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi sınırlandıracak hiçbir engel kalmamıştır. Türkiye ve Rusya, geçmişte Almanya ve Fransa’nın başardığını başarabilir” şeklindeki sözleri almıştır.

Medved (ev) (Türkçesi Ayı) aynı zamanda Rusya’nın da simgesi. Ayı Rusya’da kahramanlık ve cesaretin sembolüdür. Putin’in yanında stajını tamamlamış, liberal ekonomi ve Batıya karşı sıcak olan Medvedev’in adaylığı konusunda Rusya’da neredeyse tam bir konsensüs sağlanmış durumdadır. Batının da Medvedev’e sıcak bakacağı kesin.
Dmitri Medvedev Kremlin’de etkin olan Rusça’da ‘Siloviki’olarak da adlandırılan ‘güvenlikçiler’den farklı olarak asker ve/veya FSB kökenli değildir ve liberal görüşleri ile bilinmektedir. Evli ve bir çocuk sahibi olan Medvedev, Rus hükümetinin iş dünyasıyla ilişkileri en yakın olan ismi olarak ve liberal dünya görüşleriyle tanınıyor.
Putin gerçekten Rusya için bir dönüm noktası olmuştur. Şöyle ki, 2000 yılında Putin yaptığı TV programında “Milenyum konuşması” adlı sunumunda da belirttiği gibi artık Rusya bir imparatorluktur tıpkı SSCB gibi. Evet Putin Rusyası bir imparatorluk ise Putin de bu imparatorluğun çarıdır doğal olarak. Bu kitap yayınlanmaya hazırlanırken Putin kitabın önsözünde de tahmin edildiği gibi veliahtını açıklamıştır. Putin’in veliahtı GazProm’un başkanı, hukuk profesörü Dmitri Medvedev’dir.
SONUÇ
1990’lı yıllarda Rusya, eski Sovyet Cumhuriyeti arasındaki ilişkilerde kendi evladı olarak gördüğü eski komünist yöneticiler ve bunların kurmuş olduğu iktidarlara ciddi destekler sağlamıştır. 2000’li yıllarda her ne kadar bu politikaya devam edilmişse de, son yıllarda sırasıyla Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan devrimler gerek Moskova’daki eski Sovyet coğrafyası ülkelerine izlenmesi gereken siyaset hususunda Moskova’da ciddi tartışmalara yol açmış ve bir çok Rus dış siyaset uzmanınca kişilere ve rejimlere endeksli politikaların eski Sovyet coğrafyasında artık daha fazla bir şey kazandırmayacağı konusunda mutabık kalmalarını sağlamıştır. Bu yeni dönemde, Rusya’nın eski Sovyet coğrafyası ülkelerinde mevcut ve güçlenen muhalif hareketleri de dikkate alan dış politik hamleler üretmesi gerektiği defalarca bu uzmanlarca dikkate sunulmuştur. Bu bakımdan Rusya-Ermenistan ilişkilerinde yaşanan süreç, ilişkilerin her alanda derinlik kazanması, mevcut anayasal değişikliklerle hem diaspora’nın hem de Rusya’da yaşayan yaklaşık iki milyon Ermeni’nin Erivan iç siyasetine müdahil olması Rusya’nın çok ciddi bir hamlesidir. Rusya artık sadece askeri ve siyasi enstrümanlarla değil, iktisadi hamlelerle de bölgedeki ağırlığını tabana yaymaktadır. Bu bakımdan, Rusya-Ermenistan ilişkilerinde meydana son gelişmeler oldukça önemlidir. Zira, son Anayasa referandumu ile Ermenistan anayasal sisteminde meydana gelen değişimlerin hayata geçirilmesiyle bugün Ermeni siyasetinde ciddi bir aktör olan “Karabağ Klanı” yanı sıra Rusya’da yaşayan Ermeniler, dünyanın dört bir tarafına yayılmış “diaspora” Ermenilerinin Ermenistan iç siyasetinde diğer aktörler olarak karşımıza çıkacaklardır. Rusya’nın bu hamlesi şüphesiz Ermeni iç siyasetinde Rusya’nın ağırlığının daha fazla hissedilmesine olanak sağlaması kadar Ermenistan’da olası bir devrimin önünde ciddi engel olarak varlığını önümüzdeki dönemde derin bir şekilde hissettireceğe benzemektedir. Putin gerçekten Rusya için bir dönüm noktası olmuştur. Şöyle ki, 2000 yılında Putin yaptığı TV programında “Milenyum konuşması” adlı sunumunda da belirttiği gibi artık Rusya bir imparatorluktur tıpkı SSCB gibi. Evet Putin Rusyası bir imparatorluk ise Putin de bu imparatorluğun çarıdır doğal olarak. Bu kitap yayınlanmaya hazırlanırken Putin kitabın önsözünde de tahmin edildiği gibi veliahtını açıklamıştır. Putin’in veliahtı GazProm’un başkanı, hukuk profesörü Dmitri Medvedev’dir. Medvedev aynı zamanda Putin’in 90’lı yıllarda St. Peterburg belediyesinde çalıştığı zaman da yanında çalıştırdığı bir liderdir. Rusya nihayet varisini seçti. Rusya Federasyonu’nun ilk Devlet Başkanı Boris Yeltsin’in 1999 yılında yaptığı sürpriz bir açıklamayla siyasetten çekildiği ve yerine varis olarak Başbakan Vladimir Putin’i aday gösterdiğini açıklaması Putin’in Devlet Başkanlığı yolunu açmıştı. Şimdi tarih yeniden tekerrür etmektedir. Putin’de aynı şekilde kendi varisini açıklamış ve kendisinden sonra Devlet Başkanlığı görevine 4 siyasi partinin önerdiği Dimitri Anatolyeviç Medvedev’i desteklediğini açıklamıştır. Kremlin yanlısı Birleşik Rusya Partisi’nin (Edinnaya Rossiya) öncülüğünde Adil Rusya Partisi (Spravedlivaya Rossiya), Rusya Tarım Partisi (Agrarnaya Partiya) ve Vatandaş Gücü Partisi’nin (Grajdanskaya Sila) önerisini kabul eden Putin yaptığı açıklamada ”yakı

dostu ve sağ kolu ” Medvedev’i 17 yıldır tanıdığını ve adaylığını desteklediğini bildirdi. Şimdi bundan sonraki süreç sadece formaliteden ibaret olacaktır. Birleşik Rusya Partisi’nin Başkanı Boris Grızlov Medvedev’in adaylığını 17 Aralıkta yapılacak parti kurultayında resmen ilan edecektir. Her ne kadar Mart 2008’de yapılacak seçimlere birçok aday katılacaksa da Medvedev dışında hiçbirisinin şansı yoktur ve çok büyük bir aksilik olmadığı takdirde Medvedev Rusya’nın yeni devlet başkanı olacaktır. Putin Medvedev’i atayarak kendisine en fazla bağlı olan ve aynı zamanda kendisi ile en sorunsuz çalışacak fazla hırslı olmayan birisini aday göstermiş oldu. Zira ismi geçen diğer isimlerden Sergey İvanov’un daha bağımsız hareket etme ihtimali mevcuttu. Aynı zamanda liberal görüşleri ile tanınan işadamları ile yakın ilişkileri olan Medvedev’in seçilmesiyle Rusya’nın Batı ile ilişkilerinde daha ılıman bir havanın eseceğini söylemek mümkündür. Türkiye ile de benzer şekilde mevcut politikaların devam edeceği söylenebilir. Medvedev Gazprom’un Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini de sürdürmekteydi. Bu sebeple Rusya’da yeni iktidarı Gazprom iktidarı olarak da adlandırabiliriz ve enerjinin Rus dış politikasında son derece önemli bir rol oynayacağını da öngörebiliriz. Putin aslında sürpriz yapmayı seven bir lider olarak bilinmektedir. Daha önce Başbakanlık görevine atadığı sürpriz isimlerle kamuoyunda kimsenin fazla bilmediği isimleri yönetimin üst kademelerine getirmekle Devlet Başkanlığına da kamuoyunca fazla bilinmeyen bir ismi destekleyeceği yönünde beklentilerin doğmasına sebep olmuştur. Bu sebeple Dmitri Medvedev ismi kamuoyunda Devlet Başkanlığı için ismi geçen ve fazlaca şans verilen isimlerden birisiydi. Ancak Putin’in süpriz aday beklentisi sebebiyle Medvedev’e hem de fazlaca şans tanınmamaktaydı. Diğer taraftan Medvedev kendisini destekleyen parti liderleriyle 11 Aralık 2007 tarihinde yaptığı toplantı sonrasında bir açıklama yaparak seçilmesi halinde Putin’i başbakan olarak önereceğini açıklamıştır. Bu durumda 2008 yılında Medvedev Devlet Başkanı ve Putin ise Başbakan olarak kaldığı yerden devam edecektir. Medved (ev) (Türkçesi Ayı) aynı zamanda Rusya’nın da simgesi. Ayı Rusya’da kahramanlık ve cesaretin sembolüdür. Putin’in yanında stajını tamamlamış, liberal ekonomi ve Batıya karşı sıcak olan Medvedev’in adaylığı konusunda Rusya’da neredeyse tam bir konsensüs sağlanmış durumdadır. Batının da Medvedev’e sıcak bakacağı kesin. Dolayısıyla da Medvedev Mart 2008’de 4 yıl sonra koltuğu Putin’e devretmek üzere Rusya Devlet Başkanı seçilecektir. Ancak Rusya gibi dinamik ve hızlı değişen bir ülkede 4 yılın fazlaca uzun bir süre olduğunu da unutmamak gerekir. Dimitri Anatolyeviç Medvedev 1965 Petersburg doğumludur. Kremlin tarafından yayınlanan resmi özgeçmişinde birinci sınıf devlet danışmanı olarak tanımlanmaktadır. 1987’de Petersburg Devlet Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu olan Medvedev, 1990’da hukuk alanında doktora derecesi almıştır. Daha sonra aynı fakültede 1999 yılına kadar öğretim görevlisi olarak çalışmıştır. Hukuk alanında birçok kitabın yazarıdır. Bu görevi ile eş zamanlı olarak 1990-1995 yılları arasında aynı zamanda Putin’in de görev yaptığı Petersburg belediyesinde çalışmıştır. 1999’da Rusya Hükümeti Aparatı’nda müdür yardımcısı ve daha sonra Devlet Başkanlığı Aparatı’nda müdür yardımcısı olarak çalışmıştır. 2000 yılında yapılan seçimlerde Putin’in seçim merkezinin başkanlığını yaptı, Putin’in seçimleri kazanmasının ardından 3 Haziran 2000’de Kremlin’de görev aldı. 2000 yılından itibaren yine eş zamanlı olarak ve Rusya Devleti’ni temsilen Gazprom’da Yönetim Kurulu Başkanı Yardımcılığı ve başkanlığı yapmıştır. Ekim 2002’de Rusya Devlet Başkanının Merkez Bankası Konseyi’ndeki temsilcisi oldu. Nisan 2004’te de Rusya Güvenlik Konseyi üyesi olarak atandı. Ekim 2003’den itibaren ise Aleksandr Stal’evich Voloşin’in istifasıyla Devlet Başkanlığı Aparatı Müdürü olarak çalışmaya başlamıştır. Kremlin’deki genel sekreterliği görevinin ardından Mihail Fradkov hükümetinde 14 Kasım 2005 tarihinden beri Başbakan Birinci Yardımcısı olarak görev yapıyor. Bu görevinde Medvedev, sağlık, konut edindirme ve eğitim konularından sorumluydu. Medvedev bir dönem de Gazprom’un yönetim kurulu başkanı olarak görev yaptı. Dmitri Medvedev Kremlin’de etkin olan Rusça’da ‘Siloviki’olarak da adlandırılan ‘güvenlikçiler’den farklı olarak asker ve/veya368 FSB kökenli değildir ve liberal görüşleri ile bilinmektedir. Evli ve bir çocuk sahibi olan Medvedev, Rus hükümetinin iş dünyasıyla ilişkileri en yakın olan ismi olarak ve liberal dünya görüşleriyle tanınıyor.

Özbekistan’ın durumu ise biraz daha farklıdır. Özbekistan’ın Batı’yla ilişkilerinin bozulması ve Rusya’nın desteğine sığınması kuşkusuz Özbekistan’a pahalıya mal olmuştur. Rusya ile Özbekistan arasındaki enerji alanında işbirliğini geliştirmeyi öngören anlaşmaya göre, Özbekistan’daki Şahpahtı ve diğer doğalgaz yatakları 15 yıllığına Rusya’ya kiraya verilmiştir. Ayrıca, Rus petrol şirketi Lukoyl’a da Özbekistan’da petrol arama ve çıkarma işlemlerine katılma konusunda geniş yetki tanınmıştır.
Putin’in Yeni Hamlesi ve Avrasya’da Büyük Enerji Oyunları

Polonya’da 11-13 Mayıs, 2007 tarihlerinde gerçekleşecek “Rusya karşıtı” enerji zirvesi öncesinde, Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin atağa geçti. Vladimir Putin’in Kazakistan’a yaptığı resmî ziyaretteki telkinlerinin de bir sonucu olarak Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev, Polonya, Ukrayna, Azerbaycan, Gürcistan ve Kazakistan’ın katılımıyla gerçekleşmesi planlanan söz konusu enerji zirvesine katılmayacak. Putin’in, Kazakistan’ın yanı sıra Türkmenistan’ı da kapsayan bir Orta Asya gezisi düzenlemesinin asıl amacının, bölge ülkelerinin Rusya’yı devre dışı bırakarak Hazar bölgesinde yeni enerji projelerini hayata geçirmelerini engellemek olduğu söylenebilir. Rusya’nın bu güne kadar bu konuda büyük ölçüde başarı kaydettiğini düşünmek yanlış olmayacaktır.354 Son dönemde dünya çapında enerji ihtiyacının artması ve bunun sonucunda bazı ülkelerin alternatif enerji kaynakları arayışına girmesi, dikkatlerin Orta Asya’daki enerji kaynakları üzerinde yoğunlaşmasına neden olmuştur. Bağımsızlıklarını kazandıktan sonra öz enerji kaynaklarının kontrolünü ele geçiren Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan, bu kaynakları kullanarak kısa sürede ekonomilerini geliştirmeyi ve bölgede önemli birer oyuncu haline gelmeyi hedeflemişlerdir. Bunun için de, öncelikli bir adım olarak ellerindeki enerji kaynaklarını dünya pazarlarına ulaştırmaları gerekmekte idi. Ancak, bu ülkelerin enerji kaynaklarını dünya pazarlarına ulaştıracak boru hatlarına sahip olmamaları, konuyla ilgili planlarının değişmesine neden olmuştur. SSCB döneminde Moskova, Orta Asya’ya daha çok tarım bölgesi olarak bakmış ve buradaki enerji kaynaklarına fazlaca önem vermemiştir. Bu nedenle, Orta Asya ülkeleri işlettikleri kaynakların bir kısmını kendi ihtiyaçları için kullanmış, geriye kalan kısım da zorunlu olarak mevcut Rus boru hatlarına aktarılmıştır.355 SSCB’nin yıkılmasıyla durum değişmiştir. Orta Asya ülkeleri, enerji kaynaklarını dünya pazarına ulaştırmak için çeşitli projeler üzerinde çalışmaya başlamışlardır. Moskova ise bu projelere baştan beri karşı çıkmış, ayrıca kendi boru hatları üzerinden bu ülkelerin petrol ve gaz ihracatını da sınırlandırmıştır. Bununla birlikte, bu ülkelerin çeşitli projeler üzerinde çalışmalarını sürdürmeleri üzerine, Moskova nakil hattı ücretinden de mahrum kalmamak için boru hatlarını sınırlı şekilde de olsa Türkmenistan ve Kazakistan’a açmıştır. Nitekim, bugün Türkmenistan Ukrayna’ya gaz ihracatı yaparken, Kazakistan da Atırau-Samara boru hattı aracılığıyla petrolünü Doğu ve Batı Avrupa ülkelerine ihraç etmektedir. Ancak bu boru hattı yeterli olmadığı gibi, Kazakistan’ı da enerji naklinde tamamen Rusya’ya bağımlı kılmaktadır. Bu nedenle Rusya’nın baskısına rağmen Kazakistan, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı projesine katılmaya karar vermiştir. Kazakistan’ın bu projeye katılımı kuşkusuz Kazakistan’ın daha bağımsız hareket etmesini sağlayacaktır. Ayrıca, 2006 yılında Kazakistan ile Çin, Kazak gazının Çin’e ihracı konusunda anlaşmaya varmışlardır. Diğer taraftan, Kazakistan’ın Hazar’daki tartışılan bölgelerde enerji kaynakları çıkarma işlemlerine ilişkin planlar yapması ve Hazar gölü tabanında boru hatları inşa projeleri yürütmesi de Rusya’yı rahatsız eden gelişmeler arasında yer almaktadır.356 Türkmenistan’ın da son yıllarda enerji alanında Rusya’dan giderek daha bağımsız hareket etme planları yapması, Moskova’nın hoşuna gitmemektedir. Saparmurat Niyazov zamanında Türkmenistan, en fazla gaz ihraç eden ülkelerden biri haline gelmiştir. Son yıllarda Rusya ile Çin arasındaki, Türkmenistan’daki bu kaynaklardan pay kapma yarışı ivme kazanmıştır. Ayrıca, AB ile ABD’nin de Türkmen gazına olan ilgisi artmıştır. 2003 yılında Rusya ile Türkmenistan 25 yıl süreli bir doğal gaz anlaşması imzalamışlardır. Gazprom, Türkmenistan’dan aldığı bu ucuz gazı, Rus iç pazarında kullanırken, Rusya’daki rezervleri de dünyanın dört bir tarafına ihraç etmektedir. Nisan 2006’da ise Çin ile Türkmenistan, Türkmen gazının Çin’e ihracatını öngören bir anlaşma imzalamışlardır. Niyazov’un, vefatından önce ABD yetkilileriyle Hazar Denizi tabanından Batıya ve Afganistan üzerinden Pakistan ve Hindistan’a yönelik boru hatlarının inşası konusunda görüş alışverişinde bulunduğu bilinmektedir. Türkmenbaşı, Türkmenistan ziyareti sırasında Alman Dışişleri Bakanı Frank Walter Steinmeier’a Avrupa’ya gaz naklini sağlayacak bir boru hattının inşa projesine Almanya’nın da katılmasını teklif etmiştir. Rusya, Çin, AB ve ABD’nin Türkmenistan’daki enerji kaynaklarıyla yakından ilgilendiği bir dönemde Niyazov’un yaşama veda etmesi, söz konusu bölgesel ve küresel güçleri telaşlandırmıştır. Ancak, Türkmenistan devlet başkanlığına seçilen Kurbangulı Berdımuhammedov’un bu görevdeki ilk ayları, Türkmenistan’ın enerji alanındaki siyasetinde fazlaca değişiklik olmayacağını göstermiştir.357 Özbekistan’ın durumu ise biraz daha farklıdır. Özbekistan’ın Batı’yla ilişkilerinin bozulması ve Rusya’nın desteğine sığınması kuşkusuz Özbekistan’a pahalıya mal olmuştur. Rusya ile Özbekistan arasındaki enerji alanında işbirliğini geliştirmeyi öngören anlaşmaya göre, Özbekistan’daki Şahpahtı ve diğer doğalgaz yatakları 15 yıllığına Rusya’ya kiraya verilmiştir. Ayrıca, Rus petrol şirketi Lukoyl’a da Özbekistan’da petrol arama ve çıkarma işlemlerine katılma konusunda geniş yetki tanınmıştır.358 Yukarıda da belirttiğimiz üzere, Vladimir Putin işte tam bu gelişmelerin kritik aşamaya ulaştığı bir dönemde Orta Asya ziyaretine çıkarak bir taraftan enerji alanı başta olmak üzere Orta Asya’da nüfuzunu arttırmak isterken, diğer taraftan da Rusya’nın devre dışı bırakıldığı projelerin önüne geçmek istemektedir.359 Polonya’da gerçekleştirilecek zirvenin gündeminde Odessa-Gdansk petrol boru hattının inşası konusunun ön plana çıkacağı tahmin edilmektedir. Aslında bu boru hattı mevcut Odessa-Brodı ve Plotsk-Gdansk boru hatlarının birleştirilmesi sonucu oluşacaktır. Yani, bu projenin tamamlanması için sadece Brodı’dan Plotsk’a kadar uzanan bir boru hattının inşası gerekmektedir. AB, bunun için 500 milyon dolar ayırmış bulunmaktadır. AB, enerji alanında Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmak amacıyla yeni projeler üzerinde çalışmakta ve enerji ihtiyaçlarını daha çok Orta Asya ülkelerinden karşılamayı planlamaktadır. Ancak bu ülkelerle aynı görüşte olmayan Moskova, çoktandır karşı atağa geçmiş olup Türkmenistan ile Kazakistan’ın bu projelere katılmalarını engellemek için elinden geleni yapmaktadır. Bu bağlamda, Moskova’nın da Türkmenistan ve Kazakistan’a yönelik bazı tavizlerde bulunacağını tahmin etmek mümkündür. Polonya’daki zirve öncesinde, Putin’in bu son girişimleriyle, şimdiden oldukça önemli bir avantaj sağladığı söylenebilir. Zira, Nazarbayev’in söz konusu zirveye katılmayacak olması, zirvenin önem ve prestijini azımsanamayacak düzeyde gölgeleyecektir

Hazar Denizi’nin statüsünün belli olmaması, Transhazar Projesi’nin hayata geçirilmesinde büyük bir engel teşkil ediyor. Ama neticede Rusya’nın bölgedeki anti-demokratik rejimleri korumaya devam etmesinin de etkisiyle, Orta Asya ülkeleri siyasî anlamda tercihlerini Rusya’dan yana kullandı. Putin’in başarısı hiç şüphesiz Rusya’nın enerji alanında AB karşısında elini güçlendirdi. Rusya özellikle önümüzdeki ay gerçekleşecek G-8 zirvesi öncesinde büyük avantaj elde etmiş oldu. Nitekim bundan sonra da AB’ye karşı bu kozunu kullanacak ve AB’nin iç enerji pazarında daha fazla yayılmaya çalışacak. Böylece AB’nin Rusya’ya enerji alanında olan bağımlılığı her geçen gün artacak.
Putin’in Orta Asya ziyaretinin en önemli sonucu hiç şüphesiz, enerji alanında Türkmenistan ve Kazakistan ile yaptığı anlaşma. Anlaşmaya göre Türkmen gazı, Kazakistan ve Rusya üzerinden Avrupa’ya ihraç edilecek. Türkmen gazını Kazakistan ve Rusya üzerinden Avrupa’ya ulaştıracak 510 kilometre uzunluktaki Prikaspiyskiy (Hazar Yanı) adı verilen boru hattının 360 kilometresi Türkmenistan’dan, 150 kilometresi de Kazakistan topraklarından geçecek. Daha sonra bu boru hattı 1967 yılında kurulmuş olan Orta Asya – Merkez (Rusya) boru hattına bağlanacak.350 Taraflar, yeni boru hattının inşasının yanı sıra Orta Asya’daki bir çok eski boru hattının yenilenmesi konusunda da anlaşmaya vardı. Özbekistan’ın da anlaşmaya
Neticede, ABD’nin füze kalkanı sistemleri Rusya’nın son dönemlerde artan etkinliğini sınırlandırmaya ya da en azından etkinliğinin daha ileri noktalara ulaşmasına engel olmaya hizmet edebilir. Özellikle enerji kaynaklarından sağlanan gelir sayesinde Putin Rusyası son dönemde gerek iç politikada, gerek dış politikada büyük mesafeler kat etti. Yeltsin döneminde parçalanma senaryolarıyla gündemde olan Rusya, Putin’in iktidarı döneminde tekrar sözü dinlenen bir ülke haline geldi. Dış borçların büyük bir kısmını kapatarak daha bağımsız politikalar izleme olanağı buldu. BDT coğrafyası, Balkanlar, Orta Doğu, Asya-Pasifik ve hatta Güney Amerika’daki hareket alanı genişledi. İşte bu tablo, Putin’in deyimiyle “kendini Tanrı ilan eden” ABD’nin oyununu bozmaktadır. Nitekim, İran ve Suriye’yi uluslararası yaptırımdan koruyan, Kosova’ya bağımsızlık verilmesine direnen, ABD’nin enerji projelerini sabote eden ve ABD’nin “arka bahçesi” Güney Amerika’da ABD karşıtı yönetimlerle işbirliği yapan ülke Rusya’dır.348 Rusya’nın güçlenerek “geri dönüş”ü hiç şüphesiz Batı’da rahatsızlık yaratmaktadır. Kendisini Soğuk Savaş’ın galibi olarak kabul eden Batı, Rusya’nın tekrar dirilip planlarını bozmasını istememektedir. Rusya ise tek kutuplu dünya düzeninin doğru olmadığını ve bu sistemin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünmektedir. Artık bu dünya düzeninin kurallarını belirleyenlerden biri olmak istemektedir. Bunlara rağmen yeni bir Soğuk Savaş’tan bahsetmek gerçekçi olmasa da, en azından Rusya ve ABD arasındaki çıkar çatışmasının şiddetlendiğini söylemek mümkündür. Bu çerçevede 2008’de iki ülkede de gerçekleşmesi beklenen yönetim değişikliklerinin önemli sonuçları olabilir. Putin’in yerini büyük ihtimalle başka bir ismin alması, ABD’deki seçimleri de Cumhuriyetçilere göre Rusya’ya karşı daha sert bir politika izlenmesinden yana olan Demokratların kazanması ihtimalleri mevcuttur. Bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde ise, 2008 yılında iki ülke ilişkilerinde bir kırılma noktası yaşanabilir.
Avrasya’daki Enerjii Oyunları ve Türkiye

Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’in 10-11 Şubat, 2007 tarihinde Münih Konferansı’nda büyük yankı yaratan sözleri eyleme dönüşmeye başladı. Putin konferansta, “Artık Rusya kurallara uyan ülke değil, kuralları belirleyen ülke olmak istemektedir” ifadesini kullanmıştı. Putin’in altı gün süren Orta Asya gezisinin sonuçları Rusya’nın en azından enerji alanında “kuralları belirleme” kararlılığında olduğunu gösterdi.349 Putin’in Orta Asya ziyaretinin en önemli sonucu hiç şüphesiz, enerji alanında Türkmenistan ve Kazakistan ile yaptığı anlaşma. Anlaşmaya göre Türkmen gazı, Kazakistan ve Rusya üzerinden Avrupa’ya ihraç edilecek. Türkmen gazını Kazakistan ve Rusya üzerinden Avrupa’ya ulaştıracak 510 kilometre uzunluktaki Prikaspiyskiy (Hazar Yanı) adı verilen boru hattının 360 kilometresi Türkmenistan’dan, kilometresi de Kazakistan topraklarından geçecek. Daha sonra bu boru hattı 1967 yılında kurulmuş olan Orta Asya – Merkez (Rusya) boru hattına bağlanacak.350 Taraflar, yeni boru hattının inşasının yanı sıra Orta Asya’daki bir çok eski boru hattının yenilenmesi konusunda da anlaşmaya vardı. Özbekistan’ın da anlaşmaya
katılmasıyla, anlaşmanın ve Putin’in başarısının boyutlarının arttığı söylenebilir. Her ne kadar anlaşmanın ayrıntılarının 1 Eylül’de başlayacak görüşmelerde kesinleşmesi öngörülmekteyse de, Rusya ile Orta Asya ülkelerinin ortak bir enerji politikası izleyeceklerini şimdiden söylemek mümkün. Zirvede doğalgaz alanında da OPEC benzeri bir kuruluşun temellerinin atılmasının gündeme gelmesi de dikkat çekiyor. Daha önce İran, Katar ve Venezuela Rusya’ya böyle bir teklifte bulunmuş, ancak Rusya teklifi tamamen reddetmemesine karşın, İran-ABD gerginliğinden de çekinerek olumlu yanıt vermekten kaçınmıştı. Dünya gaz rezervlerinin yüzde 70’ini elinde bulunduran Rusya, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’dan oluşan ve İran’ın içinde olmadığı bir grubun ise doğalgaz alanında OPEC benzeri bir kuruluş oluşturmada daha rahat hareket edecekleri düşünülüyor.351 Putin’in, Türkmenistan ve Kazakistan’ı kendi tarafına çekmesi Rusya’nın Orta Asya enerji kaynakları için verdiği mücadelede çok önemli bir aşamadır. Zira AB, Türkmen gazının Azerbaycan ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya (Transhazar Projesi ile) ulaştırılmasını istemekteydi. Ancak Orta Asya ülkeleri Rusya’dan yana karar verdi. Bu durum çeşitli ekonomik ve siyasî nedenlerle açıklanabilir. Öncelikle bu kararın son anda verilen bir karar olmadığını belirtmekte fayda var. Rusya her iki Orta Asya ülkesiyle de uzun süredir görüşmeler yürütmekteydi. Hazar Yanı Projesi’nin maliyetinin Transhazar Projesi’ne göre daha az olması ve maliyetin büyük bir kısmını Rusya’nın üstlenmesi, Orta Asya ülkeleri için projeyi cazip kılmakta şüphesiz etkili oldu. Diğer taraftan, Hazar Denizi’nin statüsünün belli olmaması, Transhazar Projesi’nin hayata geçirilmesinde büyük bir engel teşkil ediyor. Ama neticede Rusya’nın bölgedeki anti-demokratik rejimleri korumaya devam etmesinin de etkisiyle, Orta Asya ülkeleri siyasî anlamda tercihlerini Rusya’dan yana kullandı.352 Putin’in başarısı hiç şüphesiz Rusya’nın enerji alanında AB karşısında elini güçlendirdi. Rusya özellikle önümüzdeki ay gerçekleşecek G-8 zirvesi öncesinde büyük avantaj elde etmiş oldu. Nitekim bundan sonra da AB’ye karşı bu kozunu kullanacak ve AB’nin iç enerji pazarında daha fazla yayılmaya çalışacak. Böylece AB’nin Rusya’ya enerji alanında olan bağımlılığı her geçen gün artacak. Anlaşmadan Orta Asya ülkeleri de oldukça kârlı çıktılar. Öte yandan, gerek Türkmenistan gerekse Kazakistan, AB önderliğindeki projelerin geçerliliklerini tamamen kaybetmediğini ileri sürüyor. Bu aşamada Orta Asya ülkelerinin AB karşısında elleri güçlenmiş olacak ve bir anlamda AB’yi yönlendirmeye çalışacaklar. Sonraki süreçte Batı’nın Rusya karşısında yeniden “renkli devrimler” kartına başvurup başvuramayacağı merak edilen bir konu ancak böyle bir hamlenin başarılı olma ihtimali zayıf. Avrasya coğrafyasından enerji kaynakları için verilen mücadelede pozisyonu zayıflayan ülkeler arasında şimdilik Türkiye’yi de zikretmek mümkün. Zira Kazakistan’ın Burgaz-Dedeağaç hattına petrol vermeyi kabul etmesi Bakü-Tiflis-Ceyhan hattının önemini zayıflatabilir. Transhazar ve Nabucco Projeleri’nin ertelenmesi de Türkiye için olumsuz bir gelişme. Rusya bundan birkaç ay önce, Yunanistan ve Bulgaristan ile Burgaz-Dedeağaç petrol boru hattının inşası konusunda anlaşmaya varmış ve Türk boğazları devre dışı bırakılmıştı. Peki, Türkiye bundan sonraki süreçte hangi adımları atabilir? Buna benzer sorular Avrasya coğrafyasındaki diğer ülkeler için de soruluyor. Örneğin, Ukrayna’nın enerji oyunlarında Batı’nın yanında değil de Rusya’nın yanında yer alması
gerektiği dile getiriliyor.

Rusya bir taraftan Orta Asya ülkelerindeki enerji kaynaklarının kontrolünü ele geçirirken, diğer taraftan da yeni projeler sayesinde başta Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok ülkeyi kendisine bağımlı hale getirmiştir. Görünen odur ki yeterli kendi enerji kaynaklarına sahip olmayan AB ve ABD, enerji alanında Rusya’ya mağlup olmuş durumdadır. Türkiye için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Bununla birlikte, Türkiye’nin mağluplar safında yer almasında AB’nin politikası da etkili rol oynamaktadır. AB ve ABD, bir taraftan Türkiye’ye enerji koridoru misyonunu yüklerken, diğer taraftan Türkiye’nin de yer alacağı projeleri maddi bakımdan desteklememektedir. AB ve ABD’nin Türkiye’yi siyasi açıdan da dışlamaları ve Türkiye’nin sorunlarını görmemezlikten gelmeleri, Türkiye’nin enerji koridoru olma yönündeki misyonunu başarısızlığa uğratmıştır
Füze Kalkanı Sistemleri ve Rusya-ABD Gerilimi

10-11 Şubat, 2007 tarihlerinde Almanya’da 43.’sü düzenlenen Münih Güvenlik Konferansı’nda Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, ABD’yi kastederek “her alanda sınırlarını aştı” ifadesini kullanması, Batı’da bomba etkisi yaratmıştı. Gerek Rusya’da gerek Batı’da yeni bir Soğuk Savaş’tan bahsedilmeye başlanmıştı. O zamandan bu yana, Rusya ile Batı arasında esmeye başlayan bu soğuk rüzgarın şiddeti her geçen gün artmaktadır. Bilindiği üzere Rusya’yı tavrını sertleştirmeye iten başlıca neden, ABD’nin Avrupa’da füze kalkanları yerleştirme planlarıdır ve bu konuda tarafların karşılıklı suçlamaları sürmektedir.346 Varşova Paktı’nın dağılmasıyla birlikte, Moskova NATO’nun da varlık nedeninin ortadan kalktığını dolayısıyla örgütün lağv edilmesi gerektiğini düşünmeye başlamıştı. Ancak NATO, terörle mücadele gibi yeni görevler üstlenmenin yanısıra, Varşova Paktı’nın eski ülkelerini bünyesine almak suretiyle genişleme sürecine girdi. Moskova doğal olarak bu genişlemeyi, kendisine karşı yöneltilen bir tehdit olarak algıladı. Zira artık NATO’nun askeri güçleri, Rusya’nın sınırına dayanmış durumda. Moskova bundan sonra en azından Ukrayna, Gürcistan ve diğer BDT ülkelerinin üyeliklerini engelleme çabasında. ABD’nin Çek Cumhuriyeti, Polonya, Romanya ve Bulgaristan’a füze kalkanlarını yerleştirme planlarını da Moskova Batı yayılmacılığının devam etmesi ve kendisine karşı girişilen bir eylem olarak algılıyor. Rus yetkililer, ABD’nin Avrupa’ya yerleştirmeyi planladığı füze kalkanlarının asıl hedefinin İran ve Kuzey Kore olduğuna inanmıyor. İran Ulusal Güvenlik Sekreteri Ali Laricani de Rus yetkililere bu noktada destek verdi. Laricani, “Avrupa, İran füzelerinin hedefinde değil ve asla olamaz. Avrupa ile güçlü ticari bağlarımız var” diyerek iddia sahiplerini “yalancılık”la suçladı. Nitekim Vladimir Putin, Başkan Bush’un kalkanların Rusya’ya karşı yerleştirilmeyeceği konusunda kendilerini ikna edemediğini ve Moskova’nın da ABD füze kalkanına misilleme olarak füzelerini Avrupa yönüne çevireceğini ilan etti. Putin’in son açıklamaları, ABD’yi kızdırmış olmalı ki Bush bir kez daha Rusya’nın anti-demokratik bir ülke olduğu ve Rusya’da insan haklarının ihlal edildiği eleştirisinde bulundu. ABD böylece, Rusya ile sorun yaşanan dönemlerde kullandığı geleneksel demokrasi ve insan hakları eleştirisine dönmüş oldu. Halbuki, özellikle 11 Eylül’den sonra Rusya ile Batı’nın yakınlaştığı dönemde bu ülkenin demokrasi ve insan hakları sicili önemli bir sorun olarak gündeme getirilmiyordu. ABD’nin füze kalkanı planları sadece Rusya-ABD ilişkilerini değil, Rusya’nın Avrupa ülkeleriyle ilişkilerini de gerginleştireceğe benziyor. Rusya ile AB arasındaki ilişkilerde zaten son dönemde küçük çaplı bir kriz havası hakimdi. Bunun nedeni eskiden Varşova Paktı, şimdilerde ise AB üyesi olan ülkelerin Rusya’yı halen tehdit olarak görmeleri ve Rusya karşıtı politika izlemeleri. Bu durum Rusya-AB ilişkilerine de zarar veriyor.

Neticede, ABD’nin füze kalkanı sistemleri Rusya’nın son dönemlerde artan etkinliğini sınırlandırmaya ya da en azından etkinliğinin daha ileri noktalara ulaşmasına engel olmaya hizmet edebilir. Özellikle enerji kaynaklarından sağlanan gelir sayesinde Putin Rusyası son dönemde gerek iç politikada, gerek dış politikada büyük mesafeler kat etti. Yeltsin döneminde parçalanma senaryolarıyla gündemde olan Rusya, Putin’in iktidarı döneminde tekrar sözü dinlenen bir ülke haline geldi. Dış borçların büyük bir kısmını kapatarak daha bağımsız politikalar izleme olanağı buldu. BDT coğrafyası, Balkanlar, Orta Doğu, Asya-Pasifik ve hatta Güney Amerika’daki hareket alanı genişledi. İşte bu tablo, Putin’in deyimiyle “kendini Tanrı ilan eden” ABD’nin oyununu bozmaktadır. Nitekim, İran ve Suriye’yi uluslararası yaptırımdan koruyan, Kosova’ya bağımsızlık verilmesine direnen, ABD’nin enerji projelerini sabote eden ve ABD’nin “arka bahçesi” Güney Amerika’da ABD karşıtı yönetimlerle işbirliği yapan ülke Rusya’dır.348 Rusya’nın güçlenerek “geri dönüş”ü hiç şüphesiz Batı’da rahatsızlık yaratmaktadır. Kendisini Soğuk Savaş’ın galibi olarak kabul eden Batı, Rusya’nın tekrar dirilip planlarını bozmasını istememektedir. Rusya ise tek kutuplu dünya düzeninin doğru olmadığını ve bu sistemin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünmektedir. Artık bu dünya düzeninin kurallarını belirleyenlerden biri olmak istemektedir. Bunlara rağmen yeni bir Soğuk Savaş’tan bahsetmek gerçekçi olmasa da, en azından Rusya ve ABD arasındaki çıkar çatışmasının şiddetlendiğini söylemek mümkündür. Bu çerçevede 2008’de iki ülkede de gerçekleşmesi beklenen yönetim değişikliklerinin önemli sonuçları olabilir. Putin’in yerini büyük ihtimalle başka bir ismin alması, ABD’deki seçimleri de Cumhuriyetçilere göre Rusya’ya karşı daha sert bir politika izlenmesinden yana olan Demokratların kazanması ihtimalleri mevcuttur. Bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde ise, 2008 yılında iki ülke ilişkilerinde bir kırılma noktası yaşanabilir

Rusya’nın Enerji Politikasının Gölgesinde Geçen KEİ Zirvesi

Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİ) Zirvesi 25 Haziran, 2007 günü İstanbul’da gerçekleşti. Rusya, Türkiye, Ukrayna, Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan, Slovakya, Romanya, Azerbaycan, Ukrayna, Ermenistan, Gürcistan’ın asil üye, 13 ülkenin de gözlemci statüsünde taraf oldukları KEİ, 1992 yılında Türkiye’nin önderliğinde kurulmuştu. KEİ, yayıldığı coğrafya (20 milyon kilometre kare) ve bünyesinde barındırdığı 350 milyon nüfusu ile önemli bir bölgesel örgüt olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim KEİ’nin kuruluş aşamasında taraflar arasında ekonomi, bankacılık, ulaşım, enerji, haberleşme, çevre koruma, turizm, güvenlik gibi alanlarda işbirliğini geliştirmeye yönelik olarak belirlenen amaçlar da örgütün önemini ortaya koyuyordu. Ancak, kuruluş tarihi üzerinden 15 yıl geçmesine rağmen, KEİ’nin adı sadece zirveden zirveye anımsanmakta ve faaliyetlerini istenilen düzeyde yürütememektedir.339 KEİ’nin başarısızlığının birkaç nedeni mevcuttur. En başta bütün üye ülkeler, KEİ’ye farklı açılardan bakmakta ve örgütü daha çok kendi sorunlarını gündeme getirme platformu olarak görmektedirler. Moldova’da Dniyester Yanı, Gürcistan’da Abhazya ve Güney Osetya gibi ayrılıkçı bölge sorunlarının olması, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Karabağ sorununun bir türlü çözülememesi gibi nedenler de KEİ’nin başarısı önündeki engeller arasında yer almaktadır. Bölgede ayrıca BDT, GUAM gibi çok sayıda oluşumun faaliyet göstermesi de KEİ’ye verilen önemi azaltmaktadır.340 İstanbul Zirvesi’nin belki de en önemli sonuçlarından biri, kamu oyuna KEİ’nin varlığını bir kez daha hatırlatması oldu. Bununla birlikte, Zirve’nin son dönemde Karadeniz bölgesinde yaşanan gelişmelerin gölgesinde geçtiğini söylemek mümkündür. Bu gelişmelerin başında Avrasya coğrafyasındaki enerji savaşları ile ABD’nin Bulgaristan ve Romanya’ya füze radar sistemleri yerleştirme planları, buna misilleme olarak da, Rusya’nın kendi füze sistemlerini Avrupa’ya yönelteceği doğrultusundaki açıklamaları gelmektedir. Bütün bu gelişmeler yaşanırken Vladimir Putin’in de zirveye katılmayı kabul etmesi hiç şüphesiz bir taraftan zirvenin önemini artırmış, diğer taraftan da zirvede Rusya’nın başat konum kazanmasını sağlamıştır.341 Gerek yerli gerekse yabancı gazeteciler, zirve gündemi ile sonuç bildirisinden ziyade, Vladimir Putin’in Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Yunanlı meslektaşıyla yaptığı ikili görüşmelere öncelik tanıdı. Bu iki görüşmeye de damgasını vuran konu ise enerji oldu. Enerji konusunun zirve ve ikili görüşmelerde gündeme gelmesinin en önemli nedeni ise, zirveden bir gün önce İtalya’nın ENİ Şirketi ile Rus devi Gazprom arasında Güney Akım projesi ile ilgili bir anlaşmanın imzalanması oldu. Bu anlaşmaya göre, Rus gazı ve Rusya’nın Orta Asya’dan alacağı gaz Karadeniz’in altından geçerek Bulgaristan’a ulaştırılacaktır. Bulgaristan’da boru hattı ikiye ayrılarak ilki Rus gazını Romanya, Macaristan, Avusturya ve Slovenya’ya taşıyacak, ikinci hat ise Yunanistan ve İtalya’ya kadar uzatılacaktır. Bu proje ile Moskova, en başta Rusya ve Beyaz Rusya’ya transit konusunda olan bağımlılığını azaltmayı amaçlamaktadır. Hiç şüphesiz, bu projeyle birlikte, Rusya’ya olan bağımlılığı azaltmaya çaba
gösteren AB ülkeleri de, bunun aksine Rus enerji kaynaklarına daha fazla bağımlı hale geleceklerdir.342 Bu projenin olumsuz etkilediği ülkeler arasında hiç şüphesiz Türkiye de yer almaktadır. Başlangıçta Moskova, Rus gazını Mavi Akım–2 boru hattıyla Avrupa’ya ihraç etmeyi planlıyordu. Ancak, bir taraftan Türkiye’nin Rus tarafına bu konuda bir türlü somut cevap vermemesi, diğer taraftan da Rus projelerine alternatif olarak görülen Nabuco projesini desteklemesi; Avrasya coğrafyasındaki enerji alanında Rusya ile Batı arasında verilen mücadelede Türkiye’nin genelde Batı’nın yanında yer alması, Rusya’yı Mavi Akım-2 Projesi’nden vazgeçirdi. Rusya’nın Mavi Akım-2’den vazgeçmesinin bir başka nedeni de, gaz nakli konusunda Türkiye’ye fazla bağlanmak istememesidir. Zira Mavi Akım-2 hayata geçseydi, Mavi Akım–1 ile birlikte yılda 50 milyar metre küp Rus gazı Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırılacaktı. 2006 yılında Rusya’nın Avrupa’ya 150 milyar metre küp gaz ihracat ettiğini göz önünde bulundurursak bu miktardaki gazın hiç de küçümsenmeyecek bir oranı ifade ettiğini söyleyebiliriz. Diğer bir ifadeyle, Rusya, ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiklerinden biri olan Türkiye’ye gaz nakli konusunda yaklaşık yüzde 30 oranında bağımlı hale gelmek istememiştir.343 Rusya böylece, Burgaz-Dedeağaç projesinden sonra Güney Akım ile de Türkiye’yi baypas etmiş oldu. Bununla birlikte, gerek Burgaz-Dedeağaç, gerekse Güney Akım konusunda aslında Türkiye’nin kendisini baypas ettirmiş olduğunu söylemek de fazla gerçek dışı bir yorum olmayacaktır.. Nitekim, ancak Gazprom ile ENİ arasında anlaşma imzalandıktan sonra Türk yetkililer, Rusya’ya Mavi Akım–2 konusunda işbirliği önerdiler. Rusya’nın Güney Akım’dan sonra Mavi Akım–2 Projesi ile ilgili görüşleri bilinmemekle birlikte, Rus yetkililer Mavi Akım–1’in İsrail’e kadar uzatılması konusunda kararlı olduklarını dile getirmektedirler.344 Rusya bir taraftan Orta Asya ülkelerindeki enerji kaynaklarının kontrolünü ele geçirirken, diğer taraftan da yeni projeler sayesinde başta Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok ülkeyi kendisine bağımlı hale getirmiştir. Görünen odur ki yeterli kendi enerji kaynaklarına sahip olmayan AB ve ABD, enerji alanında Rusya’ya mağlup olmuş durumdadır. Türkiye için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Bununla birlikte, Türkiye’nin mağluplar safında yer almasında AB’nin politikası da etkili rol oynamaktadır. AB ve ABD, bir taraftan Türkiye’ye enerji koridoru misyonunu yüklerken, diğer taraftan Türkiye’nin de yer alacağı projeleri maddi bakımdan desteklememektedir. AB ve ABD’nin Türkiye’yi siyasi açıdan da dışlamaları ve Türkiye’nin sorunlarını görmemezlikten gelmeleri, Türkiye’nin enerji koridoru olma yönündeki misyonunu başarısızlığa uğratmıştır.345 Bir ülkeye enerji alanında yüzde 60 oranında bağımlılık hiç şüphesiz istenilen bir durum değildir. Ancak, Rusya’nın, Beyaz Rusya ve Ukrayna’ya olduğu gibi, Türkiye’ye de, istediği zaman petrol ve gazı kesebileceğini düşünmek de yanlış olur. Nitekim Rusya, şimdiye kadar Avrupa ülkeleriyle bu konuda önemli bir sorun yaşamamıştır. Türkiye bir taraftan enerji kaynaklarında ve enerji tedarikçisi ülkelerde çeşitliliğe giderken, diğer taraftan da Rusya ile enerji alanında işbirliği yapmaktan korkmamalıdır. Nitekim, Türkiye, Nabuco projesi
üzerinde değil de Rusya ile Mavi Akım-2 Projesi üzerinde yoğunlaşmış olsa idi, sonuçlar büyük olasılıkla çok daha farklı olacaktı.

Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Halk huzur, düzen ve güçlü Rusya istiyordu; hem de ne pahasına olursa olsun. O yüzden, cephede yaşananları bütün açıklığıyla yazan bir Rus muhabirini vatan hainliğiyle suçladığında; ya da bu gazeteciyi tutuklattığında ve hatta Çeçenlerin elindeki Rus askerlerine karşı bu gazeteciyi verdiğinde, Putin halktan öyle çok da büyük tepki görmedi. O, genç çalışkan dinamik gerektiğinde sert ve acımasız olabilen, Rusya’nın eskisi gibi büyük ve güçlü olmasını isteyen bir yöneticiydi. Yani, tam da Rusların arzu ettiği gibi bir lider. Putin’in bu imajı, O’nu bir anda Rus halkının en popüler lideri, hatta kahramanı haline getirdi. Ruslar Putin’i adeta şanlı geçmişin yeni temsilcisi gibi görmeye başladılar.
Vladimir Putin, fakir bir işçi ailesinin oğlu olarak, Leningrad’da dünyaya geldiğinde, takvimler 1952 yılını gösteriyordu. Ailesinin tek çocuğuydu ve o da o yıllarda doğan milyonlarca çocuk gibi, “kommunalka” denilen “sosyal konutlarda” büyüdü. Bu büyük apartmanlarda aileler bir arada yaşar, aynı banyoyu, aynı tuvaleti ve mutfağı paylaşırlardı. Putin o yıllarda kendi deyimiyle “tam bir yaramaz sokak çocuğuydu” Sonra, sistemle yavaş yavaş tanışmaya başladı. Önce, “Sovyet İzcisi” oldu. En sonunda da judo sayesinde disiplini ve düzeni keşfetti.329 Bu spor giderek hayatının tutkusu ve hatta felsefesi olacaktı. Küçük Putin 16 yaşındayken, İkinci Dünya Savaşı’ndaki Sovyet casuslarının zaferlerini anlatan bir filmden etkilenip, doğruca Leningrad’daki KGB merkezine gitmişti. Casus olmak istiyordu. Oradaki KGB yetkilisi, karşısında duran ve daha bıyıkları yeni terlemeye başlamış sarışın çocuğa bakıp, “biz öyle her geleni işe almayız. Bizimle çalışacakları biz seçeriz. Hem sen daha küçüksün. Önce bir yüksek okul bitirmelisin”, demişti. Küçük Putin ısrarla sordu: “Hangi okul?” Adam bu küçük çocuğu başından savmak için herhangi bir üniversite olur; mesela hukuk oku”, demişti. Bu söz, Putin’in ana hedefi haline geldi ve okulu bitirir bitirmez Leningrad Üniversitesi’nde hukuk bölümüne başladı. Son sınıftayken de yıllarca düşlediği KGB’ye kabul edildi. O artık casus olacaktı. İlk yıllar KGB’yi ve bürokrasiyi öğrenmekle geçti. KGB’ye girişinin sekizinci yılından itibarense Vladimir’in hayatı değişmeye başladı. Önce Ludmila. Bu güzel genç bayanla Leningrad’ın ünlü tiyatrosunda bir arkadaşı vasıtasıyla tanışmış; görür görmez de aşık olmuştu. Vladimir ve Ludmilla kısa bir süre sonra, 1983’de evlendiler. Bu arada Putin ne iş yaptığını akrabalarından; hatta karısından bile saklıyordu. Yakınları O’nu polis zannediyordu. 1984’de KGB’nin istihbarat akademisine giden Putin, ertesi yıl da hayatının ilk ve tek yurtdışı görevine gönderildi. O zamanın doğu Almanya’sındaki Dresden. Genç Rus casusu burada daha çok siyasi istihbarat topladı. Disiplinli çalışan, işini iyi yapan, ama vasat bir ajandı. P330utin, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışına ve Doğu Almanya’nın ortadan kalkışına tanıklık etti. Aynı yıl apar topar Moskova’ya dönen Vladimir Putin’in uluslar arası casusluk macerası da böylelikle son bulmuş oluyordu. Bundan sonra Moskova’da kalacak ve önüne yeni fırsatların gelmesini bekleyecekti. Çok geçmeden beklediği fırsat yeni bir iş teklifi olarak karşısına çıktı. 1990’da, Rusya’daki demokrasi hareketinin liderlerinden biri olan Anatoly Sobçak’la tanıştırıldı. Sobçak, kısa zamanda eski adı Leningrad olan St.Petersburg’un demokratik yollardan seçilmiş ilk belediye başkanı oldu ve Sobçak, St. Petersburg’a giderken, disiplinli ve çalışkan biri olarak gördüğü Putin’i yanına aldı. Putin artık, St. Petersburg Belediye Başkanı’nın yardımcılarından biriydi. 1996’ya gelindiğinde Putin için bir defa daha Moskova yolu görünecekti. Sobçak o yılki seçimleri kaybedince Putin de açıkta kaldı. Ancak, Sobçak’ın yanında parlayan Putin Moskova’nın dikkatini çekmişti. Yeltsin’in yardımcılarından Brodin O’nu yanına aldı. Bundan sonra da Putin’in önlenemez yükselişi başladı. Çalışkan, yetenekli ve Yeltsin’e sadık kalan bu adam kısa sürede ailenin dikkatini çekti. Özellikle Yeltsin’in kızı, Putin’i çok destekledi. İşte, bundan sonra da her şey çok çabuk olup bitti. Putin, iki seneden de az bir süre içinde, önce KGB’nin yerine kurulan iç istihbarat örgütü FSB’nin başına geçti. Bundan 13 ay sonra da, Yeltsin tarafından Başbakan olarak atandı. Bu atamadan 3 ay sonra da, Rusya Federasyonu’nun Başkan vekilliğine getirildi. Bir zamanların casusu artık Kremlin’deydi. KGB’yi çok seven, Komunist Parti’den hiçbir zaman istifa etmemiş, Sovyet döneminin özlemiyle yaşayan ve “güçlü bir devlet olmak Rusya’nın genlerine işlemiştir”, diyen bu adam, aslında tam da Rus halkının beklentilerine hitap ediyordu. Halk düzenin ve huzurun yeniden kurulmasını istiyordu. Putin de bunu yapabileceğini Çeçenistan’da gösterdi. Çeçenlere karşı büyük bir savaşa girişti. Bu operasyondaki sert, ödün vermez ve hatta acımasız tavrı, 1994-1996 savaşında Çeçenistan’da ağır yenilgiye uğramış Rus Ordusu’nun takdirini kazandı. Bundan sonra da Rus halkının desteğini arkasında buldu. Halk huzur, düzen ve güçlü Rusya istiyordu; hem de ne pahasına olursa olsun. O yüzden, cephede yaşananları bütün açıklığıyla yazan bir Rus muhabirini vatan hainliğiyle suçladığında; ya da bu gazeteciyi tutuklattığında ve hatta Çeçenlerin elindeki Rus askerlerine karşı bu gazeteciyi verdiğinde, Putin halktan öyle çok da büyük tepki görmedi. O, genç çalışkan dinamik gerektiğinde sert ve acımasız olabilen, Rusya’nın eskisi gibi büyük ve güçlü olmasını isteyen bir yöneticiydi. Yani, tam da Rusların arzu ettiği gibi bir lider.331 Putin’in bu imajı, O’nu bir anda Rus halkının en popüler lideri, hatta kahramanı haline getirdi. Ruslar Putin’i adeta şanlı geçmişin yeni temsilcisi gibi görmeye başladılar. Ancak siyasi olarak yeteneklerinden şüphe eden de yok değildi. Zira hayatında hiç seçime girmemişti. Kariyerindeki önlenemez yükselişi amirlerinin O’nu sürekli bir yerlere atamasıyla gerçekleşti. Acaba kendi ayakları üzerinde durabilecek, hatta daha ileriye gidebilecek miydi? Bu sorunun cevabı, Aralık 2003 Duma Seçimleri’nde geldi. Yüzde 37.7’lik seçmen desteğiyle iyice güçlenen Putin artık tartışılmaz bir lider haline geldi. Eline geçirdiği milletvekili çoğunluğuyla istediği yasaları kabul ettiren Putin, ülkeye istediği şekli vermeye başladı. Bu arada, seçimler esnasında kendisiyle ters düşen bazı rakiplerinin başını ezmeyi de ihmal etmedi. Rusya’nın en büyük ve dünyanın önde gelen petrol şirketlerinden Yukos’un Başkanı Mikhail Chodorkowsky bu listenin en başında geliyor.
Bu sert ve soğuk görünüşlü, ketum adam hakkında, değil dünya; Rusya’da bile kimseler pek birşey bilmiyordu. KGB’liydi. Evli ve 2 kızı vardı. Bir de her fırsatta rakiplerini yerden yere vurarak gösterdiği judodaki siyah kuşağı. Dünya, tam anlamıyla hazırlıksız yakalanmıştı. Amerika başta olmak üzere tüm Batı Dünyası bocaladı. Pot kırmamak için de sanki Rusya’da hiçbir şey değişmemiş gibi davranıldı. Hem nasılsa bu adamı Demokrat Boris Yeltsin getirmişti; dolayısıyla herşey yolunda olmalıydı
Moskova eski KGB ajanı Alexander Litvinenko’nun öldürülmesinde kendi parmağının bulunduğu suçlamalarını reddediyor. Alexander Litvinenko, yazdığı kitapta, Çeçenistan savaşına bahane üretmek için, 1999’un sonlarında Moskova’da meydana gelen terör eylemleriyle Rus hükümetinin ilişkili olduğunu söylemişti. Yine iki ay önce, Çeçenistan’da işlenen savaş suçlarını yayınlayan bayan Rus gazeteci Anna Politkovskoya’nın öldrülmesinde, Kremlin’i suçlayan delilleri sunan da oydu.
İmparatorluğun Alternatifleri
Bugün Rusya’nın imparatorluk olarak nitelendirilmesi doğru değildir. Ancak aynı şekilde Rusya sıradan bir bölgesel devlet de değildir. Çünkü geçiş aşamasındaki alternatiflere dayalı olarak, ikisi arasında bir yerde durmaktadır. Bu alternatifler bir çok manevradan oluşuyor. En önemlisi, Avrupa üzerinde etkili olmak ve enerji güvenliğini sağlamada en önemli ortak olarak Rusya’ya meyledilmesini garanti altına almak için doğalgaz kullanımının desteklenmesidir.320 Rusya aynı zamanda doğalgazı, tasvip etmediği rejimleri tehdit etmenin bir aracı olarak da kullanmaktadır. Ukrayna, Gürcistan ve Moldova gibi kendi etkisinden çıkan devletlerin, kendi içlerinde baskı altında kalıp sıkışmaları için gaz fiyatlarını yükseltiyor. Yine Rusya, dünyadaki en büyük ikinci silah kaynağı olma konumunu muhafaza ediyor. Sadece Putin’in başkanlığı döneminde, silah satışlarından elde edilen gelir, 3.5 milyar dolardan 6.5 milyar dolara yükselmiştir. Bu durum Kaleşnikof’tan, nükleer deniz altılara varıncaya kadar bütün kollarıyla Rus silah sanayinin yeniden canlanmasına yol açtı. Rusya bunlardan daha önemli manevralarda da bulunuyor. Bunların başında, dağılan Sovyetler Birliği ülkelerinin çoğunda Rus kuvvetlerini bırakması geliyor. Bu durum o ülkelerdeki siyasi kararların kontrol altında tutulmasını sağlıyor.321 Baltık’daki en büyük silahlı tersane (Rusya’nın bir paçası olan) Kaliningrad’tadır. Yine bir Rus donanması Karadeniz’de Ukrayna sahilleri önünü merkez edinmiştir. Gürcistan’ın bir çok bölgesinde halen Rus güçleri mevcuttur. Aynı şey Ermenistan, Kırgızistan ve Kazakistan için de geçerlidir. Rus kuvvetleri eski Sovyetler Birliği’nin ihtilaflı bölgelerinde geniş bir etkiye sahip olmak için Barışı Koruma Güçleri’nin arkasına kamufle olmaktadır. Bu güçlerin en önemlileri Abhazya, Güney Osetiya (Gürcistan), Transdnyester (Moldova) ve Tacikistan’da bulunmaktadır. Yine bu gücün, dondurulmuş durumdaki Yukarı Karabağ ihtilafında oynadığı hayati rolü de unutmamak gerekiyor. Diğer taraftan Rusya’nın manevralarına, eski Sovyetler Birliği ülkelerindeki Rus azınlıkları, bulundukları ülkelerin hükümetlerine karşı birer baskı unsuru olarak kullanmasını da eklemek gerekiyor. Rusya, gerçekleşen renkli liberal devrimlerden (turuncu, kırmızı, sarı) sonra, kısa sürede yaptıklarının başarısızlığa uğrayacağını hissetti ve bu devrimlerin liderlerini –tıpkı daha önce Rusya’nın suçlandığı gibi- yolsuzlukla suçladı.323 Rusya, bir çok Arap ülkesiyle, basın-yayın ittifakı kurmayı da başarmıştır. Bu ittifaklar nedeniyle, bu ülkelerdeki resmî yayın organlarında, Çeçenlere ve İslâmî azınlıklara zarar
verecek yayınlar ortaya çıkmıştır. Ancak insan hakları örgütlerinin, Çeçenistan’da etnik temizlik yapıldığını bildiren raporları, İslâmî duyguları alevlendirmiş ve bu da söz konusu resmî yayın organlarındaki yazarların tekfir edilmelerine yol açmıştır. Moskova eski KGB ajanı Alexander Litvinenko’nun öldürülmesinde kendi parmağının bulunduğu suçlamalarını reddediyor. Alexander Litvinenko, yazdığı kitapta, Çeçenistan savaşına bahane üretmek için, 1999’un sonlarında Moskova’da meydana gelen terör eylemleriyle Rus hükümetinin ilişkili olduğunu söylemişti. Yine iki ay önce, Çeçenistan’da işlenen savaş suçlarını yayınlayan bayan Rus gazeteci Anna Politkovskoya’nın öldrülmesinde, Kremlin’i suçlayan delilleri sunan da oydu.324 Bu hususta geriye İngiliz polis teşkilatı Scotland Yard’ın yaptığı şu açıklamayı bilmek kalıyor: Alexander Litvinenko’ya verilen zehir 100 kişiyi öldürmeye yeter ve bunun maliyeti 14 milyon dolardır. Bu zehir, geleneksel zehirlerden 5000 kat daha tesirlidir. Burada insanın aklına şu kadîm soru geliyor: Cui Bono (Bu kimin işine yarıyor)? Artık Rusya’da parçalanıp değişik bölgelere ayrılma tehdidi altındaki devlet dönemi sona erdiği gibi, para çetelerinin, silahları kaçırıp satanların ve yolsuzluk düzenini sürdürenlerin öncülüğündeki yağmalanan devlet dönemi de sona erdi. Şu anda bunun yerine, geniş bir hakimiyete, çok büyük bir servete sahip ve her türlü zıt yapılarla pragmatist ilişkiler içine girebilen yeni bir devlet dönemi başlıyor. Ancak bu tablo uzun sürmeyebilir. Herkes, Putin’in ikinci başkanlık döneminin biteceği 2008 yılını bekliyor. Ve o zaman Rusya, sürprizlerle dolu yeni bir döneme gidecek.325 Vladimir Putin. 90’lı yılların sonuna gelindiğinde dönemin Rus Devlet Başkanı Boris Yeltsin tarafından Devlet Başkanlığı’na vekaleten atandığı anda herkes aynı soruyu sormuştu: “Kim bu adam?”326 Bu sert ve soğuk görünüşlü, ketum adam hakkında, değil dünya; Rusya’da bile kimseler pek birşey bilmiyordu. KGB’liydi. Evli ve 2 kızı vardı. Bir de her fırsatta rakiplerini yerden yere vurarak gösterdiği judodaki siyah kuşağı. Dünya, tam anlamıyla hazırlıksız yakalanmıştı. Amerika başta olmak üzere tüm Batı Dünyası bocaladı. Pot kırmamak için de sanki Rusya’da hiçbir şey değişmemiş gibi davranıldı. Hem nasılsa bu adamı Demokrat Boris Yeltsin getirmişti; dolayısıyla herşey yolunda olmalıydı.327 Oysa Rusya’da değişen çok şey vardı ve Rusya’nın yeni Başkan Vekili’nin en çok istediği şey, ülkede bozulan düzenin yeniden sağlanmasıydı. Bunun için de Kremlin’in güçlü bir liderin elinde olması gerekiyordu. Rusya Federasyonu ancak böylelikle eski, güzel günlere geri dönebilir; yeniden “büyük ve güçlü Rusya” kurulabilirdi
Putin, bağımsızlık peşinde koşan bütün ırklara ve milletlere acımasız bir ders verdi. Çeçenistan savaşında, sıcak çatışma bölgelerine yaptığı helikopter ziyaretleriyle, Çeçenistan’daki mücadeleyi bitirmeyi ve körfez ülkelerinden Batı Avrupa ülkelerine kadar, nerede olurlarsa olsunlar Çeçen liderleri tasfiye etmeyi başardı. Bugün artık kendini beğenmiş hiçbir yeniyetme, istihbarat örgütlerinde çalışan birinin devlet başkanı olup, yeni doğmuş devletini düze çıkarabileceğini beklemiyor. Herkes dersini almış durumda. Şu anda hiç kimse isyanın diğer Rus cumhuriyetlerine sıçrayacağını aklından geçirmiyor.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Vladimir Putin döneminde (2000 yılının ortalarından itibaren) Rusya, “milli müstebit” rejiminin liderliğinde demir pençeli yıllara adım attı. Bu dönemde, Rusya’ya eski konumunu yeniden kazandıracak ve ulusal güvenliği muhafaza edecek yeni bir anlayış benimsendi.
Rusya’nın Arap dünyasındaki tablosu da, Batı’dakinden daha az karışık değildir: Bir tarafta Çeçenistan’ı ezen ve İslâm dünyasının zihin haritasından silen Rusya, diğer tarafta İslâm Konferansı Örgütü’nün üyesi haline gelen Rusya; bir tarafta Irak’ın işgal edilmesine göz yuman ve Afganistan’ın işgal edilmesine yardım eden Rusya, diğer tarafta İran’ın nükleer programını destekleyen ve benzer bir program için Mısır ve Suriye ile flört eden Rusya; bir tarafta İhvân-ı Müslimîn’i uluslararası terör örgütleri listesinin başına koyan Rusya, diğer tarafta Hamas’ın liderlerini misafir eden ve Hamas’a, Ortadoğu’nun esas aktörü imiş gibi muamele eden Rusya. İşte bu durum geçiş sürecinin bir meyvesi olup, temel ilkeler ve uygulamalardaki zıtlıkların ve çelişkilerin beklenen bir sonucudur.
Karışık Bir Tablo

Demir perdenin ortadan kalkmasıyla, artık Ruslar, Batılı turistlere, başka dünyaları simgeleyen birer uzaylı yaratıklar gibi bakmaktan ve kendi vatanında mahpûs olmaktan çıkmışlardır. Artık dünyanın her yerinde, Amerika Birleşik Devletleri’nde, Almanya’da, Hollanda’da, Dubai’de ve işgal altındaki Kudüs’te Ruslara rastlıyoruz. Ancak burada sorulması gereken önemli soru şudur: Ruslar vatanlarının dışında ne yapıyorlar? Rus dili kendi kendine yetmesine ve başka bir dile muhtaç olmamasına rağmen, dünyanın bu gerçekle çelişen verilerinden etkilenmiş durumdadır. Dolayısıyla Kahire’deki “Rus Kültür Merkezi”nin, Mısırlılara İngilizce kursu verileceğiyle ilgili kocaman bir ilan asmasına şaşırmamak gerekiyor. Komünizmin çöküşünün üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen, Batılı iletişim araçlarının Rusya hakkında verdiği haberler hâlâ anlaşılması zor olan karışık bir tablo çizmeye devam ediyor. Bu haberler, kendilerini çelişkilerin büyüsüne veya ilginç ve nadir şeylerin peşinde koşmanın cazibesine kaptırmış muhabirler tarafından bildiriliyor. Çizilen bu tabloda Rusya, emperyalist emellerin hükmettiği bir imparatorluk313 olarak görülüyor. Bu imparatorluğa, itaatkâr vatandaşların oluşturduğu çok büyük bir toplumu sevk ve idare eden bir diktatör veya en azından “bir petrol ülkesinin emiri” liderlik ediyor. Demek ki, Batılıların gözünde Rusya hiç değişmemiştir; Washington’daki strateji belirleyicilerin “köle devleti” olarak isimlendirdikleri soğuk savaş dönemindeki hali neyse şimdi de odur. Evet, onların gözünde Putin’in Rusya’sı, George Orwell’in “Hayvan Çiftliği” isimli romanında resmettiği Stalin’in Rusya’sından farklı değildir. Ancak Batı aklı Rusya’yı, birincisiyle çelişen farklı bir pencereden değerlendirmeye de müsait görülüyor. Bu değerlendirmede Rusya, Avrupa ile bütünleşmek, ekonomik sistemini düzeltmek ve vatandaşlarının gelir seviyelerini yükseltmek için sistemli bir şekilde çalışan bir devlet olarak görülmesinin yanında, uluslararası enerji güvenliğinin istikrarı, teröre karşı savaş ve El-Kâide’nin kuşatılması meselelerinde de vazgeçilemeyecek bir unsur olarak yer alıyor. Rusya’nın Arap dünyasındaki tablosu da, Batı’dakinden daha az karışık değildir: Bir tarafta Çeçenistan’ı ezen ve İslâm dünyasının zihin haritasından silen Rusya, diğer tarafta İslâm Konferansı Örgütü’nün üyesi haline gelen Rusya; bir tarafta Irak’ın işgal edilmesine göz yuman ve Afganistan’ın işgal edilmesine yardım eden Rusya, diğer tarafta İran’ın nükleer programını destekleyen ve benzer bir program için Mısır ve Suriye ile flört eden Rusya; bir tarafta İhvân-ı Müslimîn’i uluslararası terör örgütleri listesinin başına koyan Rusya, diğer tarafta Hamas’ın liderlerini misafir eden ve Hamas’a, Ortadoğu’nun esas aktörü imiş gibi muamele eden Rusya. İşte bu durum geçiş sürecinin bir meyvesi olup, temel ilkeler ve uygulamalardaki zıtlıkların ve çelişkilerin beklenen bir sonucudur. Bu hal daha bir müddet devam edecektir. Gerçi son 15 yıl içinde, “yağmalanan devlet” Rusya, yani Boris Yeltsin’in Rusya’sı ile, “güçlü devlet” Rusya yani Vladimir Putin’in Rusya’sı arasındaki net çizgiyi de belirleyebiliyoruz

“Rahmetten soyutlanmış bir durum: Komünizmin çöküşüne üzülen olmadı. Akıldan soyutlanmış bir durum: Komünizmin yeniden dönmesi temenni ediliyor.” (Rusya’da halk arasında dolaşan bir söz).
Rusya Füze Kalkanına Meydan Okudu

Rusya, ABD’nin Orta ve Doğu Avrupa’da bir süredir yürüttüğü saldırgan açılımlara dün karşılık verdi. Rusya’nın sert tavrı ABD cephesinde şaşkınlığa neden olurken, gerilimin tırmanabileceği yorumu yapılıyor.306 Birkaç savaş başlığını birlikte taşıyan balistik füzenin deneme amaçlı fırlatılmasının ardından bir basın toplantısı düzenleyen Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Amerikalı ortaklarımız Anti Balistik Füze Anlaşması’nı (ABM) terk ettiler. Dünyadaki stratejik dengeyi sürdürecek bir yanıt vereceğimiz konusunda onları uyarmıştık diye konuştu. Putin, Çok başlıklı yeni bir balistik füze ve bir kruz füzesi denemesi gerçekleştirdik. Kaynaklarımızı geliştirmeye devam edeceğiz açıklamasında bulundu.307 Sert ifadeleri ve iddialı açıklamalarıyla ABD’yi hedef alan Putin, ABD’nin Orta ve Doğu Avrupa’daki askeri açılımlarından Rusya’nın duyduğu rahatsızlığı ifade etti. Putin, ABD açılımlarına yanıtsız kalmayacakları mesajını verdi. Putin şöyle konuştu: “Bu silahlanma yarışını biz başlatmadık diyen Putin, Ortaklarmız, Doğu Avrupa’yı silah yığınağına çevirdiler. Bulgaristan’da yeni bir üs, Romanya’da bir başka üs, Polonya’da bir rampa sahası, Çek Cumhuriyeti’nde bir radar üssü Ne yapmamız bekleniyor? Bunları izlemekle yetinemeyiz. Rusya’nın açıklaması, geçtiğimiz günlerde ABD’nin gerek Polonya, gerekse de Çek Cumhuriyeti ile füze kalkanı projesi görüşmelerini başlatmasının ardından geldi. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ve Rusya Savunma Bakanı Sergey İvanov da son günlerde yaptıkları çeşitli açıklamalarda silahlanma yarışı kavramına vurgu yapmışlar, ABD’nin son dönemde Orta ve Doğu Avrupa’daki adımlarına yanıt geleceğini açıklamışlardı. Rusya’nın denemesinin ardından çıkan yorumlar, yeni çok başlıklı füzenin herhangi bir savunma sistemi tarafından alt edilemeyeceğine işaret ediyor. Bu yorumlar, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un geçen hafta yaptığı Biz de kalkana yeni bir kılıçla karşılık veririz imasını hatırlatıyor. Füze denemesi ve Putin’in açıklamasının ardından bir açıklamada bulunan Condoleezza Rice, kullandığı ifadelerle ABD Dışişleri’nin yaşadığı şaşkınlığı sergiledi. Rice, Rusya ile bir 21. yüzyıl ortaklığına gitmek istiyoruz. Ancak Rusya, son zamanlardaki politikalarıyla, sanki bir başka dönemin sıfır sonuç veren tarzıyla düşünüyor ve hareket ediyor diye konuştu. Sovyetler Birliği dönemine yaptığı bu göndermeyi daha sonrasında daha da açık biçimde telaffuz eden Rice, Sovyet sonrası döneme ilişkin şikayetlerini dile getirdi. Rice, özellikle Putin döneminin demokratik uygulamalarının zaaflarına dikkat çekerek Demokratik kurumlar ve açık bir toplum, zayıflık kaynakları değildir. İfade ve basın özgürlüğü ise, devletin istediği zaman son verebileceği birtakım dertler değildir diye konuştu. Rice, sözlerini Bu bağlamda Rusya’nın yakın dönem füze diplomasisini anlamakta güçlük çekiyoruz diyerek bağladı.308 Rice ve Lavrov arasında önceki gün gerçekleşen ve olumlu olduğu ifade edilen telefon görüşmesinin ardından, dün Rusya’nın füze denemesi haberinin ajanslara düşmesinin, ABD Dışişleri’nde büyük şaşkınlığa neden olduğu belirtiliyor.309 Herkes, Putin’in ikinci başkanlık döneminin biteceği 2008 yılını bekliyor. O zaman Rusya, sürprizlerle dolu yeni bir döneme gidecek. “Rahmetten soyutlanmış bir durum: Komünizmin çöküşüne üzülen olmadı. Akıldan soyutlanmış bir durum: Komünizmin yeniden dönmesi temenni ediliyor.” (Rusya’da halk arasında dolaşan bir söz).310 Sovyetler Birliği, dağılışının üzerinden 15 yıl geçtikten sonra, bu günlerde yeniden anılıyor. Bu durumun önemi sanıldığı gibi, gelişen bölgesel ve uluslararası olaylardan kaynaklanmıyor. Çünkü burada dikkati çeken en önemli husus, Rusya’nın, tarihte benzeri görülmemiş korkunç bir hızla, en uç noktadaki yerini almasıdır. Komünizmin (soğuk savaş terminolojisiyle çürük elmanın) düşüşü, geride çok radikal etkiler ve sonuçlar bıraktı. Bunların en açık olanı, geriye tek süper güç olarak sadece Amerika’nın kalmasıyla üçüncü dünya ülkelerinin çektikleri sıkıntılar ve yaşadıkları zorluklardır. Bunların en fazla göz ardı edilip görmezden gelinenleri ise, 50 milyonunu Müslümanların oluşturduğu 280 milyonu aşkın Sovyetler Birliği nüfusunun yaşadığı psikolojik ve toplumsal travmalardır.311 Geçtiğimiz yıllarda gerçekleşen değişimler, fikrî akımlar içindeki birbirine karışmış çeşitlilik sınırlarında kalmadı veya burjuvanın üçlüsü konumundaki sınıf, uyuşturucu ve dine bakıştan yüz çevirmekle yetinmedi. Aksine bu yıllar insan istismarının en çirkin örneklerini de beraberinde getirdi. Gelir dağılımı arasındaki ürkütücü dengesizlik, beyaz köle ticaretindeki patlama, çocukların fuhuşa sürüklenmesi, aids, içki ve uyuşturucu bağımlılığından yüz binlerce kişinin ölmesi gibi. Bu ürkütücü tablo, Sovyetler Birliği’ni rahmetle anan, Rusya komünistleri ve üçüncü dünya ülkelerindeki solcular için iyi bir fırsat teşkil ediyor.

Her şeyden önce Suudi Arabistan ABD’nin bölgedeki sadık müttefiki olarak bilinmektedir. Bugüne kadar da bölgedeki siyasi krizlerin hiçbir zaman içinde yer alamamış sıcak çatışmaların böylesine yaşandığı bir coğrafyada neredeyse bir kurşun bile atmamıştır. Bu durumda petrol karşılığı ABD’den silah temin eden Suudi Arabistan’da konvansiyonel silah bakımından bir zenginlik olduğu tahmin edilmektedir. Suudi Arabistan bu anlamda hiçbir şekilde yıpranmamış kapalı bir kutu konumundadır. Bu noktada da bir anlamda Çin gibi sessiz ve derinden gelen ve bir taraftan da önemi gittikçe artan bir ülke olması sebebiyle de Ortadoğu’nun “Çin”i gibi de görülebilir.
Bilindiği gibi Putin 43. Münih Güvenlik Konferansı’nda “tek kutuplu dünyaya hayır” diyerek ABD’ye bir anlamda rest çekmiş ve uyguladığı politikalardan rahatsız olduğunu dile getirmiştir. Bu rahatsızlığı ise 3 önemli Ortadoğu ülkesine yaptığı ziyaretle perçinlemiştir
Putin’in Ortadoğu Ziyaretleri ve Rusya’nın Yeni Açılımları
Putin’in Ortadoğu’ya yaptığı ziyaret dünya siyasetinde geniş yankı uyandırmakla beraber Rusya’nın yeni açılımları konusunda da oldukça önemli ip uçları vermiştir.300 Bilindiği gibi Putin 43. Münih Güvenlik Konferansı’nda “tek kutuplu dünyaya hayır” diyerek ABD’ye bir anlamda rest çekmiş ve uyguladığı politikalardan rahatsız olduğunu dile getirmiştir. Bu rahatsızlığı ise 3 önemli Ortadoğu ülkesine yaptığı ziyaretle perçinlemiştir.301 Rusya son dönemde ekonomik alanda özellikle de enerji sektöründe attığı önemli adımlarla gücünü ve etkisini gittikçe arttırmış ve bu etkiyi bölge dışına da yaymak ve “bölgede ben de varım” mesajı vermek üzere Ortadoğu’ya yönelmiştir. Bu ziyaretin öncesinde El Fetih ve Hamas arasında imzalanan Mekke anlaşmasından da oldukça memnuniyet duyan Rusya bununla beraber kendisini Ortadoğu’da iyiden iyiye bir “arabulucu” gibi hissetmeye başlamıştır. Sovyetler Birliği döneminde Ortadoğu’daki çatışmaların bir tarafı olan Rusya bu sefer de bunu açıktan değil de tarafların uzlaşmasını sağlayacak bir güç gibi üstü örtülü olarak bölgeye müdahil olduğunu kanıtlar nitelikte hamleler yapmaktadır.302 Bölgenin enerji kaynakları bakımından zenginliği ve stratejik önemi bölgeyle iyi ilişkiler kurmanın gerekliliğini kanıtlamaktadır. Suudi Arabistan ise bugünkü dünya konjonktüründe çok önemli bir aktör konumundadır. Her şeyden önce Suudi Arabistan ABD’nin bölgedeki sadık müttefiki olarak bilinmektedir. Bugüne kadar da bölgedeki siyasi krizlerin hiçbir zaman içinde yer alamamış sıcak çatışmaların böylesine yaşandığı bir coğrafyada neredeyse bir kurşun bile atmamıştır. Bu durumda petrol karşılığı ABD’den silah temin eden Suudi Arabistan’da konvansiyonel silah bakımından bir zenginlik olduğu tahmin edilmektedir. Suudi Arabistan bu anlamda hiçbir şekilde yıpranmamış kapalı bir kutu konumundadır. Bu noktada da bir anlamda Çin gibi sessiz ve derinden gelen ve bir taraftan da önemi gittikçe artan bir ülke olması sebebiyle de Ortadoğu’nun “Çin”i gibi de görülebilir. İran’ın bölgedeki açılımları ve İslam coğrafyası’nın hamiliğine oynamasının bir sonucu olarak da Suudi Arabistan’ın İran’ı dengelemek adına yeni bir aktör olarak öne çıkarılma çabası ülkenin öneminin artmasında çok önemli bir diğer gelişme olarak da kendisini göstermektedir.303 Bu ziyaretin iki yönlü bir ziyaret olduğu göze çarpmaktadır. Bunların ilki ve önemlisi enerji meselesidir. Ziyaretlerinin özellikle de Katar ayağında enerji konusu ciddi şekilde gündemi oluşturmuştur. Burada Rusya doğal gaz anlamında bir OPEC kurulması konusunu görüşmüştür. Doğalgaz OPEC’i projesine baktığımız zaman da bu projenin Rusya’nın enerji konusunda tekelliğini resmen ilan ettiği bir dönemin hedeflendiği kolaylıkla görülebilmektedir. 2005 yılına ait bir raporda da doğalgaz rezervleri sıralamasında Rusya, Suudi Arabistan ve Katar’ın ilk 4 sırada olduğu ve 4. ülkenin de İran olduğu göz önünde bulundurulursa Putin’in neden Ortadoğu’da olduğu çok daha rahat anlaşılacaktır.304 Bir diğer husus da Suudi Arabistan ile silah alım satımı konusunda verilen sözlerdir. Buna göre Rusya Suudi Arabistan’dan T-90 tipi 150 adet muharebe tankı satın alacak Suudi Arabistan ‘a Mi-17 helikopteri satacaktır. Bu ise bölgede ciddi bir güvenlik sorunu ve endişesi bulunduğunu göstermektedir. Varılan anlaşma ise bölgedeki istikrarsızlığın kaynağına bir anlamda ince bir mesajdır. Putin bundan önce de İslam Konferansı Örgütü’ne üyelik talebi ile İslam dünyası ile arasındaki buzları eritmeye başlamış ve diyalog için önemli bir zemin hazırlamıştır. Ortadoğu’da da beklediği ilgiyi gören Putin ile ilgili de “barış adamı” ve “ Müslüman dostu” gibi yakıştırmalarda bulunulmuştur. Tabi bu ülkelere ziyaretin özellikle de Suudi Arabistan’a gerçekleştirdiği ziyaretin arkasında Kafkaslar’daki İslamcı hareketin ideolojik zemininde Vahhabilik anlayışının bulunduğu, bunun ise Suudi Arabistan kaynaklı olduğu ve bölgedeki sorunların çözümüne yönelik olarak da böylesine bir görüşmenin gerçekleştiği noktasında da değerlendirmeler yapılmaktadır. Sonuç olarak Putin işbirliği sözleri ve bir o kadar da övgüyle bu ziyarete son vermiştir. Bu ise bir anlamda Putin’in yaptığı konuşmaya gelen olumlu yankıların da tezahürü niteliğindedir. Putin’in şikayetlerine Ortadoğu’dan yanıt gelmiştir. Önümüzdeki dönemde de Putin’in bu başarısının devam edip etmeyeceği ve bu ziyaretin yankılarının bölgeye yayılıp yayılmayacağı görülecek ve ABD’nin buna nasıl bir tepki vereceği görülecektir.
LUJKOV Yuriy Mihayloviç (1936) Moskova Belediye Başkanı. Moskova’da doğdu. 1958 yılında Moskova Gubkin Petrol Enstitüsü’nden mezun oluşundan 1987 yılına kadar kimya endüstrisinde faaliyet gösterdi. 1977-1990 yılları arasında Moskova Belediye Encümeni üyesiydi. 1978-1990 yıllarında Rusya parlamentosunda milletvekiliği yaptı. 12 Haziran 1991’de Lujkov, Moskova Belediye Başkanı Yardımcısı ve Moskova Kent Hükümeti Başkanı olarak atandı. Moskova’nın eski Belediye Başkanı Gavriil Popov istifa edince, RF Devlet Başkanı Boris Yeltsin tarafından Moskova Belediye Başkanlığına atandı. Lujkov, Moskova’nın çehresini değiştirdi, birçok yenileme ve restorasyon programını başarıyla gerçekleştirdi. Türk inşaat şirketlerinin potansiyelinden aktif olarak yararlandı. 1996, 1999 ve 2003’te düzenlenen belediye başkanlığı seçimlerini büyük bir farkla kazandı. Bir dönem Yeltsin’e karşı Lujkov’un muhalif lider olarak mücadelesinden söz edilse de, daha sonra Lujkov Kremlin’e karşı tutumunu yumuşattı. Putin döneminde de zaman zaman federal merkez ile Moskova Belediyesi arasında çelişkiler yaşandı, yaşanıyor.
FRADKOV Mihail Yefremoviç (1950) Rusya Başbakanı. 1975’ten itibaren dış ticaret, uluslararası politika ve ulusal güvenlik konularıyla ilgili çeşitli görevler aldı. 1997’de RF Dış Ekonomik İlişkiler Bakanlığı’nın başındaydı. 1999’da Rusya Ticaret Bakanı olarak atandı. 2000 yılında RF Güvenlik Konseyi Sekreteri Birinci Yardımcısıydı. 2001’de Federal Vergi Polisi şefi olarak görevlendirildi. 2003 Mayısından 2004 Martına kadar Rusya’nın Avrupa Birliği’ndeki Daimi Temsilcisiydi. Daha sonra Devlet Başkanı Putin tarafından Rusya Başbakanlığı’na getirildi. İngilizce ve İspanyolca biliyor. Evli ve iki erkek çocuk sahibi.
YELTSİN Boris Nikolayeviç (1931)
Yeni Rusya’nın ilk Devlet Başkanı. Sverdlov’da doğdu. 1955 yılında Ural Politeknik Enstitüsü’nden mezun oldu. 1976-1985 yılları arasında, Komünist Partisi’nin Sverdlovsk Bölge Komitesi Sekreterliği yaptı. 1978-1989 yıllarında SSCB parlamentosunda milletvekiliydi. Mart 1990’da Rusya SFSC Parlamento Başkanlığı’na seçildi. Temmuz 1990’da Komünist Partisi üyeliğinden istifa etti. 12 Haziran, 1991’de Rusya Federasyonu Devlet Başkanı olarak seçildi. 3 Temmuz, 1996 yılındaki seçimleri kazanarak aynı göreve yeniden getirildi. “Yapıcı değil yıkıcı” lider tipine örnek gösterilir. Onun döneminde Sovyet modelinin hızla yıkılması buna örnektir. Ancak parlamento ile gerginlikleri ve alkol tutkusu Yeltsin’in saygınlığına ciddi darbe vurmuştur. 31 Aralık, 1999’da iktidarı Putin’e bırakarak görevinden istifa etti.
GORBAÇOV Mihail Sergeyeviç (1931)
SSCB’nin ilk ve son Devlet Başkanı. Stavropol’da doğdu. Moskova Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1970 yılında, SSCB Yüksek Konseyi üyeliğine seçildi. 1978 yılında, Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne tarımdan sorumlu sekreter olarak atandı. 1989-1990 yılları arasında SSCB Yüksek Konseyi’nin Başkanıydı. 1990 Martında SSCB Milletvekilleri 3. Kongresi’nde Devlet Başkanı olarak seçildi. Mart 1985’de iktidara geldikten sonra yürürlüğe koyduğu “yenilenme”, “açıklık” ve “yeniden yapılanma” politikalarıyla toplumdaki ataleti aştı. Ancak gelişen sosyal süreçler onun ve Komünist Partisi’nin kontrolünden çıktı. Uluslararası ilişkilerde uyguladığı yumuşama politikasıyla dünya dengelerini değiştirdi. 1991 Ağustosunda yapılan darbeyle iktidarı kaybetti. Daha sonra darbeciler Kremlin’den uzaklaştırıldıysa da Gorbaçov fiilen yönetimi ele alamadı. Rusya lideri Yeltsin’in baskıları sonucu aynı yılın sonunda görevinden istifa etti. 1996’da Rusya başkanlık seçimlerine katıldı, ama oy oranı yüzde 1’in altında kaldı. Şu anda kendi adını taşıyan vakfın ve Uluslararası Ekoloji Organizasyonu Yeşil Haç’ın başkanlığını yapıyor. Ayrıca “Rusya’da gerçek bir sosyal demokrat hareket” oluşturmaya çalıştığını savunuyor.
BREJNEV Leonid İliç (1906-1982)

1964’ten itibaren 18 yıl boyunca Sovyet devletinin başındaydı. 25 yaşında Komünist Partisi’ne üye oldu. Kızıl Ordu’da yıllarca görev yaptı. İktidarda olduğu dönemde kendi kendine verdiği çok sayıda madalya ve ünvandan biri de SSCB Mareşalliği idi. Onun başta olduğu dönemin en önemli kavramı istikrar idi. Radikal ve keskin değişikliklerden kaçındı. Daha sonradan Brejnev yılları “durgunluk dönemi” olarak nitelendi. Son yıllarında sağlığının bozulmasına karşın görevi bırakmamak için direndi. 70’li yılların sonundan Gorbaçov’un başa geldiği 1985’e kadar Kremlin’in “yaşlı ve hasta” olduğu söylentisi onun, Andropov’un ve Çernenko’nun sağlık durumuyla ilişkilidir.

HRUŞÇEV Nikita Sergeyeviç (1894-1971) 1953 yılında Stalin’in ölümünden sonra Komünist Partisi’nin ve devletin başına geçti. Stalin’in putlaştırılmasına karşı çıktı, hapishanelerdeki ve kamplardaki siyasi mahkumları aklayıp serbest bıraktı. Dış politikasında ve uluslararası temaslarında kendine özgü tutumlarıyla Soğuk Savaş’ın başlangıcında gerginliği arttırdı. Yıllarca Moskova parti örgütünün liderliğini ve Ukrayna komünistlerinin yöneticiliğini yapmıştı. 1944-1947 yılları arasında Ukrayna SSC Başbakanıydı. 1953’te SBKP Merkez Komitesi Birinci Sekreterliği’ne, 1958 yılında da SSCB Bakanlar Kurulu’nun Başkanlığı’na geldi. Mısır üretimine ağırlık veren tarım politikası, ülkenin tarım dengesinin bozulmasına yol açtı. Stalin döneminde, en başta parti yöneticileri, sanatçılar, bilim adamları ve toplumun diğer önde gelen üyeleri konut sahibi olurlarken, Hruşçev döneminde yapılan apartmanlar ucuz ve küçük de olsa, birçok sade vatandaşı daire sahibi yapmıştır. 14 Ekim, 1964 yılında, Brejnev önderliğinde gerçekleştirilen sessiz bir darbeyle KP Merkez Komitesi Hruşçev’i “zorunlu emekliliğe” ayırdı.
STALİN Josef Vissarionoviç (1879-1953)
Lenin öldükten sonra ülkenin yönetimini ele alarak yaklaşık 30 yıl süren bir diktatörlük kurdu. Gürcü asıllı olan Josef Cugaşvili (takma adı ile Stalin), papazlık öğrenimi yaparken okuldan kovulmuştu. Çarlık rejimini yıkmak isteyen fikirleri yüzünden 1912’de Sibirya’ya sürüldü. 1917 Ekim devriminden sonra Stalin ilk olarak Azınlık İşleri Komiserliği’ne getirildi. 1922’de Komünist Partisi’nde organizasyon işlerinden sorumlu olarak Genel Sekreterlik görevine atandı. 1924’te Lenin’in ölümü üzerine partinin lideri oldu. Bütün önde gelen Bolşevik liderleri adım adım tasfiye etti. Milyonlarca insanı hapishanelerde ve sürgün kamplardarında öldürttü. İkinci Dünya savaşından önce Almanya ile anlaşma yaptıysa da saldırının önüne geçemedi. Savaşın 1945’te zaferle bitmesi Stalin’in iktidarını güçlendirdi. Bu arada savaş sonrasında Türkiye’den Kars ve Ardahan’ın yanısıra İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nda Sovyet üsleri kurulmasını talep etti. 1953’te ölmesinin ardından birkaç yıl içinde toplumdaki korku ortamı yavaş yavaş ortadan kayboldu.
Lenin: Sovyet devletinin kurucusu. Rusya’da çarlık rejimini yıkan ve sosyalizmi kuran 1917 Ekim devriminin önderi. Lenin (gerçek adıyla Vladimir Ulyanov), abisi Aleksandr’ın Çar III. Aleksandr’a karşı giriştiği başarısız suikastten sonra idam edildiği 1887 yılında Kazan Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdi. Devrimci fikirlerinden dolayı okuldan atıldıysa da büyük mücadeleler sonucu 1890’da geri döndü ve ertesi yıl fakülteyi birincilikle bitirdi. Bir süre Petersburg’da avukatlık yaptı. Avrupa’da dönemin ünlü teorisyeni Plehanov’la tanıştı. Rusya’ya dönüşte tutuklandı. Sibirya’ya sürüldü. 1898’de kurulmuş olan Rusya Sosyal Demokrat Partisi’nin 1903’de Londra’da yapılan kongresinde “Bolşevikler” fraksiyonu lideri olarak yönetime geldi. 1917 Ekim devriminden sonra Lenin hükümetin başına geçti. Başlangıçta sert yöntemler kullanan Lenin, daha sonradan “Yeni Ekonomik Politika” (NEP) ile kitlelere ulaşmaya, özel mülkiyetten yararlanmaya çalıştı. Geride çok sayıda felsefi ve siyasi eser bırakarak 1924’te ölen Lenin’in mozolesinin korunması ya da kaldırılması tartışmaları bugün Rusya’da hala devam ediyor.
Putin ise, ABD’nin 2. Dünya Savaşı’nın sonunda Japonya’ya atom bombası atması, Vietnam’ı bombalayıp ağaçlar dahil tüm canlıları yok eden ‘Portakal Gazı’ kullanmasının Stalin’in suçlarından çok daha feci olduğunu belirtti. Çeçenya’da 200 bini aşkın insanın katlini anmayan Rus lideri, Biz sivil halka karşı nükleer silah kullanmadık. Binlerce kilometrelik alanlara kimyasallar saçmadık, küçük bir ülkeye bütün Büyük Vatansever Savaş (II. Dünya Savaşı) boyunca atılanın yedi katı bomba bırakmadık. Örneğin Nazizm gibi, kara sayfalarımız yok diye ekledi.
Rusya’da Yeni Avrasyacılık Akımı
Geçen on sene, Rusya için, bir yandan kökleri 18. yüzyıla, Büyük Petro’ya kadar uzanan Batılı Rusya tanımlamasını savunanların, diğer yanda düşünsel temellerini bir anlamda Dostoyevski’ye kadar uzatabileceğimiz, fakat sistemli bir yaklaşım halini 1920’lerde alan ve Rusya’nın Batı ile Doğuyu bir araya getiren Avrasyalı bir kimliğe sahip olduğunu iddia edenler, öte yandan da milliyetçi bir çizgiyi savunan ve stratejik tercihlerini de bu çerçevede yapması gerektiğini savunanlar arasında mücadelenin yaşandığı bir dönem oldu. Bu mücadelenin ilk ciddî yansıması kendinî Batıcı/Atlantikçi ve Avrasyacı yaklaşımlar arasındaki siyasî ve fikrî mücadele biçiminde göstermiş, Yeltsin döneminde dış politika alanında ciddî politika ayrışımlarını da içeren çok önemli bir boyut kazanmış, Putin döneminde bu mücadele temelde stratejik düşünce alanında ve Rusya’nın stratejik geleceği alanındaki tartışmalar çerçevesinde yoğunlaşmaya ve belirginleşmeye başlamıştır.
1985’den beri SSCB lideri Gorbaçov’la beraber yeniden başlayan Batı ile işbirliği sürecinin Yeltsin döneminin ilk yılında da sürdürülmesine rağmen, Batının Rusya’daki batı yanlısı akımın beklentilerini karşılayamaması, Braudel’in “Öteki Avrupa” olarak tanımladığı Rusya’da stratejik misyon arayışlarını besleyen en önemli unsurlardan biri olmuştur. Bu bağlamda, Rusya’da yeni misyon arayışları hızlanmış, Rus stratejik düşünce sisteminde devletçi ideolojik Marksist-Leninist yaklaşımın yerini yine devletçi, fakat geleneksel jeopolitik anlayışlar almıştır. Bu jeopolitik yaklaşımlar içerisinde en fazla gündeme gelen akımlardan bir de (Yeni) Avrasyacılık olmuştur. Avrasyacılığın tarihi temelleri Rusya’da Ekim devriminin ardından yurtdışına muhaceret eden Rus düşünürlerinden Nikolay Truvbetskoy (1890-1938), Petr Savitskiy (1895-1968), Georgiy Florovski (1893-1979), Georgiy Vernadskiy (1887-1973) ve benzeri aydınların fikirlerine dayanmaktadır. Kendi görüşlerini ilk kez 1921’de ve 1922’de Sofya’da çıkardıkları Doğuya Çıkış: Öngörüler ve Gerçekleşmeler ve Yollarda: Avrasyacıların Savları isimli çalışmalarıyla gündeme getirmişlerdir. 1926’da bu akım kendi görüşlerini Avrasyacılık: Sistematik Görüşler isimli bir programla açıklamıştır. 1926-1929 döneminde Paris’i merkez olarak kullanan Avrasyacılar Evraziskiy Hroniki (Avrasya Günlüğü) ve Evraziya (Avrasya) isimli yayınlar çıkarmışlardır.
Jeopolitik görüşlerini temelde kara gücünün üstünlüğü esasına dayandıran Avrasyacıların görüşlerini birkaç noktada özetlemek mümkündür. Her şeyden önce, Avrasyacılar Avrupa merkezli bir bakış açısını reddetmekte ve bütün uygarlıkların eşit olduğunu kabul etmekteydiler. İkinci olarak, Avrasyacılar, insanlığın toptan Avrupalılaştırılması/Batılılaştırılması çabasında olan ve böylece ulusal kültürlerin özgünlüğünü ortadan kaldıran Germen-Roman Batıyı şiddetle eleştirmekteydiler. Üçüncü olarak, Avrasyacılar Rusya’yı, Avrupa ve Asya’dan farklı kendine özgü kültürel-coğrafî dünyası olan özel bir kıta ve bu arada daha çok Asya’ya dönük olarak görmekteydiler. Dördüncü olarak, Avrasyacılar Rus halkının sadece Slav unsuru ile tanımlanamayacağını, kültüründeki “Turan unsuru” nedeniyle Avrasya’nın Slav olmayan halklarıyla bağının olduğunu ve onlarla benzer psikolojik yapıyı sağlayarak (Avrasya) kıtanın bütünlüğünü sağladığını savunuyorlardı. Beşinci olarak, Rusların kendi devlet ideolojilerini ve kıtayı devlet halinde birleştirme yeteneklerini Moğol egemenliğinden aldığını, bu bağlamda Moğol egemenliğinin Rusya için yararlı olduğunu öne sürmekteydi. Altıncı olarak, Avrasyacılar Rusya’daki komünist devrimi bir yandan Rusya’da Avrupalılaşma sürecinin ölümü olarak değerlendirmekte, öte yandan da bu devrimi “Doğuya dönüş” için hayırlı bir başlangıç olarak görmekteydiler. Yedinci olarak, Avrasyacılar (Rusya’da) liberal demokrasinin çökerek, onun yerine geçen ve ondan sadece yönetici seçkinlerin ideolojik sadakati kıstasıyla belirlendiği yeni devletin-ideokratiya’nı (bu örnekte sosyalist düzenin) da eleştirmekteydiler. İdeokratiya’nın başarılı olamamasındaki en önemli engelin Bolşevik (komünist) ve faşist ideolojiler olduğunu düşünen Avrasyacılar ideokratiya’nı düşünüyorlardı.

Sovyet döneminde genel eğilim Avrasyacılığa karşı bir nitelik arz ederken (aslında SSCB’nin tam bir Avrasya imparatorluğu olduğunu savunan görüşler de mevcut) Sovyet düşünürlerinden Tatar kökenli Lev Gumilyov da Avrasyacılık düşüncesine önemli katkılarda bulunmuştur. Gumilyov süper etnos olarak tanımladığı Slav, Türk ve Moğol halklarının birleşiminden oluşan Avrasya’da, İngiliz ve Fransızlara göre Türk ve Moğol halklarının Rusya’nın daha yakın dostları olduğunu savunmuştur. Gumilyov Avrupa merkezciliğine karşı çıkmakta ve her Avrupalının hayallerini diğer kültürleri ortadan kaldırarak kendi kültürünü evrensel kılma olduğunu iddia etmektedir. Gumilyov, Rusya’nın Batıyla ittifak yerine Avrasya Birliği’ni tercih etmesi gerektiğini belirterek, söz konusu birliğin geleneksel olarak Katolik Avrupa’ya, Müslüman Güney’e ve Çin’e karşı olduğunu vurgulamıştır. Gumilyov’un daha 1950’li ve 60’lı yıllarda yaptığı çalışmalarında ortaya koyduğu bu görüşleri 1990’larda yeni Rusya’da çok yankı yapmış ve yeni Rus jeopolitik yaklaşımlarından Yeni Avrasyacılığın düşünsel kaynaklarından birini oluşturmuştur.
Tarihsel bir düşünce sistematiğini ifade eden Avrasyacılık kavramı SSCB’nin çöküşünden sonra ilk kez 1992’de Başkan Yeltsin’in Dış Politika Danışmanı Stankeviç tarafından Yeni Rusya’da dış politika tercihlerini sınıflandırmak için Atlantikçi-Avrasyacılık tasnifi ile tekrar gündeme gelmiştir. Ancak sadece Avrasyacılık tanımı geçen dönem içinde ciddî bir düşünce akımı ve uygulama pratiği oluşturan için yetersiz kalmaktadır. Bu bakımdan çoğu Rus akademisyenin de kullandığı Yeni Avrasyacılık kavramının bu akımı ifade etmek için daha doğru olduğunu düşünüyoruz.
Kuramsal anlamda, (Yeni) Avrasyacılık akımı realist bir bakış açısıyla güç unsurunu öne çıkarmaktadır. Ayrıca, akımın Fransız ve Belçikalı yeni sağcılardan (Alan Benua, Jan Tiriar, Robert Stoykers) ve Alman Jeopolitik okulundan (özellikle Karl Haushofer, Karl Schmitt,) etkilendiği söylenebilir. Bu akımın ülke içindeki düşünsel kaynakları ise Rusya’nın kendine özgün jeopolitik konumu ve çeşitli etnik grupların özgün karışımından oluşan, bu durumun çevresindeki sorunlara müdahalesine olanak veren bir güç olduğu inancını taşıyan Rus dinsel felsefesinden, 1920-1930’lardakı tarihsel Avrasyacılıktan ve Sovyet Avrasyacısı Gumilyov’un çalışmalarından almaktadır.
Yeni Avrasyacılık Avrasyacı geleneğe sadık kalarak Rusya’nın özgün bir kimlik ve jeopolitik konuma sahip olduğunu kabul etmektedir. İkinci olarak, Yeni Avrasyacılık ABD hegemonyasına karşı bir tavır içindedir. Üçüncü olarak, çok kutuplu bir uluslararası sistem modeli önermektedir. Dördüncüsü, Avrasyacılara göre, Rusya’nın öncelik vermesi gereken alanlar içerisinde “yakın çevre” birincil önem arz etmektedir. Yeni Avrasyacılık akımının en köklü versiyonu ise filozof Aleksandr Dugin’nin çalışmaları ekseninde geliştirilmiştir. Dugin, BDT ekseninde AB benzeri bir stratejik entegrasyona gidilmesi, bu entegrasyonun Moskova-Tahran-Yeni Delhi-Pekin ekseninde geliştirilmesi, Rusya’nın sıcak denizlere çıkışını barış ve dostluk ilişkileri çerçevesinde gerçekleştirilmek, Batı ekseninde Avrupa ülkeleriyle ilişkilere öncelik vermek ve Pasifik’te Japonya ile aktif işbirliği gibi hususlar olarak belirtmektedir

Avrasyacılar Rus halkının sadece Slav unsuru ile tanımlanamayacağını, kültüründeki “Turan unsuru” nedeniyle Avrasya’nın Slav olmayan halklarıyla bağının olduğunu ve onlarla benzer psikolojik yapıyı sağlayarak (Avrasya) kıtanın bütünlüğünü sağladığını savunuyorlardı
31 Aralık, 1999’da Yeltsin istifa etti. Böylece Sovyetler Birliği’nin yıkılışı ile başlayan ve bir dizi gerginliğin yaşandığı geçiş dönemi tamamlanıyor, yeni Rusya tarihinde önemli bir dönem kapanıyordu.
Yeltsin’in koltuğunu bıraktığı Leningradlı eski haberalma şefi Putin 23 Mart, 2000 erken başkanlık seçimlerini kazandı. Hastalıkları, siyasi gerginliği sevmesi ve alkol zaafıyla akıllarda kalan yaşlı Yeltsin’in yerine enerjik, sport- men ve ölçülü üslup izleyen bir lider gelmişti. Öteki siyasi güçler ve liderler arasındaki zayıflık da Putin’in gücüne güç katıyordu. Buna ekonomide iyi giden petrol fiyatlarını da ekleyince Putin’in popülaritesi hızla arttı. Putin’in başa gelir gelmez uyguladığı politikalarda birkaç konu dikkat çekti. Yeni lider, Yeltsin zamanında devletin işlerine karışan büyük sermaye gruplarını sindirdi. Önce Boris Berezovski ve Vladimir Gusinski, daha sonraları ise Mihail Hodorkovski gibi seçkin oligarklarla ilgili soruşturmalar başladı. Bununla birlikte medyada muhalif yayınlar denetim altına alındı, eski NTV yönetiminin tasfiyesi ve TV6’nın kapatılması önemli gelişmelerdendi. Öte yandan federasyonun bölünme tehlikesine karşı verilen mücadeleye öncelik verildi. Yalnızca Çeçenistan değil, öteki “sorunlu” cumhuriyet ve eyaletlerin güçlü liderlerinin yetkileri azaltıldı, federal merkez yeniden güçlendi. Putin döneminde ülke ekonomisi istikrar kazandı. Bütçe fazla vermeye başladı. Ruble güçlendi. Merkez Bankası döviz rezervi her yıl rekorlar kırmaya başladı. 1998 Ağustos krizinden 5 yıl kadar sonra rating ajansı Moody’s Rusya’ya birinci yatırım ratingi notu verdi. Yatırımlarla birlikte halkın gelir düzeyi de artarken enflasyon düşürüldü. Putin, Yeltsin’den farklı olarak parlamentoyla sıkıntı yaşamadı, 2003 yılı sonunda seçilen yeni parlamentoda ise çoğunluk Putin yanlısı Birleşik Rusya Partisi’nin eline geçti. Putin 2004 Martında yapılan devlet başkanlığı seçimlerini rahatlıkla kazandı.
Avrasyacı yaklaşımın unsurlarının resmi politikada zirveye çıktığı zaman Yevgeni Primakov’un önce Dışişleri ve ardından da Başbakan olduğu Ocak 1996-Mayıs 1999 dönemidir. Bu dönemde dış politikaya egemen olan Primakov Doktrini, özünde Rusya’nın sadece bir gücün kontrolü altındaki tek kutuplu uluslararası düzenine karşı önleyici rolü üzerine kurulmuştur. Primakov’un çeşitli konuşma, mülakat, makale ve basın konferanslarında Soğuk Savaş sonrası dönemi dünyasını ABD, Rusya (BDT ülkeleriyle birlikte), Avrupa Birliği, Çin, Japonya, ASEAN ve Latin Amerika olarak sınıflandırmıştır. Primakov’un dünya görüşü içinde fiili egemen rolüne rağmen ABD tek süper güç olarak kabul edilmemektedir. Primakov’un çok kutuplu sistem modelinde ABD’nin uluslararası gücünü sulandırma çabası vardır. Model Rusya-Çin stratejik işbirliğine İran’ın da ortak alınarak karşı kutup oluşturmayı öngörmektedir. Primakov bu işbirliğinin Körfezde ve Tayvan boğazında ABD’ye meydan okuyabileceğini savunmuştur. Orta Asya ve Kafkasya’nın Rusya’nın etki alanında kalmasını isteyen Primakov, BDT ülkelerinin Rusya’ya entegre olmasını, Beyaz Rusya ile ittifakı desteklemiş ve Rusya’nın eski Sovyet mekanında güç kullanmasını savunmuştur.286 Putin yönetimin 1999’dan 11 Eylül’ kadarki dönemdeki dış politikasında Avrasyacı yaklaşımın ciddi bir ağırlık noktası olduğu görülmektedir. Ancak, 11 Eylül’den sonra ABD ile işbirliği sürecine giren Putin yönetimin bu retoriğin önemli ölçüde geri plana ittiği veya en azından sık-sık kullanmamaya dikkat ettiği görülmüştür. Fakat, özellikle son iki seneden beri Rusya-ABD ilişkilerinde “zorunlu balayının” sona erdiği yönünde işaretler görülmektedir. Bu gelişmeye paralel olarak, Putin yönetimin de Avrasyacılığın temel söylemlerinden olan çok kutuplu dünya, ABD hegemonyasına karşıtlık benzeri unsurlara sıkça yer verdiği görülmektedir.
Putin Dönemi

Yeltsin’in koltuğunu bıraktığı Leningradlı eski haberalma şefi Putin 23 Mart, 2000 erken başkanlık seçimlerini kazandı. Hastalıkları, siyasi gerginliği sevmesi ve alkol zaafıyla akıllarda kalan yaşlı Yeltsin’in yerine enerjik, sport- men ve ölçülü üslup izleyen bir lider gelmişti. Öteki siyasi güçler ve liderler arasındaki zayıflık da Putin’in gücüne güç katıyordu. Buna ekonomide iyi giden petrol fiyatlarını da ekleyince Putin’in popülaritesi hızla arttı.275 Putin’in başa gelir gelmez uyguladığı politikalarda birkaç konu dikkat çekti. Yeni lider, Yeltsin zamanında devletin işlerine karışan büyük sermaye gruplarını sindirdi. Önce Boris Berezovski ve Vladimir Gusinski, daha sonraları ise Mihail Hodorkovski gibi seçkin oligarklarla ilgili soruşturmalar başladı. Bununla birlikte medyada muhalif yayınlar denetim altına alındı, eski NTV yönetiminin tasfiyesi ve TV6’nın kapatılması önemli gelişmelerdendi. Öte yandan federasyonun bölünme tehlikesine karşı verilen mücadeleye öncelik verildi. Yalnızca Çeçenistan değil, öteki “sorunlu” cumhuriyet ve eyaletlerin güçlü liderlerinin yetkileri azaltıldı, federal merkez yeniden güçlendi. Putin döneminde ülke ekonomisi istikrar kazandı. Bütçe fazla vermeye başladı. Ruble güçlendi. Merkez Bankası döviz rezervi her yıl rekorlar kırmaya başladı. 1998 Ağustos krizinden 5 yıl kadar sonra rating ajansı Moody’s Rusya’ya birinci yatırım ratingi notu verdi. Yatırımlarla birlikte halkın gelir düzeyi de artarken enflasyon düşürüldü. Putin, Yeltsin’den farklı olarak parlamentoyla sıkıntı yaşamadı, 2003 yılı sonunda seçilen yeni parlamentoda ise çoğunluk Putin yanlısı Birleşik Rusya Partisi’nin eline geçti. Putin 2004 Martında yapılan devlet başkanlığı seçimlerini rahatlıkla kazandı. Rusya’da Yeni Avrasyacılık Akımı Geçen on sene, Rusya için, bir yandan kökleri 18. yüzyıla, Büyük Petro’ya kadar uzanan Batılı Rusya tanımlamasını savunanların, diğer yanda düşünsel temellerini bir anlamda Dostoyevski’ye kadar uzatabileceğimiz, fakat sistemli bir yaklaşım halini 1920’lerde alan ve Rusya’nın Batı ile Doğuyu bir araya getiren Avrasyalı bir kimliğe sahip olduğunu iddia edenler, öte yandan da milliyetçi bir çizgiyi savunan ve stratejik tercihlerini de bu çerçevede yapması gerektiğini savunanlar arasında mücadelenin yaşandığı bir dönem oldu. Bu mücadelenin ilk ciddî yansıması kendinî Batıcı/Atlantikçi ve Avrasyacı yaklaşımlar arasındaki siyasî ve fikrî mücadele biçiminde göstermiş, Yeltsin döneminde dış politika alanında ciddî politika ayrışımlarını da içeren çok önemli bir boyut kazanmış, Putin döneminde bu mücadele temelde stratejik düşünce alanında ve Rusya’nın stratejik geleceği alanındaki tartışmalar çerçevesinde yoğunlaşmaya ve belirginleşmeye başlamıştır.278 1985’den beri SSCB lideri Gorbaçov’la beraber yeniden başlayan Batı ile işbirliği sürecinin Yeltsin döneminin ilk yılında da sürdürülmesine rağmen, Batının Rusya’daki batı yanlısı akımın beklentilerini karşılayamaması, Braudel’in “Öteki Avrupa” olarak tanımladığı Rusya’da stratejik misyon arayışlarını besleyen en önemli unsurlardan biri olmuştur. Bu bağlamda, Rusya’da yeni misyon arayışları hızlanmış, Rus stratejik düşünce sisteminde devletçi ideolojik Marksist-Leninist yaklaşımın yerini yine devletçi, fakat geleneksel jeopolitik anlayışlar almıştır. Bu jeopolitik yaklaşımlar içerisinde en fazla gündeme gelen akımlardan bir de (Yeni) Avrasyacılık olmuştur.279 Avrasyacılığın tarihi temelleri Rusya’da Ekim devriminin ardından yurtdışına muhaceret eden Rus düşünürlerinden Nikolay Truvbetskoy (1890-1938), Petr Savitskiy (1895-1968), Georgiy Florovski (1893-1979), Georgiy Vernadskiy (1887-1973) ve benzeri aydınların fikirlerine dayanmaktadır. Kendi görüşlerini ilk kez 1921’de ve 1922’de Sofya’da çıkardıkları Doğuya Çıkış: Öngörüler ve Gerçekleşmeler ve Yollarda: Avrasyacıların Savları isimli çalışmalarıyla gündeme getirmişlerdir. 1926’da bu akım kendi görüşlerini Avrasyacılık: Sistematik Görüşler isimli bir programla açıklamıştır. 1926-1929 döneminde Paris’i merkez olarak kullanan Avrasyacılar Evraziskiy Hroniki (Avrasya Günlüğü) ve Evraziya (Avrasya) isimli yayınlar çıkarmışlardır.280 Jeopolitik görüşlerini temelde kara gücünün üstünlüğü esasına dayandıran Avrasyacıların görüşlerini birkaç noktada özetlemek mümkündür. Her şeyden önce, Avrasyacılar Avrupa merkezli bir bakış açısını reddetmekte ve bütün uygarlıkların eşit olduğunu kabul etmekteydiler. İkinci olarak, Avrasyacılar, insanlığın toptan Avrupalılaştırılması/Batılılaştırılması çabasında olan ve böylece ulusal kültürlerin özgünlüğünü ortadan kaldıran Germen-Roman Batıyı şiddetle eleştirmekteydiler. Üçüncü olarak, Avrasyacılar Rusya’yı, Avrupa ve Asya’dan farklı kendine özgü kültürel-coğrafî dünyası olan özel bir kıta ve bu arada daha çok Asya’ya dönük olarak görmekteydiler. Dördüncü olarak, Avrasyacılar Rus halkının sadece Slav unsuru ile tanımlanamayacağını, kültüründeki “Turan unsuru” nedeniyle Avrasya’nın Slav olmayan halklarıyla bağının olduğunu ve onlarla benzer psikolojik yapıyı sağlayarak (Avrasya) kıtanın bütünlüğünü sağladığını savunuyorlardı. Beşinci olarak, Rusların kendi devlet ideolojilerini ve kıtayı devlet halinde birleştirme yeteneklerini Moğol egemenliğinden aldığını, bu bağlamda Moğol egemenliğinin Rusya için yararlı olduğunu öne sürmekteydi. Altıncı olarak, Avrasyacılar Rusya’daki komünist devrimi bir yandan Rusya’da Avrupalılaşma sürecinin ölümü olarak değerlendirmekte, öte yandan da bu devrimi “Doğuya dönüş” için hayırlı bir başlangıç olarak görmekteydiler. Yedinci olarak, Avrasyacılar (Rusya’da) liberal demokrasinin çökerek, onun yerine geçen ve ondan sadece yönetici seçkinlerin ideolojik sadakati kıstasıyla belirlendiği yeni devletin-ideokratiya’nı (bu örnekte sosyalist düzenin) da eleştirmekteydiler. İdeokratiya’nın başarılı olamamasındaki en önemli engelin Bolşevik (komünist) ve faşist ideolojiler olduğunu düşünen Avrasyacılar ideokratiya’nın temel zemininin halkların refahını öngören Avrasyacılık olması gerektiğini düşünüyorlardı.

Başbakanın en ciddi icraatı “terörizme karşı savaş” oldu. Putin’in bu konudaki kararlı ve sert tutumu halk tarafından desteklendi. 31 Aralık, 1999’da Yeltsin istifa etti. Böylece Sovyetler Birliği’nin yıkılışı ile başlayan ve bir dizi gerginliğin yaşandığı geçiş dönemi tamamlanıyor, yeni Rusya tarihinde önemli bir dönem kapanıyordu.
Hiçbir alanda köklü bir değişiklik yapamayan silik bir yönetici olarak akıllarda kalan Çernenko’nun 1985 Martından ölmesi sonucu, Kremlin’deki koltuğa 54 yaşında, dinamik, güler yüzlü bir lider oturdu: Mihail Gorbaçov. Gorbaçov “perestroyka” (yeniden yapılanma) ve “glasnost” (açıklık) politikalarını yürürlüğe koydu. 1991 Ağustosundaki darbe Gorbaçov’u iktidardan uzaklaştırdı. Darbe birkaç gün içinde Yeltsin önderliğindeki270 reformcu güçler tarafından bastırılmıştı, ancak Gorbaçov’un artık eski iktidarına kavuşması mümkün değildi. Sovyetler Birliği Komünist Partisi yasaklandı. Kremlin Sarayı’nda artık Sovyet değil Rusya bayrağı dalgalanmaya başladı. 8 Aralık 1991’de Rusya, Ukrayna ve Belarus liderleri Yeltsin, Kravçuk ve Şuşkeviç SSCB’yi geçersiz ilan edip Bağımsız Devletler Topluluğu’nu (BDT) kurunca merkezi devlet işlevini tümüyle kaybetti. İki gün sonra 8 eski Sovyet cumhuriyeti daha onlara katıldığını bildirdi. 25 Aralıkta Gorbaçov istifa konuşması yapmak zorunda kaldı ve SSCB kesin olarak dağıldı. Dönemin ABD Başkanı George Bush Yeltsin’i SSCB’nin yıkılışından, Amerikalıları da Soğuk Savaş’ı kazandıklarından dolayı kutladı.271 Parçalanma öncesi 290 milyon nüfusa sahip olan SSCB 15 cumhuriyetten oluşuyordu. (Rusya, Ukrayna, Belarus, Moldova, Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan, Litvanya, Letonya, Estonya.) “Baltık devletleri” olarak da anılan son üçü SSCB dağılmadan önce bağımsızlıklarını ilan etmişerdi. Öteki 12 ülke Bağımsız Devletler Topluluğu’nu (BDT) oluşturdular.272 Yeni lider Yeltsin Ocak 1992’den itibaren ekonominin liberalleştirilmesi ve özelleştirme politikalarını uygulamaya başladı. Bir yıl içinde fiyatlar 26 kat arttı. Halkın bankalardaki birikimi bir anda eridi. 1996’ya doğru bazı mallardaki fiyat artışı binlerce katı buldu. Devlete ait 100 bini aşkın işletme özelleştirildi. Toplumdaki tepkiler iktidara Yeltsin ile parlamento arasında çıkan çelişkiler olarak yansıdı. Rusya lideri 1993 sonbaharında parlamentoyu lağvetme kararı aldı. Milletvekillerinin Devlet Başkanı Yardımcısı Aleksandr Rutskoy ve Parlamento Başkanı Ruslan Hasbulatov’un önderliğinde direnmesi sonucu 4 Ekimde dönemin parlamento binası olan Beyaz Ev Yeltsin’in emriyle bombalandı. Ölüler, yaralılar ve tutuklular arasında Yeltsin zaferini ilan ediyor ve iç savaş kıvılcımları söndürülmeye çalışılıyordu. 12 Aralık 1993’te yapılan referandum sonucunda Yeltsin’e çok geniş yetkiler veren yeni Anayasa ile birlikte Rusya’da başkanlık rejimine geçiliyordu.273 1992’de Çeçen-İnguş Cumhuriyeti’nin ikiye ayrılmasına karar verilmişti. Çeçenistan’daki sonraki gelişmeler Cumhuriyet’in Rusya Federasyonu’ndan ayrılma isteğini de beraberinde getirdi. 1994 Aralığında Rusya birliklerinin Çeçenistan’a sokulmasıyla başlayan savaşta ilk perde 1996’da başkanlık seçimlerinin hemen sonrasında bölgeye barış getirileceği vaadiyle imzalanan Hasavyurt Anlaşması ile kapanmıştı. Anlaşma Çeçenistan’a neredeyse bağımsızlık sınırında denilebilecek kadar geniş özerklik tanıyordu. Bu arada ülkede ekonomik durum ciddi olarak kötüleşiyordu. Çernomirdin’in yerine başbakanlığa getirilmiş olan Sergey Kiriyenko 1998 Ağustosunda iflas bayrağını çekti. Hükümet ödemelerini yapamayacağını ve bankalardaki mevduatların dondurulduğunu duyurdu. Rusya iktidarı dünya- da ve ülke içinde ciddi prestij kaybına uğradı. Eski haberalma ve dışişleri yöneticisi, Arap ülkeleri uzmanı Yevgeniy Primakov’un hükümetin başına getirilmesiyle kriz birkaç ayda atlatıldı. Krizin olumlu sonucu olarak yerli üretim güçlendi. Primakov dış politikada “çok kutuplu dünya” tezine uygun adımlar attı. Deneyimli başbakanın giderek güçlenmesi Yeltsin’i rahatsız etti. Hükümetin başına önce Sergey Stepaşin, birkaç ay sonra da Vladimir Putin getirildi. 1999 Ağustosunda Putin’in Başbakanlığa atanmasından kısa süre sonra Kuzey Kafkasya’da gerginlikler arttı. Bir grup silahlı Çeçenin Dağıstan’da işgal eylemine giriştiği, ayrıca Moskova ve başka Rusya kentlerinde apartmanların havaya uçurulduğu koşullarda yeni Başbakanın en ciddi icraatı “terörizme karşı savaş” oldu. Putin’in bu konudaki kararlı ve sert tutumu halk tarafından desteklendi. 31 Aralık, 1999’da Yeltsin istifa etti. Böylece Sovyetler Birliği’nin yıkılışı ile başlayan ve bir dizi gerginliğin yaşandığı geçiş dönemi tamamlanıyor, yeni Rusya tarihinde önemli bir dönem kapanıyordu
1941-1945’te Sovyetler Birliği, kendisine saldıran Hitler Almanyası’yla savaşmak zorunda kaldı. 22 Haziran, 1941’de SSCB’ye saldıran Almanya, düşmanının savaşa hazır olmamasından da yararlanarak birkaç ayda Moskova ve Leningrad sınırlarına kadar dayandı. Yıl sonunda Moskova’nın çevresindeki kuşatma kırıldı. Leningrad ise Alman istilacılara karşı 900 gün kahramanca direndi. 1942’nin son aylarında Stalingrad (şimdiki Volgograd) direnişinin Kızıl Ordu güçleri tarafından kazanılması savaşın seyrini değiştirdi. 1 Mayıs, 1945’te Berlin, SSCB birliklerinin eline geçti. 9 Mayısta Prag yakınlarındaki son Alman güçlerinin de yenilgiye uğratılması Sovyetler Birliği için savaşın sonu anlamına geldi (9 Mayıs Rusya’da Zafer Bayramı olarak kutlanır). Savaşta tahminen 20-27 milyon Sovyet insanının öldüğü, ülkenin ulusal zenginliğinin yaklaşık üçte birinin kaybedildiği söylenir.
1725’te çar Pyotr öldü. (Bizde “Baltacı Mehmet Paşa macerası” olarak anlatılagelen söylentinin kahramanlarından Yekaterina, Büyük Pyotr’un önce metresi, sonra da karısı olan eski bir Alman hizmetçiydi.) Büyük Pyotr dönemindeki gerilimden yorgun düşen Rusya’nın, ondan sonra gelenler zamanında dinlendiği söylenebilir. XVIII. yy’ın ortalarında, 37 yıl içinde defalarca saray darbeleri oldu, monarşi 6 kez el değiştirdi. Zaman oldu, Almanlar Rus İmparatorluğu yönetiminde güçlendi; zaman oldu, balolar ve eğlenceler devletin temel geleneği sayıldı.
Rusların kökleri Slav ailesine dayanır. Bu aile, Doğu Slavları (Ruslar, Ukraynalılar, Belaruslar), Batı Slavları (Polonyalılar, Çekler, Slovaklar vs.) ve Güney Slavları (Bulgarlar, Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Makedonyalılar vs.) olarak kendi arasında üçe ayrılır. Bunlar dilleri bakımından Hint-Avrupa halklarıdır.264 Pek çok tarihçiye göre Slavların kökeni, M.Ö. II. binyılın ortalarına, Orta ve Doğu Avrupa’ya dayanır. Bunlar daha sonra Güney’e (Balkanlar’a), Doğu’ya (Dnepr Nehri civarına) ve Kuzey’e doğru yayılmıştır. “Slav” (Slovene) adına ilk kez M.S. VI. yy’da Nazianslı Pseudo-Césarios’un kitabında rastlanıyor. Ancak anlamı bilinmiyor. Pek çoklarına göre bu, Slavların tarih sahnesinde ilk görüldükleri dönem olarak kabul edilir. İlk Slav vatanının, Vistül Nehri ile Pripet Havzası ve Orta Dnepr arasında olduğu sanılıyor. Hunlar ve Gotlar döneminde var olan Slav kavimleri VI. yy’da Avarların istilasına hedef oldular. Ardından Hazarların egemenliği gündeme geldi. Doğu Slavları Dnepr, Volga, Don nehirleri civarındaki ormanlık alanda yaşıyorlardı. Zamanla Fin kavimlerinin topraklarına doğru ilerlemeye başladılar. Doğu Slavları ile İsveçlilerin ataları sayılan Normanlar arasında uzun çatışma dönemleri yaşandı.265 “Rus” adının kökeni genellikle Norman Okulu ile bağlı sayılır. “Rus” veya “Rusi” kelimesinin, muhtemelen Fincedeki “Ruotsi”den geldiği kabul edilir.
Rus devletlerinin temelinde sayılan ilk devlet organizasyonu, M.S. 862’de İlmen ve Ladoga gölleri civarındaki Novgorod’da (Yenişehir) İskandinav kökenli Vikinglerin lideri Rurik tarafından gerçekleştirilmiştir. Prens Rurik’in varisi olan Oleg ise 882’de Kiev’in kontrolünü ele geçirerek Kiev Rusyası’nın temellerini atmıştır. Rusya’nın gelmiş geçmiş en etkili ve ünlü çarlarının başında herhalde Birinci Pyotr (bizim bazı tarihçilerimizin deyişiyle “Deli Petro”) gelir. XVIII. yy’ın ilk çeyreğindeki dönüşümler büyük ölçüde Rusya’nın sonraki tarihi gelişimi ni belirledi. Askeri reform, Rusya’nın denizlere açılan yollar bulması, endüstrinin ve devlet yönetiminin gelişmesi, din ve devlet kurumlarının ayrılarak laikliğe yönelinmesi, kültürün Avrupaileşmesi Bunlar I. Pyotr reformlarının ana doğrultularındandı. 2.04 cm. boyundaki reformcu çar, okumaya ve yeni şeyler öğrenmeye tutkundu. Örneğin, Rus filosunu kurmak için Avrupa’ya sahte isimlerle gidip Hollanda doklarında çalışarak gemi yapım tekniklerini bizzat araştırmıştı. O sırada küçük imalathaneleri, okulları, tiyatroları ve müzeleri de incelemişti. Çok aktif bir devlet adamıydı. Bir taraftan devlet idaresini değiştiriyor ve savaşta ordusunu yönetiyor, bir taraftan da fabrika ve bilimsel merkezler açıyor, aynı zamanda yurttaşlarına sakal yasağı getiriyordu.266 1703’te “Avrupa’ya açılan pencere” sayılan bir kent kurdu: Saint-Petersburg (sonradan Petrograd ve Leningrad adlarını da aldı.). 1713’te burası Rusya’nın başkenti oldu. Pek çok tarihçi, Rusya İmparatorluğu’nun başlangıcı olarak Pyotr’un ilk kez “İmparator” olarak nitelendiği 1721’i gösteriyor. 1725’te çar öldü. (Bizde “Baltacı Mehmet Paşa macerası” olarak anlatılagelen söylentinin kahramanlarından Yekaterina, Büyük Pyotr’un önce metresi, sonra da karısı olan eski bir Alman hizmetçiydi.)267 Büyük Pyotr dönemindeki gerilimden yorgun düşen Rusya’nın, ondan sonra gelenler zamanında dinlendiği söylenebilir. XVIII. yy’ın ortalarında, 37 yıl içinde defalarca saray darbeleri oldu, monarşi 6 kez el değiştirdi. Zaman oldu, Almanlar Rus İmparatorluğu yönetiminde güçlendi; zaman oldu, balolar ve eğlenceler devletin temel geleneği sayıldı. Birinci Dünya Savaşı, Rusya’da büyük kayıplara, ekonomik sıkıntılara ve genel hoşnutsuzluğa yol açmıştı. Çar hükümetinin, siyasi ve ekonomik krizin üstesinden gelmesi mümkün değildi. Bu durum 1917’de önce Şubat Devrimi’ne, sonra da Ekim Devrimi’ne yol açtı.268 27 şubatta ayaklanan Petersburg işçilerine askerler de destek verdi. 2 Martta II. Nikolay tahtı kardeşi Mihail’e bıraktı. Ancak ertesi gün Mihail de iktidardan vazgeçti. Böylece Romanov Hanedanlığı’nın 1613’te başlayan egemenliği ile birlikte monarşik düzen de tarihe karışıyordu. Kerenski’nin başkanlığında geçici hükümet kuruldu. Ancak muhalefeti sürdüren Lenin 1917 Ekiminde silahlı ayaklanma ile iktidarı ele geçirme kararı aldı. Eski Rus takvimiyle 24 Aralığı 25’ine (bugünkü takvimle 7 Kasıma) bağlayan gece, geçici hükümetin merkezi olan Petersburg’daki Kışlık Saray düştü. Böylece Bolşevikler iktidara gelmiş oldu. Sonra başlayan iç savaş 1920’de Bolşeviklerin kesin zaferiyle sonuçlandı. Rusya ve dünya tarihinde yeni bir sayfa açıldı. Lenin önderliğinde gerçekleştirilen sosyalist devrim sonucu XX. yy’ın büyük bölümünün iki “süper” devletinden biri olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) doğdu. 1924’te Lenin’in ölmesiyle iktidara Stalin geldi.
“Rus” adının kökeni genellikle Norman Okulu ile bağlı sayılır. “Rus” veya “Rusi” kelimesinin, muhtemelen Fincedeki “Ruotsi”den geldiği kabul edilir. Bu, Naeller Gölü (Stockholm civarında) yakınlarındaki İsveçlilere takılan addı. Bunun “kayıkçılar, kürekçiler” anlamına geldiği söylenegelir. Kelime Slavcaya önce “Rusi” sonra da “Rus” olarak geçmiştir. (Bir başka efsaneye göre, VI-IX. yy’larda Doğu Avrupa’da geniş bir alana yayılmış olan Slavlar zamanla bazı kavimler oluşturdu. Bunlardan birinin adının “Rus”, kıyısında yaşadıkları nehrin adının ise “Ros” olduğu ve Rusya adının buradan kaynaklanmış olabileceği de söylenir.) Avrupa’nın Doğu’ya açılan topraklarındaki nehirler arasında dağınık yerleşim birimleri oluşturan Slavlar, VIII. yy’da Varyag halkıyla (Vikinglerle) yoğun temaslar içine girdiler.
Biz Türkler ve Ruslar birbirimize çok benziyoruz. Bu benzerliğin kökleri büyük ölçüde tarihimizde yatıyor.
Türk Rus İlişkileri

Türkiye tarihini Rusya’sız, Rusya tarihini de Türkiye’siz anlamak zordur. Bu iki ülke yüzyıllar boyunca neredeyse aynı yollardan geçmiş, benzer zaferler kazanmış ve benzer trajediler yaşamıştır.260 Bizans surları yakınlarında ilk Rusların ve Türklerin ortaya çıkması birbirine çok yakın tarihlerdedir. IX. yy’da Anadolu’da Bizans’a karşı Türk kökenli birliklerin savaşlarından kısa süre sonra, 907 yılında Kiev Prensi Oleg ordularına ilk hedef olarak Çarkent (Tsargrad) dediği İstanbul’u göstermiştir. Kiev Rusyası’nın ve Selçukluların gelişimi ve zayıflama süreci sanki birbirini bir aynadan yansıtıyor gibidir. Bölünen Rus prensliklerinin ve Türk beyliklerinin geçtiği yollar da benzerdir. Bu zaafın üstüne Moğol saldırısı tuz biber ekmiştir: Rusya’da 1240’da, Selçuklular’da 1243’te. Ardından Moskova Rusyası’nın ve Osmanlı Beyliği’nin güçlü birer imparatorluğa dönüşmesinde de şaşırtıcı benzerlikler yok mudur? Tıpkı bu iki Avrasya imparatorluğunun sonraki gelişim süreci içinde dünya topraklarının önemli bölümünü fethetmesi ve Birinci Dünya savaşından sonra batışı gibi Bakmayın onca Türk-Rus savaşına. Biz Türkler ve Ruslar birbirimize çok benziyoruz. Bu benzerliğin kökleri büyük ölçüde tarihimizde yatıyor.261 O zaman başka konulara geçmeden o tarihin bir bölümüne, Rusya’nın geçmişine kısaca da olsa göz atmakta yarar var.262 Bugünkü Rusya topraklarında Taş Devri’nden bu yana bir dizi uygarlık yaşamıştır. Tarihi kaynaklar, M.Ö. VII. yy ile M.S. IX. yy arasında Kimmerler, İskitler, Sarmatlar, Antlar ve başka halkların buralarda yerleşik olduklarını ortaya koyuyor.263 Rusların kökleri Slav ailesine dayanır. Bu aile, Doğu Slavları (Ruslar, Ukraynalılar, Belaruslar), Batı Slavları (Polonyalılar, Çekler, Slovaklar vs.) ve Güney Slavları (Bulgarlar, Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Makedonyalılar vs.) olarak kendi arasında üçe ayrılır. Bunlar dilleri bakımından Hint-Avrupa halklarıdır.264 Pek çok tarihçiye göre Slavların kökeni, M.Ö. II. binyılın ortalarına, Orta ve Doğu Avrupa’ya dayanır. Bunlar daha sonra Güney’e (Balkanlar’a), Doğu’ya (Dnepr Nehri civarına) ve Kuzey’e doğru yayılmıştır. “Slav” (Slovene) adına ilk kez M.S. VI. yy’da Nazianslı Pseudo-Césarios’un kitabında rastlanıyor. Ancak anlamı bilinmiyor. Pek çoklarına göre bu, Slavların tarih sahnesinde ilk görüldükleri dönem olarak kabul edilir. İlk Slav vatanının, Vistül Nehri ile Pripet Havzası ve Orta Dnepr arasında olduğu sanılıyor. Hunlar ve Gotlar döneminde var olan Slav kavimleri VI. yy’da Avarların istilasına hedef oldular. Ardından Hazarların egemenliği gündeme geldi. Doğu Slavları Dnepr, Volga, Don nehirleri civarındaki ormanlık alanda yaşıyorlardı. Zamanla Fin kavimlerinin topraklarına doğru ilerlemeye başladılar. Doğu Slavları ile İsveçlilerin ataları sayılan Normanlar arasında uzun çatışma dönemleri yaşandı.265 “Rus” adının kökeni genellikle Norman Okulu ile bağlı sayılır. “Rus” veya “Rusi” kelimesinin, muhtemelen Fincedeki “Ruotsi”den geldiği kabul edilir. Bu, Naeller Gölü (Stockholm civarında) yakınlarındaki İsveçlilere takılan addı. Bunun “kayıkçılar, kürekçiler” anlamına geldiği söylenegelir. Kelime Slavcaya önce “Rusi” sonra da “Rus” olarak geçmiştir. (Bir başka efsaneye göre, VI-IX. yy’larda Doğu Avrupa’da geniş bir alana yayılmış olan Slavlar zamanla bazı kavimler oluşturdu. Bunlardan birinin adının “Rus”, kıyısında yaşadıkları nehrin adının ise “Ros” olduğu ve Rusya adının buradan kaynaklanmış olabileceği de söylenir.) Avrupa’nın Doğu’ya açılan topraklarındaki nehirler arasında dağınık yerleşim birimleri oluşturan Slavlar, VIII. yy’da Varyag halkıyla (Vikinglerle) yoğun temaslar içine girdiler

Putin İkinci Dönem İçin Seçildi Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin, yeni dönemde reformlara ağırlık vereceğini söyledi. İkinci bir dönem için seçilmek üzere girdiği Pazar günkü seçimi, oyların yüzde 71’ini alarak kazanan Putin, önümüzdeki dört yıl içinde demokrasiyi koruma ve ekonomiyi güçlendirme vaadinde de bulundu. Rusya seçimlerine bağımsız gözlemci gönderen Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı AGİT ise, önemli usulsüzlük olmadığını ancak seçimlerin tam anlamıyla demokratik bir ortamda yapılmadığını bildirdi. Devlet Başkanı Putin, devlet televizyonundan yayınlanan konuşmasında ikinci başkanlık dönemi içinde hükümetin, geçen dört yıl içinde elde edilen demokratik kazanımları daha sağlam hale getirmek için çalışacağını söyledi. Seçmen sandıklarının kapanıp resmi olmayan ilk sonuçların açıklanmasından birkaç saat sonra konuşan Putin, hükümetinin ekonomik büyümeyi sürdürülebilir hale getirmeye, sivil toplumu güçlendirmeye ve medya alanında özgürlükleri genişletmeye çalışacağını bildirdi.256 Putin, ülkede istikrarın büyük ölçüde sağlanmış olduğunu ve artık Rus halkının yaşam standardını yükseltmenin kendisi için başlıca hedef haline geldiğini söyledi. Rusya Devlet Başkanı, nüfusun en az dörtte birinin yoksulluk sınırı altında yaşadığını ve bu kesimi bu durumdan kurtarmak için gerekenin tam olarak yapılmadığını belirtti. Putin, Rusya’nın çok partili bir siyasi sisteme sahip olabilmesi için elinden geleni yapacağını da söyledi. Bazı gözlemciler Rusya’da şu anda çok partili sistemin sadece sözde varolduğunu, Putin’in, medyayı istediği gibi kullanarak yeniden seçilmeyi garantı altına alabildiğini söylüyor. Uluslararası ilişkiler alanında ise Rusya lideri, saldırgan ve çatışmacı önlemlere başvurmadan, ülkesinin ulusal çıkarlarını savunma vaadinde bulundu.257 Rusya Merkez Seçim Komisyonu, Putin’in seçimi büyük bir farkla kazandığını, oy sayımı yüzde 99 oranında tamamlandıktan sonra, bu sabah erken saatte açıkladı. Açıklamada, Putin’in oyların yüzde 71’den fazlasını kazandığı belirtildi. Putin’in rakiplerinden sadece biri, Komünist Parti adayı Nikolai Haritonov yüzde 14 oranında oy alarak, yüzde 10’luk ulusal barajı aştı. Seçim Komisyonunun açıklamasında dünkü seçimde küçük çapta bazı usulsüzlükler olduğu ancak bunlar hakkında gereken önlemin derhal alındığı belirtildi.258 Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı AGİT adına Rusya seçimlerini gözlemci olarak izleyen Julian Peel Yates ise seçimin, sağlıklı bir demokratik seçim için gerekli standartlara uymadığını söyledi. Yates, Avrupa Konseyi ve AGİTin önem verdiği, serbest siyasi tartışma ve çoğulculuk özelliklerinin Rusya’da mevcut olmadığını belirtti. Yetkili, devlet kontrolundaki Rus medyasının adaylar arasında ayrımcılık yaptığını söyledi. Ancak AGİT Temsilcisi, oy verme işlemi sırasında yetkilerin kötüye kullanılması ve sindirme gibi bazı aksaklıklar görmüş olmalarına rağmen, Rusya başkanlık seçiminin genellikle iyi yürütüldüğünü bildirdi.
KABARTAY BALKAR Kabartay Balkar Cumhuriyetinde yerli halk fazla olduğu için Adigeydeki uygulama yapılamıyor. Burada da devlet tarafından bölgenin terörize edildiğini görmekteyiz. Örneğin Nalçik Olaylarında gençler radikal faaliyet gösteriyor diye, bölgeye askerin sokulması ve sıkıyönetim altında bir korku rejiminin hakim kılınması yerli halkın korkutulması, baskı altına alınması ve halkın yıldırılması olarak böyle bir tezgahın yapıldığını düşünüyorum. 254 GÜRCİSTAN VE UKRAYNA Gürcistan ve Ukrayna’ya biraz değinmiştim. Kısaca bu iki ülkeye de bakmak lazım. Gürcistan ve Ukrayna’da farklı iki model var. Gürcistan’da Sarkaşvili’nin Devlet Başkanlığında bir batı modeli var. Ukrayna’da ise 2006 Mart ayında parlamento seçimleri ile birlikte bir parlamenter demokrasiye (Sovyetler Birliğinde ilk defa Devlet Başkanlığı sisteminden parlamenter Demokrasiye geçtiğini görüyoruz) geçti. Ayrıca Avrupa Birliği’nin de 2003 yılında daha geniş bir Avrupa perspektifini uygulamaya soktuğunu görüyoruz. Daha geniş Avrupa’yı şöyle özetliyorlar: İrlanda’nın Başkenti Dublin’den – Bakü’ye kadar bir perspektifin çizildiğini görüyoruz. Bu daha geniş Avrupa programına Güney Kafkasya’nın alındığını görüyoruz. Haziran 2004 tarihinde Güney Kafkasya’nın daha geniş Avrupa sınırlarına alındığını görüyoruz. Avrupa Birliği 2004 tarihinde Güney Kafkasya’ya Büyük Elçi atamıştır. Oldukça yaşlı Büyük Elçi emekli olduktan sonra yerine genç ve dinamik bir Büyük Elçi atadı. Bu büyük elçi iki veya üç ayda bir Türkiye’ye gelip gitmeye başladı. Görüntüde AB’nin Kafkasya ülkelerine verdiği önemi ortaya koymaktadır
ABHAZYA tarihinde görülmemiş şekilde ben-bağımsızlığa çok yakın bir mesafede olduğunu düşünüyorum. Eğer bu konjonktür iyi değerlendirilirse belki bağımsızlığa gidebilir. Neden gidebilir? Gürcistan’a baktığımızda hepimizin bildiği gibi Gürcistan’da Sarkaşvili devri başladığını görüyoruz. Sarkaşvili hükümetinin devam edebilmesi için Gürcistan’ın tamamen Avrupa Atlantik dünyasına endekslenmesi gerekiyor. Bunun içinde bu bölgenin NATO’ya ardında da Avrupa Birliğine üyeliği söz konusu olmalıdır. Gürcistan’ın NATO ve AB’ye üye olabilmesi için sınırlarının belirlenmesi gerekiyor. Kesin sınırlarının bilinmesi lazım geliyor.
PUTİN DÖNEMİ 1999 yılında Putin’in Başbakan olması ile birlikte bu dönemin sert ve Sovyetler Birliğini toparlayıcı bir dönem olacağı öngörülmüştü. Putin dönemi eski Sovyet alanında Avrupa Atlantik dünyasının geçişine fazla ses çıkarmadığını fakat Rusya Federasyonu içerisindeki oligark yapının sağlamlaştırılması üzerine enerjisini akıttığını ve özellikle son on yılda giderek artan petrol gelirlerinin bu şekilde, değerlendirildiğini de görüyoruz.248 PUTİN DÖNEMİ ESKİ KAFKASYA’YA NASIL YANSIDI Çeçenistan’a baktığımız zaman bu ülkenin ve bu ülkede yaşayan Çeçen halkının terörle eş değer haline getirildiğini görüyoruz. Bu gerçekten son derece başarılı bir politikadır. Hrant Dink olayında Türk medyasında internetten bomba yapımını Çeçenler öğretmiş falan filan diye çıktı. Her ülkede iyi adam kötü adam vardır. Çeşitli örgütler, siyasi partiler vardır. Ama bir Türk her şeyi yapar, ya da bir Alman her şeyi yapar diye bir şey yok. Çeçen adını bir kötü olarak hem Türkiye’ye, hem batı toplumlarına çok başarılı bir şekilde kabul ettirdiklerini görüyoruz. Birinci Çeçenistan Savaşında; Türk toplumunun Çeçenistan’a olan sempatisinin kırıldığını görüyoruz. Çeçenistan’a baktığımız zaman Çeçenistan bizim Kayseri kadar büyük bir yer. Yaklaşık 15 bin kilometrekare ve yaklaşık bir milyon insanın yaşadığı bir toprak parçası idi. Zannedildiği gibi Çeçenistan’ın toprağı dağlık değil, Konya Ovası gibi düz bir araziye sahip. Yalnız bu toprağın dörtte biri dağlık. Çeçenistan Savaşını hepimiz bildiğimiz için onun üzerinde durmayacağım. Çeçenistana 100 bin güvenlik gücünün (Asker-polis) yığıldığını görüyoruz. Metrekareye 6 güvenlik gücü yerleştirilmiş durumda. Savaş neden bitmiyor diye düşündüğümüzde aslında bence savaş bitti. Ancak Rusya ve Putin yönetimi Oligart yapının sürdürülmesini istiyor. Demokrasiyi ve demokratik yapıyı kırarak mevcut olan petrol ve doğalgaz gelirlerini adaletsizce paylaştırmayı istiyor. Çeçen Bölgesinde oldukça zengin petrol ve doğalgaz rezervleri bulunuyor. Rusya kendi yapısına uygun Çeçenleri kucaklıyor, onlara ihtiyaç duyuyor. Rusya Federasyonu 2001 yılında, bizi ilgilendiren bir takım yasaları Putin döneminde çıkarttı. Bunlardan bir tanesi Rusya Federasyonu Parlamentosunun alt kanadı olan Dumada bekletilmektedir. Bu bekletilen yasayla Rusya Federasyonu dışında kalmış, fakat Sovyetler Birliği alanında olan devletlerin kendi istekleri ile Rusya Federasyonu’na bağlanabilmesi için hazırlanan bir yasadır, Moldova, Karadağ ve Güney Osetya’nın bağımsızlıklarını kazanma sürecinin ardından, Rusya Federasyonuna bağlanmaları için bu yasa bekletilmektedir. Bu bağlamda Balkanlara baktığımızda basında izliyoruz Kosova’da bir hareketlenme var. Son bir buçuk yıldır bir Kosova modeli tartışılmaya başlandı. Eğer Karadağ’dan sonra Kosova bağımsız olursa, Rusya Federasyonu bu dediğimiz süjelerin yani defakto fiilen bağımsız olan eski Sovyetler sahasında olan birimlerin Birleşmiş Milletlere taşınacak ve bir pazarlık usulü belki bunların hepsi ya da bir kısmının bağımsızlığa taşınması söz konusu olacak. Bunların üzerinde Rusya Federasyonu’nun üzerinde ilk durduğu Abhazya
Çünkü Putin döneminde 2001 yılında çıkarılan yasayla Rusya Federasyonu yedi bölgeye ayrılmış, Kuzey Kafkasya’nın bulunduğu yerin adı da Güney Rusya, (Ruslar Yujni diyor) olarak literatüre geçmiş. Artık Kuzey Kafkasya yok. NEDEN GÜNEY RUSYA Neden Güney Rusya var ve Güney Rusya nedir? Eskiden Kuzey Kafkasya (Sovyet zamanında) Rostovna doğru Krasnador’un üstündeki Eyalet içinde şimdiki Kuzey Kafkasya Federe Cumhuriyetleri artı Stavrapol Kray’dan oluşurken; şimdi Güney Rusya’nın içerisinde yukarıda Astrahan ve Volga Gırat’ı da aldılar. Böylece Güney Rusya’nın yani Kuzey Kafkasya’nın coğrafyasını Rusya’nın içerisine doğru genişlettiler. Böylece amaç etnisiteyi bir cumhuriyeti andırabilecek bir terimin kaldırıldığını görüyoruz. İkinci olarak bu bölgenin etnik yapısını Rus-Slav ağırlıklı olarak değiştirildiğini görmekteyiz. Böylelikle Güney Rusya tabirinin benimsetildiğini görüyoruz. Bizim medyada da bu deyimin kullanıldığını biliyoruz.246 Örneğin; Beslan olayları olunca, Milliyet Gazetesinde, CNN Türk’te bu deyim kullanıldı ve tutmaya başladı. Bunun yanında Kuzey Kafkasya terimi Türkiye’de de kalktı. Dernek yapılarımızda da Kuzey kelimesinin kalktığını görüyoruz. Kuzey Kafkasya teriminin yerine Kafkas kelimesinin kullanıldığını görüyoruz. Böylelikle Kuzey Kafkasya teriminin öldüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Kitaplarda da bir etnisite değil bir Kafkaslılık terimi kullanılmaya başlandı. Kafkaslılık deyince içine Ermeni de giriyor Azeri de giriyor ve Gürcü de giriyor. Hepside giriyor; ben kafkaslıyım deyince TV’lerde izliyoruz; Kolombiya’da armonika çalıyor diye Çingeneleri belgesellerde izliyoruz.
Atatürkçü geçinen bir “profesör”ümüzün Atatürk ve Avrasyacılığı birmiş gibi gösteren kitabı, insana “pes” dedirtecek bir gelişme oldu. Atatürk bugüne kadar çok Batıcı gösterilmek istendi, ama ilk kez Rusçu gösterilmeye çalışıldığını görüyoruz. Atatürk, Kurtuluş Savaşı döneminde Ruslar’dan destek almışsa da, ölümüne kadar Ruslar’la ilişkisinde mesafeyi her zaman korumuştur. Lenin döneminde240 dostça yürüyen ilişkiler, Lenin’in ölümünden sonra Stalin’in Türk düşmanı ve Rus şovenisti politikalarının hakim olmasıyla birlikte bozuldu. Atatürk ölümüne kadar Rus tehlikesine karşı uyanık davrandı. Atatürk’ün dış poitika anlayışı bellidir. Atatürk hiçbir emperyalist kutupla pazarlığa yanaşmaz, tersine onlara karşı ittifak arayışlarına girer. Alman emperyalizminin Balkanlar’da hakim olma çabasına karşı Balkan Paktı’nı, İngiliz emperyalizminin Orta Doğu’da etkin olma çabalarına karşı da Sadabad Paktı’nı kurmuştur. Ruslar’la bir saldırmazlık anlaşması imzalamış, ancak hiçbir zaman Balkan Paktı’nda olduğu gibi bir cephe kurmaya girişmemiştir. Atatürk’ü Rusçu göstermeye çalışmak, Atatürk’ün tam bağımsızlıkçı dış politikasına karşı yapılan en hain saldırılardan biridir. Atatürkçülerin Atatürk’ten öğrenmesi gereken hiçbir emperyaliste dayanmadan, sadece kendi milletine güvenerek bağımsız bir ülke inşa etme hedefi olmalıdır. Türkiye’yi bir emperyalistin peşinden maceralara sürüklemek değil. Günümüz Kafkasyasında Değişimler Avrasya Bir Vakfı Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi ASAM Daha önce TİKA’ada Kafkasya Masası Direktörü olarak görev yapan Stratejist Hasan Kanpolat, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezinde çalışıyor. Geçtiğimiz ay Birleşik Kafkasya Konseyi ve Federasyonunda Günümüz Kafkasya’sında Değişimler ve uygulanan Politikalar konulu bir konferans verdi. Hasan Kanpolat konferansında;1991 tarihinde Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Rusya’nın ve Türkiye’nin izlediği dış politikaların yanı sıra, 1999’da Putin’in Başbakan olması ile birlikte; Kuzey Kafkasya ve uluslararası ilişkilerde izlediği politikaları anlattı. Türkiye’den Kafkasya’ya baktığımız zaman Kafkasya’ya ilgi duyanlar için bizler için dünyada en önemli yerlerden biri. Bu konuya ilgi duyanlar ve araştırmacılar için Kafkasya dünyada en önemli yerlerden biri olarak kabul edilir. Kafkaslardan veya Balkanlardan gelenler için geldikleri bölgeleri dünyanın merkezine koyarlar. Böylece hangi bölgeden gelirlerse gelsinler genelde geldikleri yerin önemi açısından bir körlük oluşuyor. Yani geldikleri yerin çok önemli olduğu konusunda bir görmemezlik bir körlük oluşuyor.243 1915 Ermeni olayı defalarca beynimize kazındı. Coğrafyayı bizlere öğrettiler. 1864 dediğimiz zaman, bazısı iki milyon, bazısı yedi milyon, bazısı da on milyon diyor ama biz toplumumuza 1864 zorunlu göçü – sürgünü öğretebildik mi? Yok hayır kendi çocuklarımız bile bilmiyor. O zaman Kafkasya dediğimiz zaman nostaljide kalıyoruz; bir geçerliliği kalmıyor. KAFKASYA’NIN COĞRAFYASI Şimdi Kafkasya’nın coğrafyasına baktığımız zaman genelde şöyle bir tartışmaya rastlıyorum (bizim toplumumuz için de geçerli);Kafkasya Avrasya’nın bir parçası olarak görülüyor. Avrasya nedir? Neden Avrasya’nın bir parçası? Coğrafi olarak baktığımız zaman Kuzey Kafkasya tamamen Avrupa’dadır. Çünkü Avrupa’nın sınırları Ural Dağlarına kadardır. Kafkas sıra dağlarının kuzeyi Avrupa’dadır. Yani Çeçenistan, Dağıstan, Kabartay-Balkar ve Adige Cumhuriyetleri Avrupa’dadır. Siyasi olarak baktığımız zaman Güney Kafkasya da Avrupa’nın bir parçasıdır. Çünkü 1999 yılında Gürcistan, arkasından da 2001 yılında Ermenistan ve Azerbaycan’ın Avrupa konseyi üyesi olduğunu ve ulusal hedef olarak Avrupa Birliğine girmek istediklerini açıkladıklarını görüyoruz. Peki, coğrafi ve siyasi yönden Avrupa olan bir yeri neden Avrasya olarak görmek istiyoruz?244 Kafkasya Avrasya değildir. Zaten Kafkasya’nın Avrasya olmasının bizim toplumumuza bir yararı da yok. Avrasya terimi ne zaman çıkmıştır? Avrupa olmanın ne avantajı var, ona da bakmak lazım. Çünkü biz bunun Avrupa olduğunu vurgularsak; bir Çeçenistan’daki yangının Avrupa evinin bir odasında olduğunu Avrupa’ya vurgulamak ve bunun sorumluluğunu Avrupa’ya uygar dünyaya yıkmak durumunda kalırız. Onun için böyle bir politikanın benimsenmesi gerektiğine inanıyorum. Peki, bu Avrasya terimi nerden çıkmıştır? Avrasya terimi genelde 1991 sonrası Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra çıktığını görüyoruz. Daha önce Avrasya terimi fazla kullanılan bir terim değildi. Çünkü Sovyetler Birliğinin dağılması sonrası özellikle Putin sonrası (1999 sonrası) Avrasya’nın Sovyetler Birliği sahasında eski komünist ideoloji yerine bir Avrasya ideolojisinin oluşturulduğunu ve Sovyet sahasını tutmanın ideolojisi olarak Avrasyacılığın benimsendiğini görüyoruz. Türkiye’de hayli popüler olan ama Rusya’da pek popülaritesi olmayan Aleksandır Dugin, Avrasyacılığı yayan aydınlardan biri olup; şu anda Putin’in Danışmanlığına getirilmiştir. Ayrıca Rus Avrasyacılığına göre iki çember vardır. Birinci çember eski Sovyet alanı, ikinci çember de Sovyetler Birliğine komşu olan ülkelerde bunu yaymak yani Türkiye’de, İran’da, Hindistan’da, Pakistan’da Avrasyacılığı yaymak suretiyle bir ilişki ağı, bir link oluşturmak istemektedirler. Bunun Ruslar için bir faydası olabilir, ama benim kanaatimce bizim topluma bir faydası olduğunu düşünmüyorum. Bakanlara bakıyoruz Sovyetler Birliği’nin Varşova Paktının dağılmasından önce Balkanlar olarak bütün siyasi ve diplomatik literatürde geçerken; bugün Güneydoğu Avrupa olarak geçiyor. Yani Balkanlar bile bugün kendisini Avrupa’nın bir parçası olduğunu vurgulamaya çalışıyor. O zaman Kafkasya’ya da belki Uzakdoğu Avrupa kelimesini kullanmanın, vurgulamanın faydalı olduğunu düşünüyorum. Konuşmamın başında dediğim gibi hem aydınlarda hem muhacirlerde bir körlüğün yanında, bir strateji öğünmesi de oluyor. Kafkasya’nın çok büyük stratejik önemi var diyoruz. Aslında bu da bir hikâye çünkü dünyada stratejik önemi olmayan bir ülke görmedim. Yemen’e de baksanız stratejik önemi var. Etyopya’ya da baksanız stratejik önemi var. Güney Afrika’ya da baksanız stratejik önemi var.
Avrasyacılık Ortodoksluk İdeolojisidir

Dugin’in liderliğini yaptığı 34 ülkeden temsilcinin katıldığı Uluslararası Avrasya Hareketi’nin kuruluş toplantısında kabul edilen metin bakın nasıl başlıyor: “Uluslararası Avrasya Hareketi’nin Kuruluş Kongremizi Melek Mikail günü arefesinde yapıyoruz. Bu sembolik bir şeydir. Ortodoks efsaneye göre Ulu Melek Mikail ve bütün manevi kuvvetlerin camiasının günü denilen bayramın tarihi “9-uncu ayın 8-inci günü” olarak belirtilmiştir Eski çağlarda yeni yıl Mart ayında başlıyordu. Dokuzuncu ay melek rütbelerinin simgesidir (yani meleklerin hiyerarşisinde 9 rütbe vardır). Sekizinci gün ise Ortodoks ananesinde ebediliğin, “Zamanın Uzayına döneceği” ve azametli “Çağların Sonu olacağı” Canlanma’nın kutsal anının, bir de İsa’nın ikinci Gelişinin sembolüdür.” Metnin geri kalan bölümü üzerinde çok durmak istemiyoruz. Ancak dileyen inceler, henüz yeni imzalanmış, hatta Türkiye’den temsilcilerin de yer aldığı bu metin Dugin’in fikirlerinin hiç de değişmediğinin güzel bir göstergesi. Sonuç metninde ne ABD emperyalizmine karşı tek bir satır, ne ABD’nin Afganistan ve Irak’a yönelik saldırılarına kınama var. Metin boyunca Avrasyacılığın Rusya’da Ortodoksluk ideolojisinden esinlenerek nasıl geliştiği ve hangi ülkelere yayıldığı anlatılıp duruyor. Kısacası hareketin antiemperyalist tavrına ilişkin tek bir satır bulunmuyor. Üstelik Avrasyacı Dugin Aksiyon dergisine verdiği söyleşide Avrupa Birliği’ni de savunuyor. Ama tarihin garip cilvesi mi dersiniz politikanın cambazlığı mı, Türkiye’de AB karşıtı olduklarını söyleyenler Dugin’le birlikte hareket ediyorlar! Avrasyacılığa karşı Fethullahçı Aksiyon dergisinin açtığı kampanyayı da anlamlı buluyoruz. Fethullah Avrasyacılığa karşı çıkarak bir taşla iki kuş vurmayı hedefiyor. Öncelikle Atatürkçü kesimleri Rusçu olarak damgalayıp saygınlığına zarar vermek istiyor. İkincisi, Rusya’nın etkinliğindeki orta Asya’da okulları vasıtasıyla ABD’nin etkinliği için çalışan Fethullah, Avrasyacılığın Orta Asya’daki Rus egemenliğini inşa etmeye çalışan tezlerine karşı çıkmış oluyor. Aslında Fethullah’ın Avrasyacılığa saldırması Amerikancıların Rusçulara saldırısıdır. Bilindiği gibi Fethullah, Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerinde kurduğu okullarla büyük bir uluslararası örgütlenmeye girişti ve bu örgütlenmenin arkasında ABD’nin olduğu biliniyor. ABD’nin isteği doğrultusunda Orta Asya ülkelerinde “Ilımlı İslam” rejimleri kurmaya çalışan Fethullah, tabii ki bu bölgeleri Rusya’ya bağlamak isteyen Rusçu Avrasyacılığa karşı çıkacaktır. Bu noktada Atatürkçüler bir kez daha doğrulanmıştır. TÜRKSOLU, Avrasyacılığı gündeme ilk getiren yayın organı olarak, Atatürkçülerin Avrasyacı olmadığını göstermiş ve Fethullah’ın Atatürkçüleri Rusçu gösterme planını bozmuştur. Ayrıca TÜRKSOLU, Avrasyacılığa karşı Atatürkçü tam bağımsızlıkçı dış politika seçeneğini öne sürerek ve tüm emperyalist ülkelerden bağımsız bir politika savunulması gerektiğini söyleyerek Avrasyacılığa karşı Amerikancılığın bir alternatif olarak sunulmasını da engellemiştir.
Dış politika anlayışını çeşitli emperyalist ülkelerle pazarlıklar sonucu oluşturanlar, o ülkelerin ajanları haline gelir ve Türkiye’nin değil o ülkenin çıkarlarına hizmet eder. Bu çevrelerin tüm emperyalist kutuplarla karanlık ilişkileri vardır. Fethullah her ne kadar Orta Asya’da Rus varlığına karşıysa ve ABD’nin egemenliği için çalışıyorsa da unutmamak gerekir ki Orta Asya’daki okullarını açmak için Rusya’dan izin almaktadır. Kim bilir hangi pazarlıklar sonucu bu izinleri alabilmektedir?

Rusya’daki Avrasyacılık hareketi, öncelikle Rusya’nın temel dış politika anlayışı haline gelmeye çalışıyor. Bu yüzden Rus Devleti içinde kilit noktalara gelmeyi hedefliyor. Uluslararası alanda da Rusya’nın etki alanındaki ülkelerde, yani Doğu Avrupa, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, İran ve Türkiye’de Avrasyacı eğilimlerin hakim olması için çalışıyor. Bugün bir “mazlum milletler enternasyonali” gibi gösterilen, hatta Atatürk ve Galiyev’in hayal ettiği birliğin gerçekleşmiş hali olarak öne sürülen Uluslararası Avrasyacılık hareketi, aslında Rusya’nın emperyal dış politikasının uluslararası bağlaşık ve sömürgelerini oluşturma hareketinden başka bir şey değil.
Aleksandr Dugin 7 Ocak, 1962’de doğdu. Babası KGB’de üst düzey istihbarat subayıydı. 70’lerin sonlarında Moskova’da mistisizm ve faşizm üzerine araştırmalar yapan “neo-faşist” gruba katıldı. Dugin 1988’e kadar bu grubun içinde yer aldı.231 Sovyetler’in yıkılmasıyla birlikte Dugin “neo-faşist” fikirleri savunan “Elementy” isimli bir dergi yayınladı. Bu dergide Hitler hayranı yazılar yayınladı, SS lideri Himmler başta olmak üzere pek çok Nazi lideri savunan yazılar yazdı. Bu aşırı sağcı dergi Belçikalı ve Fransız faşistlerle irtibat kurdu, ortak yayınlar yaptı.232 Bir yandan da Sovyet emperyalizmini yeniden inşa etmeyi hedefleyen Prokhanov’un “Den” isimli gazetesinde çalıştı. 93 sonbaharında devlet televizyonunda faşizmi savunan “Yüzyılın sırları” isimli bir belgesel hazırladı. Yeltsin’in hakimiyeti yeniden ele almasıyla muhalefete geçen Dugin Limonov’un liderliğindeki Ulusal Bolşevik Partisi’ne katıldı ve bu partinin baş ideologlarından biri olarak yayın organı Limonka’da yazılar yazdı. 1994’te “Muhafazakar Devrim” başlıklı kitabını yayınladı. Bu kitapta Dugin, Rusya’da neo-faşizm ile aşırı-solun bir araya gelerek Rus İmparatorluğu’nu canlandırması gerektiğini savundu. 1996’da Ulusal Bolşevik Partisi’nden ayrılarak daha sağda konumlandığı bir döneme girdi. Bu dönemde çıkardığı “Avrasya Gizemi” isimli kitabında Rusya, Kuzey Kore, Japonya, Hindistan, Arap dünyası ve Kıta Avrupası’nın Avrasya ittifakı kurarak ABD’ye karşı çıkmasını savundu. 1997 yılında “Jeopolitiğin Temelleri” isimli kitabını çıkardı. Bu dönemde Rus Genelkurmayı ve Gizli Servisi’yle birlikte çalışan Dugin’in kitabının önsözünü Rus Genelkurmayı’nın Strateji Bölüm Başkanı Korgeneral Nikolai Koltov yazdı. Kitabın danışmanı olarak da Savunma Bakanlığı Dış İlişkiler Bölüm Başkanı Tümgeneral Leonid Ivashov görünüyordu. Bu kitap “Rus jeopolitiği” ismiyle kısaltılarak Türkçe’ye de çevrildi. 2000 yılında Rusya’nın Kafkaslar’daki yayılması için stratejiler üreten bir araştırma merkezi kurdu. 1998’de Dugin Rus Başbakan Primakov’u desteklediğini açıkladı. Aynı yıl Duma’nın Jeopolitik Analiz Merkezi’nin başkanı oldu ve Duma’da danışmanlık yapmaya başladı. Avrasyacılığı savunduğunu söylediği Putin’i iktidarının ilk gününden itibaren destekledi. 2000 yılında Putin’i desteklediğini belirten partisini kurdu: Avrasya Partisi. Parti, bir siyasi partiden çok bir stratejik araştırma merkezi gibi çalıştı. Dugin, bu dönemde Moskova Ortodoks Patrikliği’nin etkisini dünya çapında yayılması için patrikhaneye danışmanlık yaptı. 2002’deki Parti Kongresi’ni de Moskova Patrikhanesi’nin binasında gerşekleştirdi. Dugin, 2003 Kasım’ında Uluslararası Avrasya Hareketi’ni kurdu ve Başkanı seçildi. Hareket’e Türkiye’den sadece İşçi Partisi katıldı ve Perinçek hareketin yürütme kuruluna seçildi. Rusya’nın emperyalist dış politikasını savunan bu Hareket Rus Devleti’nden aldığı destekle özellikle Türk Cumhuriyetlerinde örgütlendi. Hareket’in Türk dünyasında Ortodoksluk misyonerliği yaptığı iddialarına Dugin doyurucu yanıtlar veremedi. Dugin son başkanlık seçimlerinde “Rusya’nın yeni çarı” dediği Putin’i destekledi. Halen Duma’daki Jeopolitik Araştırma Merkezi’nin, Avrasya Partisi’nin, Uluslararası Avrasya Hareketi’nin başında bulunmaktadır ve Moskova Patrikhanesi’ndeki danışmanlığına devam etmektedir. Rusya’da Avrasyacılığın yeni bir fikir hareketi olmadığını vurgulamak zorudayız. Avrasyacılık, Bolşevik Devrim’den sonra, özellikle Lenin’in ölümüyle birlikte, Rusya’nın Türk dünyasını sömürgeleştirme hamlesinin ideolojisi olarak ortaya çıkarılmış. Avrasyacılık, Sovyet emperyalizminin ABD’ye karşı Asya ve Avrupa’da tutunmasının ideolojisidir. Türk cumhuriyetlerindeki milli bilinci köreltmesi bakımından da Türkler’e karşı bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. Aynen Dugin’in ifade ettiği gibi Ruslar’la Türkler arasındaki “Nesnel jeopolitik” gerginlik, Avrasyacıların Türk dünyasını yok etme ve Anadolu üzerinden sıcak denizlere ulaşma hayalinin peşinde koşmalarına neden olmuştur. Avrasyacılık, Sovyetler’in yıkılmasından sonra yaşadığı zor dönemi atlatmaya çalışan ve Sovyet dönemindeki etki alanını ABD’ye kaptırmak istemeyen Rusya’nın İmparatorluğu’nu yeniden toparlamasının ideolojisi olarak 90’larda yeniden yaygınlaştı. Dugin işte bu dönemde sivrilen bir ideologdur. Avrasyacı hareket özellikle Putin döneminde Rusya’da etkin olmaya başladı. Putin’in Rusya’yı tekrar bir emperyalist kutup haline getirme çabası, Dugin’in Avrasyacılığıyla örtüşüyordu. Bu nedenle Dugin, Putin döneminde hem Duma’da hem de Rus Genelkurmayı’nda danışmanlık görevlerinde bulundu. Kurduğu Avrasya Partisi de Putin’in partisini destekliyor. Rusya’daki Avrasyacılık hareketi, öncelikle Rusya’nın temel dış politika anlayışı haline gelmeye çalışıyor. Bu yüzden Rus Devleti içinde kilit noktalara gelmeyi hedefliyor. Uluslararası alanda da Rusya’nın etki alanındaki ülkelerde, yani Doğu Avrupa, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, İran ve Türkiye’de Avrasyacı eğilimlerin hakim olması için çalışıyor. Bugün bir “mazlum milletler enternasyonali” gibi gösterilen, hatta Atatürk ve Galiyev’in hayal ettiği birliğin gerçekleşmiş hali olarak öne sürülen Uluslararası Avrasyacılık hareketi, aslında Rusya’nın emperyal dış politikasının uluslararası bağlaşık ve sömürgelerini oluşturma hareketinden başka bir şey
değil.
Apocu-Maocular Ne Kadar Değiştiyse Dugin De O Kadar Değişti

Türk-Rus ittifakını Atatürkçüler arasında yaymakla görevlendirilenler, Avrasyacılığın gerçek yüzünün ortaya çıkmasıyla birlikte paniğe kapıldılar. Durumu düzeltmek için, dağılmaya başlayan Avrasyacılığı yeniden toparlayabilmek için Dugin’in fikirlerinin değiştiği propagandası başladı. Dugin’in artık Türk düşmanı tezlerini terkettiği, Türk-Rus dostluğu için çalışmaya başladığı söyleniyor.
Ancak durum hiç de böyle değil. Dugin’in değiştiğine ilişkin herhangi bir açıklaması, yazısı yok. Dugin bilindiği gibi Avrasya Partisi’nin lideri. Avrasya Partisi’nin ve bu partiyi destekleyen çeşitli çevrelerin internet sitelerini incelediğinizde, Dugin’in fikirlerinin “Rus Jeopolitiği” kitabındaki çizgide devam ettiği görülüyor. Ayrıca, hatırlatmakta fayda var, Dugin’in kitabı 6 ay önce Türkçe’ye çevrildi ve Dugin’in kitabın Türkçe baskısına yazdığı bir önsöz bile bulunuyor. Dolayısıyla Dugin’in artık kitabındaki fikirlerini terkettiği, Türk-Rus dostluğunu savunmaya başladığı yolundaki propaganda temelsiz kalıyor. Ayrıca, Dugin’in değişmediğini en son Aksiyon dergisinde Dugin ile yapılan röportajda da görebiliyoruz. Her ne kadar Türkiye’de yayınlanan bir dergiye röportaj verdiği için temkinli bir dil de kullansa, Dugin’in tezlerini oluştururken çizdiği temel çerçevenin değişmediğini görüyoruz. Dugin, hâlâ Ruslar’ı dünyaya medeniyet götürecek bir millet olarak görüyor, İran’ı Orta Asya için temel müttefik sayıyor ve muhabirin Türkiye’yle ilgili görüşlerinizde değişiklik olacak mı sorusuna ise şu yanıtı veriyor: “Ben bu kitapta jeopolitiğin temellerini ele aldım. Türkiye ile Rusya arasında bazı gerilim noktaları vardır ve olmaya da devam edecektir. Bu kaçınılmazdır ve bir bakıma paylaştıkları coğrafyadan kaynaklanan bir zorunluluktur.”
“Dugin değişti” propagandasını “Ben değiştim” propagandası yapanlarca yürütülmesi ise ayrı bir politik komedi örneği. Nasıl ki, Apo’nun ayağına kadar gidip ona gül veren, Türkiye’ye Kürtçülüğü ve Maoculuğu sokanların Atatürkçülüğüne kimse inanmıyorsa, Hitler hayranı, papaz sakallı Rus faşisti Dugin’in Türk dostu olacağına da kimse inanmaz. Ancak siyasetin güzelliğinden olsa gerek, bu iki marjinal karakter bir başka marjinalin yönettiği üniversitede beraber konferans verebilirler

Yirminci yüzyılın başlarında önce Lenin Rusya’yı toparlamıştı daha sonra da Atatürk Türkiye’de yeni bir devlet kurmuştu. Şimdi benzeri bir durum yeniden gündeme gelmiştir. Bugün Putin Rusya’yı güçlendirerek batı emperyalizminin karşısına dikmiştir. Türkiye ise her geçen gün daha fazla batının sömürgesi olmaktadır. Rusya Putin ile toparlandığına göre sıra Türkiye’ye gelmiştir. Yeni bir Atatürk gelmediğine göre Türkiye Putin benzeri bir önder bularak onun liderliğinde yeni bir antiemperyalist kurtuluş mücadelesi vermek zorundadır, aksi takdirde içine sürüklenilen sömürgeleşme süreci Türkiye’yi yok edecektir. Eisenhower, Rockfeller ve Fullbright burslularının yönetimi ile sömürgeleştirilen Türkiye kendi Putin’ini iş başına getirerek ikinci bir kuvayı milliye mücadelesi vermeli ve bu yoldan ulusal kurtuluşunu gerçekleştirerek yirmi birinci yüzyılda yoluna devam etmelidir
Rusya-2010 planı ile ABD emperyalizminin karşısına yeni bir kutup merkezi olarak çıkmıştır.

Türkiye de ise durum Rusya’nın tamamen tersidir. Özal ile ABD’ye teslim olan Türk ekonomisi batı etkisindeki yönlendirmelerle tam bir sömürgeleşme aşamasına gelmiştir. Ekonomik baskı altındaki Türk devleti de artık bağımlı bir yapıdadır. Türkiye bu aşamada yeni bir Atatürk beklemektedir.

Büyük çöküş sonrasında kırılmış Rusya prestijini Putin yeniden onarmış ve Rusya’nın bir büyük dünya gücü olarak evrensel alana dönüşünü sağlamıştır. Putinin bu atılımı sağlamasında son zamanlarda kurulmuş olan petrol ve doğalgaz boru hatlarının ve bunların kazandırdığı büyük döviz akışının önemli katkıları bulunmaktadır. Rusya bir fakir ülke olarak girmiş olduğu G-8 ülkeleri arasında önceden Hıristiyan özelliği ile yer alırken on yıl içinde dünyanın en zengin ülkelerinden biri olarak var olabilmektedir. Boru hatları para matbaası gibi çalışırken Rus devletinin ekonomik zenginliği batılı ülkelerle boy ölçüşecek aşamaya ulaşmıştır. Gazprom ve Lukoil gibi enerji kuruluşları kısa zamanda amerikanın yüz yıllık çok uluslu şirketlerini geride bırakmış, Rus devletinin desteği ile yaratılan Rus burjuvazisi hak ettiği yeri almıştır. Putin çok uluslu şirketlerin temsilcisi olan Yahudi işadamlarını ülkesinden kovarak eski devlet ve parti yöneticilerinden yeni bir Rus milli Burjuvazisi yaratmış ve bunlar büyük Rus devletinin desteğini sağlayarak küresel sermayeyi dengelemiştir.214 Devlet desteği ile kısa zamanda büyüyen Rus milli burjuvazisi yabancı sermayeyi Rusya’ya sokmamış, kendi pazarından elde ettiği zenginlikle küresel sermaye ile Rusya sınırları dışında dünya pazarlarında rekabete girişmiştir. Küresel sermayenin uyguladığı emperyalist hegemonya planına karşı çıkan Rus devleti, küreselci merkezlerin yaptıklarının ve istediklerinin tamamen tersini yaparak ayakta kalmış ve kısa zamanda güçlenerek batılı emperyalistlerle bire bir yarışmıştır.215 Putin göreve gelir gelmez Rusya anayasasını ve idari sistemini değiştirmiş, merkezi devleti güçlendirmiş, on sekiz milyon kilometre karelik bir alana yayılmış bulunan Rusya Federasyonu eyaletlerini denetim altına almak için yedi tane Moskova kurmuştur. Yirmi beş eyaleti yedi bölge yönetimi ile sıkı denetimi altına alan Putin Çeçenistanı ezdikten sonra ikinci bir otonomi ya da bağımsızlık macerasına izin vermemek üzere merkezi devleti güçlendirmiştir. Büyüyen ekonomiyi devletin kontrolünde tutabilmek için yeni kamu kurumları kurmuş, devlet otoritesini ülkenin her köşesine eşit koşullarda götürebilmek üzere Rusya devletinin kamu kurumlarını büyüterek yetkilerini genişletmiştir. Küresel şirketlerin önünü açabilmek için devletler demokrasi görünümünde küçültülürken, Rusya tamamen aksini yaparak zaten büyük olan devletini daha da büyütmüş ve böylece çok uluslu küresel sermaye şirketlerine teslim olmamıştır. IMF ve Dünya Bankasını ülkesinden kovan Rusya kendi ekonomisine ulusal çıkarları doğrultusunda egemen olmayı bilmiştir.216 Putin batılı emperyalist ülkelerden para alan ve bu ülkelerin istihbarat kuruluşlarıyla ortak çalışmalar yürüten sivil toplum örgütlerine izin vermemiş, ülkedeki dernek ve vakıfların çalışmalarını sıkı bir devlet denetimine alarak ülkede yabancı güçlerin cirit atmasını önlemiştir. Yabancı ülkelere ajanlık yapamayan sivil toplum kuruluşları Rus toplumunu bozamamışlar ve alt kimlikleri kışkırtarak bölücülük yapamamışlardır. Sivil toplum kuruluşları görünümünde Rusya’yı karıştıramayan batılı emperyalistler Rusya’daki demokrasiyi yargılamaya kalkışmışlar ama uluslar arası alanlarda Putin bunlara cevap vererek Rusya ile batılı ülkelerin koşullarının farklı olduğunu ve bu nedenle batı tipi bir demokrasinin Rusya’da uygulanamayacağını ifade etmiştir. Dışarıdan para alan devlet denetimi altına alınması Rusya’yı sivil toplumculuk oyunu ile parçalamayı düşünen batılı emperyalistlerin oyunlarını bozmuş, bu nedenle Rusya ile batı dünyası arasındaki gerginlik tırmanmıştır.217 Rusya-2010 planı ile ülkesini güçlendiren, dünyanın en zengin ülkelerinden birisi haline getiren, merkezi idareyi güçlendirerek bütün ülkede devlet otoritesini yeniden etkin bir biçimde tesis eden, sivil toplumculuk şamatası ile kendi toplumunun bölünmesine izin vermeyen Putin çağımızın en başarılı devlet adamı olarak öne çıkmaktadır. Dünyayı kendi çiftliğine çevirmek isteyen küresel sermaye ve batılı emperyalist ülkelere karşı çıkan Rus devleti günümüzde Putin sayesinde faşist ve saldırgan ABD yönetimine meydan okuyabilmektedir. Putin Rus devletinin otoritesini yeniden kurarak batı emperyalizminin Rusya’yı teslim almasını önlemiştir. Kısa zamanda toparlanan Rusya eski komünist yapısının çok ötesine giderek yeni kapitalist modeli ile bir dünya hegemonya yarışına kalkışmıştır. Rus devleti yüzlerce yıllık büyük deneyimi ile hem Putin gibi bir devlet adamı çıkarabilmiş hem
de Rusya-2010 planı ile ABD emperyalizminin karşısına yeni bir kutup merkezi olarak çıkmıştır.218 Türkiye de ise durum Rusya’nın tamamen tersidir. Özal ile ABD’ye teslim olan Türk ekonomisi batı etkisindeki yönlendirmelerle tam bir sömürgeleşme aşamasına gelmiştir. Ekonomik baskı altındaki Türk devleti de artık bağımlı bir yapıdadır. Türkiye bu aşamada yeni bir Atatürk beklemektedir. Yirminci yüzyılın başlarında önce Lenin Rusya’yı toparlamıştı219, daha sonra da Atatürk Türkiye’de yeni bir devlet kurmuştu. Şimdi benzeri bir durum yeniden gündeme gelmiştir. Bugün Putin Rusya’yı güçlendirerek batı emperyalizminin karşısına dikmiştir. Türkiye ise her geçen gün daha fazla batının sömürgesi olmaktadır. Rusya Putin ile toparlandığına göre sıra Türkiye’ye gelmiştir. Yeni bir Atatürk gelmediğine göre Türkiye Putin benzeri bir önder bularak onun liderliğinde yeni bir antiemperyalist kurtuluş mücadelesi vermek zorundadır, aksi takdirde içine sürüklenilen sömürgeleşme süreci Türkiye’yi yok edecektir. Eisenhower, Rockfeller ve Fullbright burslularının yönetimi ile sömürgeleştirilen Türkiye kendi Putin’ini iş başına getirerek ikinci bir kuvayı milliye mücadelesi vermeli ve bu yoldan ulusal kurtuluşunu gerçekleştirerek yirmi birinci yüzyılda yoluna devam etmelidir.
Türkiye Putin’ini Arıyor

Soğuk savaş sonrasında Atlantik emperyalizminin dünyanın merkezine saldırıya geçmesiyle beraber Türkiye’nin içinde bulunduğu bölge ciddi bir tehlike sürecine girmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu bölgeye gelen Amerikan emperyalizmi üç yüz yıllık bir rüya olan İsrail’in kuruluşunu sağladıktan sonra dünyanın merkezine yerleşmeye başlamış, karşı kutup merkezi olan Sovyetler Birliği’ni izlemek üzere de gizlice Türkiye’ye yerleşmiştir. Soğuk savaş döneminin gergin ortamında sürekli olarak bir Rus ve komünizm korkusu icat edilmiş ve bu korku sürekli pompalanarak Türkiye ile beraber bölgedeki diğer yerlere de yerleşme başlamıştır. Okyanus ötesinde oluşan dünya gücü dünyayı merkezi coğrafyadan yönetmek istediği için yarım yüz yıl içinde merkezi coğrafyanın tam ortasındaki ülke olan Türkiye’ye gizli ve dolaylı yollardan yerleşme girişimleri sürdürülmüştür. Amerikan emperyalizminin bu hazırlıkları baskı döneminin gergin ortamında gizlenmiş, demirperdenin ortadan kalkmasıyla beraber açığa çıkmıştır. Yeni dönemde Türk toplumunun gözleri açılınca ülkemizin yarı sömürge durumuna düşürüldüğü ortaya çıkmış ve yeniden Osmanlı imparatorluğunun çöküş yıllarındaki gibi bir durumun ortaya çıktığı anlaşılmıştır. Böyle bir durumda ikinci bir kurtuluş savaşı ve yeniden Atatürk önderliği zorunlu bir duruma gelmiştir. Ne var ki Türk halkının yıllardır süren umutsuz Atatürk bekleyişine rağmen ikinci bir Mustafa Kemal Atatürk siyaset sahnesinde gündeme gelememiştir.
Benzeri bir durum kuzeydeki büyük komşu olan Rusya’da görülmüş ve dünya tarihinin gördüğü en geniş imparatorluk olan Sovyetler Birliği büyük bir çöküş sonrasında ortadan kalkmıştır. Bu ideolojik birliğin kurucusu ve merkezi gücü olan Rusya Federasyonu, büyük çöküş sonrasında iyice zor duruma düşmüş ve beş yıl içinde bir türlü kendine gelememiştir. Rusya’nın şaşkınlık ve güçsüzlük döneminde küçük ülke Çeçenistan bağımsız bir devlet olarak yaşamını sürdürmüş ama Rusya toparlandıktan sonra gene Rusya 1996 tarihinde Çeçenleri ezerek Hazar havzasının bu kuzey ülkesini işgal etmiştir. On iki yıldır sürdürülen haksız işgal ile üç yüz bin çeçen insanı katliama uğratılmıştır. ABD, Çeçen cumhuriyetini Rusya Federasyonu’nu çözmek için kullanırken, Rusya da bu küçük ülkeyi ezerek kendi içindeki diğer devletlerin federasyondan ayrılma eğilimlerinin önüne geçmiştir. Çeçenleri izleyen Tataristan Cumhuriyetini bazı sınırlı otonomi hakları ile federasyon çatısı altında tutabilmiş ama daha sonra güçlenince eskiden tanıdığı otonomi haklarından da vazgeçmiştir. Rus devletinin merkezi güçlenmesi bağlı bölge ve ülkeler üzerindeki otoritesini yeniden oluşturmuştur. Rusya’nın toparlanmasında hem büyük devlet yapısının hem de güçlü bir önderliğin rolü olmuştur. Rus çarlığının çökmesi üzerine Moskova merkezli bir ideolojik imparatorluk kurmuş olan Rus devletçiliği Türkiye ile karşılaştırılırsa daha güçlü bir görünüme sahiptir; çünkü çarlık rejiminden ideolojik imparatorluğa geçerken Moskova’daki devlet yapısını korumuştur. Ruslar Moskova’daki devleti değişim sürecinde ayakta tutabilirken, Türkler İstanbul’daki devleti yıkılmaktan kurtaramamışlardır. Osmanlı imparatorluğu batı Avrupa’dan esen milliyetçilik rüzgarları ile Balkan ülkelerini elinden kaçırırken, aynı dönemde benzeri bir tehdit ile karşılaşan Rus devleti milliyetçilik cereyanlarının ülkesini parçalamasını önlemek üzere devlet öncülüğünde bir halkçılık akımı örgütlemiştir. Narodnik adı verilen bu devlet halkçılığı ülkenin çeşitli yörelerinde şiddet ve terör hareketlerine dönüştürülünce Rus imparatorluğunda yaşamını sürdüren halk toplulukları milliyetçilik cereyanlarının dışında tutulmuşlardır. Osmanlı imparatorluğunu önce parçalayan ve sonra da dağılmasına neden olan milliyetçilik cereyanları, Rus devletinin akıllıca sürdürdüğü devlet halkçılığı ile önlenmiş ve ülkenin bütünlük içinde kalması sağlanmıştır. Tarihin bin dönemecinde Moskova’daki Rus devleti ayakta tutularak sonraki dönemin koşullarında ideolojik imparatorlukla yola devam edilmiştir. Aynı dönemde Osmanlı imparatorluğu İstanbul’daki gayrimüslim toplulukların batılı emperyal devletlerle olan yakın ilişkileri ve mandacı tutumları yüzünden çökmekten kurtulamamış ve bu yüzden İstanbul’daki devlet yapılanması elden gitmiştir.
İstanbul’daki devletin bitmesine rağmen Anadolu halkının teslim olmayışı, Sevr antlaşmasını yırtarak Kuvayı Milliye mücadelesine girişmesi üzerine tarih sahnesine çıkan Atatürk Türk toplumunu toparlayarak Ankara’da yeniden bir Türk devleti kurmuştur. İstanbul’daki devletin çökmesi nedeniyle Türkler tarihin dönemecini zor dönmüşler, Ruslar gibi merkezi devletin yardımı ile hızlı bir yeniden yapılanmaya yönelememişlerdir. Tarihin dönemecinde ayakta kalan Rus devleti yeni dönemde toparlanarak yola devam ederken Türkler yitirdikleri imparatorluğun merkezi ülkesinde orta boy bir yeni devleti bu kez Ankara merkezli olarak kuruyorlardı. Bir devletin yıkılması ve yerine yeni bir devletin kurulması uzun zaman alıyor ve Ruslar yirminci yüzyılın başlarında yeniledikleri imparatorlukları ile yola devam ederken, Türkler yitirdikleri imparatorluk yüzünden merkezi topraklarda Avrupa’nın etkisi, bu kıtadaki devlet modeline benzer bir biçimde kendi ulus devletlerini üç kıtanın arasındaki tarihin köprüsü üzerinde kuruyorlardı. Birinci Dünya Savaşı ile çöken Türk devlet yapısı kısa zamanda toparlanamadığı için Türkiye Cumhuriyeti ikinci dünya savaşına girmiyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türklerin ve Rusların imparatorlukları aynı dönemde çöküyor, Ruslar Moskova merkezli bir yeniden yapılanma ile tekrar bir farklı imparatorluğa sahip oluyorlar ama Türkler hem imparatorluk arazisini ellerinden kaçırdıkları hem de İstanbul’daki devlet içeriden dış bağlantılı mandacı kadrolarca çökertildiği için yeni bir savaşa daha kalkışmak zorunda kalıyorlardı. Dünya Savaşı sonrasında, bütün ülkeler imzalanan barış antlaşmaları ile yeni döneme uygun bir düzene geçerken, Osmanlı imparatorluğunun arka ülkesi olan ama aynı zamanda merkezi topraklarını oluşturan Anadolu yarımadasında Türkler var olabilmek için ikinci bir savaşa daha kalkışıyorlardı. İmparatorluğun elden gitmesi, devletin çökmesi, İstanbul’un teslim olması, Anadolu ve Rumeli halkını etkilemiyor ve bu iki bölgedeki Türk halkı bir ulusal kurtuluş savaşı vererek yeniden dünyanın merkezi topraklarında var olabilmenin koşullarını yaratırken, bu bölgenin Müslüman halkı ayağa kalkıyor, direnerek dağa çıkıyor ve ülkesini korumak üzere kurtuluş savaşına kalkışıyordu. İşte bu aşamada Atatürk tarih sahnesine çıkarak Türk ulusunun haklı kurtuluş savaşında zafere ulaşmasını sağlıyordu. Rusya’da Troçki’nin hazırlıkları üzerine Lenin devreye girerek sosyalist devrimi gerçekleştiriyor ve doğu bloku olarak SSCB’yi tarih sahnesine çıkarıyordu. Atlantik kıyısında odaklanmış olan Batı emperyalizminin dünyanın merkezi coğrafyası olan Avrasya kıtasına yönelen saldırıyı önleyebilmek için Lenin ve Troçki Sovyet devrimini yaparak güçlü sosyalist imparatorluk ile batılı emperyalistlerin Avrasya bölgesine karşı set çekiyorlardı. Rusların kuzey bölgesine güçlü bir yapılanma ile batı emperyalizminin Avrasya bölgesine girmesine karşı çıkışı üzerine sıra bu bölgenin güney kısmına geliyor ve güney Avrasya’nın merkezi ülkesi olan Türkiye’de benzeri bir biçimde antiemperyalist savaşa yöneliyordu. Sovyet devrimi sonrasında Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkması ve daha sonra 1920 yılında Doğu Halkları Kurultay’ının Bakü’de toplanması bir tesadüf değil aksine tarihin seyri içinde birbirini izleyen önemli gelişmelerdir. Avrasya’nın girişi kuzeyden batılı emperyalistlerin yüzüne kapatılınca sıra güney kapısına gelmiş ve Bakü’de bir araya gelen doğu halkları temsilcileri batılı emperyalistlere karşı direnme kararı alınca direnişin güney cephesini oluşturan Anadolu üzerindeki kurtuluş savaşı da batılı emperyalistlere karşı hızlandırılarak sonuca götürülüyordu. Lenin Moskova’da egemen olduktan sonra Mustafa Kemal de Ankara’da gücü eline geçiriyor, böylece Atlantik kıyısından dünyanın merkezine saldıran batılı emperyalistlere karşı kuzey kapısından sonra güney kapısı da kapanıyordu. Tam bu aşamada Lenin ile Mustafa Kemal arasında mektuplaşmalar oluyor ve sosyalist enternasyonal, Anadolu’daki batı emperyalizmine karşı direnen ve antiemperyalist bir mücadele ile bağımsız bir devlet kuran Kemalist harekete destek oluyordu. Ulusal kurtuluş savaşına bu doğrultuda Karadeniz üzerinden bir Rus yardımı batılı emperyalistlere karşı daha güçlü bir direniş olması için gönderiliyordu. Böylece Atatürk de kendi ülkesini toparlama şansını elde ediyor ve batı emperyalizmine karşı bu bölgenin kuzey ve güney ülkeleri bir antiemperyalist çizgide direnerek işbirliği yapıyorlardı. Lenin enternasyonal toplantısında Kemalist hareketin antiemperyalist olduğu için desteklenmesi gerektiğini söylüyordu.210 Yirminci yüzyılın başlarında gerçekleşen Avrasya’nın kuzey ve güney bölgelerindeki batı emperyalizmine karşı direnişin günümüzde yeniden güncellik kazanması son derece önemlidir. Regan-Gorbaçov görüşmeleri sonrasında gündeme gelen sosyalist imparatorluğun dağılması meselesi büyük bir çöküş ortaya çıkarmış, beş yıllık bir şaşkınlıktan sonra Rus devleti hemen toparlanmıştır. Osmanlı imparatorluğu gibi yıkılmayan ve başkentindeki devlet yapılanmasını koruyan Rus hegemonyası kısa bir zaman dilimi içinde değişen dünyayı kavrayarak toparlanmış ve eskisi gibi bir imparatorluk devleti yapılanması içinde yoluna devam etmiştir. On yıl süre ile eski başkan Yeltsin ile yola devam eden Rus devleti tam iki bin yılına girerken Yeltsin’in çekilmesini sağlamış ve yerine devlet veliahdı olarak yetiştirilen ve doğu Almanya’da büyük tecrübe kazanmış eski bir istihbaratçı olan Putin’in geçmesi sağlanmıştır. Yeltsin döneminde toparlanan Rus devleti Putin’in gelmesi ile atağa kalkmış ve yeni dönemin koşullarında güçlü bir Rusya yaratılabilmesi için ulusal program uygulanmıştır.211 Büyük çöküş sonrasındaki şaşkınlığını kısa zamanda atlatan Rusya Yeltsin döneminde hızla toparlanarak Putin döneminde atağa kalkmıştır.212 Rusya-2010 programı Putin’in işbaşına gelmesiyle beraber eyleme geçirilmiş geleceğin güçlü Rusya’sının yaratılabilmesi doğrultusunda uygulamaya aktarılmıştır. Daniel Vergin’in Türkiye’de de yayınlanan Rusya-2010 kitabına bakıldığında Rusya’nın 2010’da ABD’ye meydan okuyabilecek derecede güçlü bir konuma ve eskisi gibi yeniden bir kutup durumuna gelebilmesi hedeflendiği görülmektedir. Çudo adı verilen ekonomik mucizenin 2010’da Rusya’da gerçekleşmesiyle Rusya ABD kadar güçlü bir düzeye gelecek ve tek kutuplu düzene son verilecektir. Rusya ile beraber Çin ve Hindistan da devreye girecek ve daha sonraları brezilyanın da ortaya çıkmasıyla yeni dünya düzeni çok kutuplu olacaktır. Soğuk Savaş döneminden gelme kutup merkezi olma birikimiyle Rusya tek kutuplu dünyadan çok kutuplu dünyaya geçişin öncüsü ve kurucusu olacaktır. Putinin önderliği Rusya’ya böylesine bir atılım yapma ve yeryüzünde yeniden Rusya’yı bir kutup merkezi yapma şansını gündeme getirmiştir.213 Büyük çöküş sonrasında kırılmış Rusya prestijini Putin yeniden onarmış ve Rusya’nın bir büyük dünya gücü olarak evrensel alana dönüşünü sağlamıştır. Putinin bu atılımı sağlamasında son zamanlarda kurulmuş olan petrol ve doğalgaz boru hatlarının ve bunların kazandırdığı büyük döviz akışının önemli katkıları bulunmaktadır. Rusya bir fakir ülke olarak girmiş olduğu G-8 ülkeleri arasında önceden Hıristiyan özelliği ile yer alırken on yıl içinde dünyanın en zengin ülkelerinden biri olarak var olabilmektedir. Boru hatları para matbaası gibi çalışırken Rus devletinin ekonomik zenginliği batılı ülkelerle boy ölçüşecek aşamaya ulaşmıştır. Gazprom ve Lukoil gibi enerji kuruluşları kısa zamanda amerikanın yüz yıllık çok uluslu şirketlerini geride bırakmış, Rus devletinin desteği ile yaratılan Rus burjuvazisi hak ettiği yeri almıştır. Putin çok uluslu şirketlerin temsilcisi olan Yahudi işadamlarını ülkesinden kovarak eski devlet ve parti yöneticilerinden yeni bir Rus milli Burjuvazisi yaratmış ve bunlar büyük Rus devletinin desteğini sağlayarak küresel sermayeyi dengelemiştir. Devlet desteği ile kısa zamanda büyüyen Rus milli burjuvazisi yabancı sermayeyi Rusya’ya sokmamış, kendi pazarından elde ettiği zenginlikle küresel sermaye ile Rusya sınırları dışında dünya pazarlarında rekabete girişmiştir. Küresel sermayenin uyguladığı emperyalist hegemonya planına karşı çıkan Rus devleti, küreselci merkezlerin yaptıklarının ve istediklerinin tamamen tersini yaparak ayakta kalmış ve kısa zamanda güçlenerek batılı emperyalistlerle bire bir yarışmıştır. Putin göreve gelir gelmez Rusya anayasasını ve idari sistemini değiştirmiş, merkezi devleti güçlendirmiş, on sekiz milyon kilometre karelik bir alana yayılmış bulunan Rusya Federasyonu eyaletlerini denetim altına almak için yedi tane Moskova kurmuştur. Yirmi beş eyaleti yedi bölge yönetimi ile sıkı denetimi altına alan Putin Çeçenistanı ezdikten sonra ikinci bir otonomi ya da bağımsızlık macerasına izin vermemek üzere merkezi devleti güçlendirmiştir. Büyüyen ekonomiyi devletin kontrolünde tutabilmek için yeni kamu kurumları kurmuş, devlet otoritesini ülkenin her köşesine eşit koşullarda götürebilmek üzere Rusya devletinin kamu kurumlarını büyüterek yetkilerini genişletmiştir. Küresel şirketlerin önünü açabilmek için devletler demokrasi görünümünde küçültülürken, Rusya tamamen aksini yaparak zaten büyük olan devletini daha da büyütmüş ve böylece çok uluslu küresel sermaye şirketlerine teslim olmamıştır. IMF ve Dünya Bankasını ülkesinden kovan Rusya kendi ekonomisine ulusal çıkarları doğrultusunda egemen olmayı bilmiştir. Putin batılı emperyalist ülkelerden para alan ve bu ülkelerin istihbarat kuruluşlarıyla ortak çalışmalar yürüten sivil toplum örgütlerine izin vermemiş, ülkedeki dernek ve vakıfların çalışmalarını sıkı bir devlet denetimine alarak ülkede yabancı güçlerin cirit atmasını önlemiştir. Yabancı ülkelere ajanlık yapamayan sivil toplum kuruluşları Rus toplumunu bozamamışlar ve alt kimlikleri kışkırtarak bölücülük yapamamışlardır. Sivil toplum kuruluşları görünümünde Rusya’yı karıştıramayan batılı emperyalistler Rusya’daki demokrasiyi yargılamaya kalkışmışlar ama uluslar arası alanlarda Putin bunlara cevap vererek Rusya ile batılı ülkelerin koşullarının farklı olduğunu ve bu nedenle batı tipi bir demokrasinin Rusya’da uygulanamayacağını ifade etmiştir. Dışarıdan para alan devlet denetimi altına alınması Rusya’yı sivil toplumculuk oyunu ile parçalamayı düşünen batılı emperyalistlerin oyunlarını bozmuş, bu nedenle Rusya ile batı dünyası arasındaki gerginlik tırmanmıştır.
Rusya-2010 planı ile ülkesini güçlendiren, dünyanın en zengin ülkelerinden birisi haline getiren, merkezi idareyi güçlendirerek bütün ülkede devlet otoritesini yeniden etkin bir biçimde tesis eden, sivil toplumculuk şamatası ile kendi toplumunun bölünmesine izin vermeyen Putin çağımızın en başarılı devlet adamı olarak öne çıkmaktadır. Dünyayı kendi çiftliğine çevirmek isteyen küresel sermaye ve batılı emperyalist ülkelere karşı çıkan Rus devleti günümüzde Putin sayesinde faşist ve saldırgan ABD yönetimine meydan okuyabilmektedir.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türklerin ve Rusların imparatorlukları aynı dönemde çöküyor, Ruslar Moskova merkezli bir yeniden yapılanma ile tekrar bir farklı imparatorluğa sahip oluyorlar ama Türkler hem imparatorluk arazisini ellerinden kaçırdıkları hem de İstanbul’daki devlet içeriden dış bağlantılı mandacı kadrolarca çökertildiği için yeni bir savaşa daha kalkışmak zorunda kalıyorlardı. Dünya Savaşı sonrasında, bütün ülkeler imzalanan barış antlaşmaları ile yeni döneme uygun bir düzene geçerken, Osmanlı imparatorluğunun arka ülkesi olan ama aynı zamanda merkezi topraklarını oluşturan Anadolu yarımadasında Türkler var olabilmek için ikinci bir savaşa daha kalkışıyorlardı. İmparatorluğun elden gitmesi, devletin çökmesi, İstanbul’un teslim olması, Anadolu ve Rumeli halkını etkilemiyor ve bu iki bölgedeki Türk halkı bir ulusal kurtuluş savaşı vererek yeniden dünyanın merkezi topraklarında var olabilmenin koşullarını yaratırken, bu bölgenin Müslüman halkı ayağa kalkıyor, direnerek dağa çıkıyor ve ülkesini korumak üzere kurtuluş savaşına kalkışıyordu. İşte bu aşamada Atatürk tarih sahnesine çıkarak Türk ulusunun haklı kurtuluş savaşında zafere ulaşmasını sağlıyordu
Osmanlı imparatorluğunu önce parçalayan ve sonra da dağılmasına neden olan milliyetçilik cereyanları, Rus devletinin akıllıca sürdürdüğü devlet halkçılığı ile önlenmiş ve ülkenin bütünlük içinde kalması sağlanmıştır. Tarihin bin dönemecinde Moskova’daki Rus devleti ayakta tutularak sonraki dönemin koşullarında ideolojik imparatorlukla yola devam edilmiştir. Aynı dönemde Osmanlı imparatorluğu İstanbul’daki gayrimüslim toplulukların batılı emperyal devletlerle olan yakın ilişkileri ve mandacı tutumları yüzünden çökmekten kurtulamamış ve bu yüzden İstanbul’daki devlet yapılanması elden gitmişti
Putin ayrıca, her bir proje için ayrılması planlanan para miktarı konusunda da bilgi verdi. Putin, önceki konuşmalarda olduğu gibi BDT coğrafyasına öncelikli önem verdiğinin altını çizdi. Putin, Şangay İşbirliği Örgütü’nü (ŞİÖ) de anmadan geçemedi. Putin’e göre Rusya, Avrasya coğrafyasında ekonomik bütünleşmenin öncüsü olmalıdır. Putin, ŞİÖ ve Avrasya Ekonomik Topluluğu (AET) söz konusu olduğu zaman, ekonomik bütünleşme ve milli güvenlik kavramlarının eşanlamlı olduğunu vurguladı. Diğer bir ifadeyle Putin, Avrasya coğrafyasında (ve belki de özellikle Rus-Çin ilişkilerinde) barış ve istikrarın sağlanması açısından ekonomik bütünleşmenin ön şart olduğunu belirtti.198 Avrasya coğrafyasında bütünleşme konusunda Putin, somut bir öneri de dile getirdi. Bu öneri, Karadeniz ve Hazar denizlerini birleştiren Volga-Don kanalının ikinci hattının inşa edilmesi ile ilgilidir. Bu konuda uluslararası konsorsiyum oluşturmayı öneren Putin, bütün BDT ülkelerini projeye katılmaya davet etti. Açıktır ki, son derece iddialı olan bu proje, başta Kazakistan olmak üzere öncelikle Türkistan coğrafyasındaki cumhuriyetleri yakından ilgilendiriyor. Putin’e göre söz konusu proje, Hazar ülkelerinin jeopolitik durumlarını önemli ölçüde iyileştirerek, onlara açık denizlere çıkış imkanı sağlayacaktır. Gerçekten de Türkistan coğrafyasının başlıca problemi açık denizlere çıkışının bulunmamasıdır. Bu yüzdendir ki, bölgede çıkarları bulunan ülkeler, bölgenin bu ihtiyacını göz önünde bulundurmak durumundadır. Rusya’nın önceliği, Sovyet döneminden kalan ve kendi topraklarından geçen altyapı sisteminin önemini korumak ve geliştirmektir. Buna karşılık ABD, 1990’larda Türkiye ve Güney Kafkasya’dan geçen Doğu-Batı koridoruna önem vermişti. Bugün ise Orta Asya (Türkistan)-Güney Asya altyapı projelerini geliştirmeye çalışıyor. AB ise, TRACECA ve İNOGATE projeleri çerçevesinde Doğu-Batı koridorunu geliştirmeye çalışıyor. Elbette Çin ve İran gibi oyuncuların da kendi seçenekleri var. Buna karşılık mevcut durumu korumaya çalışan Rusya, Volga-Don ile ilgili iddialı projesini gerçekleştirebilirse, Türkistan devletleri gerçekten de açık denizlere kolay çıkışa sahip olabilecekler. Açıkçası bu proje, diğer bütün ulaştırma projelerine alternatiftir. Bugüne kadar Türkistan ülkelerinin dünya pazarlarına Rusya üzerinden, ancak karasal ulaşımı tercih etmelerinin sebebi, mevcut Volga-Don kanalının sınırlı kapasitesidir. Putin’in önerdiği proje ise bu handikapı aşmayı amaçlıyor. Ancak bu ve diğer projelerin gerçekleşebilirliği üzerinde soru işaretleri bulunuyor. Bir kere Putin’in önerdiği bütün projelerin, kendi sözleriyle bütçe disiplini içerisinde ne tür bir yolla gerçekleşebileceği belli değildir. Ulusa seslenişte Avrupa’da artan ABD askeri varlığından ve bu varlığın artma eğiliminden dem vuran Putin, Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması (AKKA) konusunda Rusya’nın moratoryum ilan edeceğini belirtti. 1990 yılında Doğu ve Batı Blokları arasında imzalanan AKKA, Avrupa kıtasında asker ve ağır silah indirimini öngörüyordu. Bu anlaşmayla Rusya, sadece yurtdışındaki askeri varlığı konusunda değil, aynı zamanda kendi topraklarının batı ve güney kanadındaki askeri sınırlamaları da kabul etmişti. Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra değişen şartlar göz önünde bulundurularak 1999’da İstanbul AGİT zirvesinde AKKA’nın uyarlanmasıyla ilgili anlaşma kabul edilmişti. Ancak güncellenmiş AKKA halen NATO üyeleri tarafından onaylanmadı. Batı ülkeleri Rusya’nın, Moldova ve Gürcistan’ın ayrılıkçı bölgelerinden askerlerini ve silahlarını çekmeyerek 1999 İstanbul AGİT Zirvesi kararlarına uymadığını iddia ediyor. NATO ülkeleri, Rusya Moldova
ve Gürcistan’dan askerlerini çekene kadar güncellenmiş AKKA’nın yürürlüğe girmeyeceğini belirtiyor. Rusya ise, AKKA’ya uygun olarak Gürcistan ve Moldova’dan kuvvetlerini çektiğini iddia ediyor. Moldova ve Gürcistan’ın ayrılıkçı bölgelerinden asker ve silahların çekilmesinin ikili ilişkiler kapsamında olduğunu ileri süren Rusya, bu konunun İstanbul zirvesinde AKKA’nın uyarlanmasıyla ilgili alınan kararın NATO ülkeleri tarafından onaylanmaması için bir sebep olamayacağını dile getiriyor. Rusya’ya göre, Moldova ve Gürcistan’dan Rus askerlerinin çekilmesini talep eden Batı ülkeleri, güncelleştirilmiş AKKA’yı onaylamayarak Doğu Avrupa’da Rusya’nın askeri olarak çevrelenmesine zemin hazırlıyor.200 Son zamanlarda Rusya, Avrupa’da artan ABD askeri varlığından hayati tehdit algıladığını göstermek için çabalıyor. Putin’in Münih konuşmasının bir amacı da, Rusya’nın görüşünü Batı’ya duyurmaktı. Ancak Rusya halen ABD tarafından dikkate alınmadığını düşünüyor. Rusya, Avrupa’daki askeri dengelerin değişmesine karşılık olarak defalarca AKKA ve/veya Orta Menzilli Füzeler Anlaşması’ndan (INF) çekilebileceğini belirtmişti. Ancak ilk defa olarak Rusya, AKKA’nın durdurulması konusunda prensip kararı aldığını açıkladı. NATO ülkeleri Rusya’nın AKKA’dan çekilme tehdidine karşılık Rusya’nın İstanbul kararlarına uyması gerektiğini tekrarladılar. Ancak Rusya yetkilileri, kendilerinin AKKA’ya uyan tek ülke olduğunu vurguluyor. 27 Nisan’da Oslo’da NATO-Rusya Konseyi’nin toplantısında bulunan Rus Dışişleri Bakanı, Rusya’nın AKKA’dan çekilmesiyle Avrupa’daki askeri dengenin bozulmayacağını belirtti. Buna göre Avrupa’daki askeri denge çoktan NATO ülkeleri lehine bozulmuştur bile. Aynı tarihte açıklama yapan Putin, ABD’nin ulusal füze savunma sistemini Doğu Avrupa’ya yerleştirme planlarını 1980’lerdeki durumla karşılaştırdı. Buna göre Rusya, Avrupa’daki füze kalkanından, eskiden Avrupa’daki ABD orta menzilli füzelerinden algıladığı tehditle eşdeğer bir tehdit algılıyor. ABD’nin planlarına karşı koymaya çalışan Rusya, 1980’lerde olduğu gibi transatlantik ittifakı bölmeye çalışıyor. Avrupa’nın ABD planlarının rehinesi haline geldiğini belirten Rusya, bu konuyu önce NATO’nun gündemine düşürdü , akabinde de konunun AGİT çerçevesinde görüşülmesi gerektiğini belirtti. Rusya, Avrupa’daki Soğuk Savaş sonrası güvenlik mekanizmalarının çoktan yıkıldığı kanısında
Anayasaya göre Putin üçüncü kez devlet başkanı adayı olamaz. Daha önce iktidarda kalmak uğruna anayasayı değiştirmeyeceğini belirten Putin, söz konusu konuşmayı yaparken de son kez ulusa sesleniş konuşmasını yaptığını belirtti. Beklentilerin aksine Putin, iktidar süresi içerisinde kendi yaptıklarını değerlendirmek yerine, ileriye bakmayı tercih etti. Gerçekten de Rusya, yeni bir aşamaya geçti. Rusya artık zor geçen 1990’ları geride bıraktı. Bugün ekonomik olarak büyüyen ve dış politika alanında ABD dâhil her güce meydan okuma potansiyeline sahip olan bir Rusya var. Her açıdan Rusya’nın eski günlerine dönmeyeceğini sergilemeye çalışan Putin, Yeltsin ölmeden çok önce törensiz, tantanasız Yeltsin dönemini gömmüştü. Yeltsin dönemi Rus dış politikasının en önemli özelliği, Rusya’nın Batı karşısında önlenemez bir çekilme sürecinde bulunmasıydı. Mesele sadece Rusya’nın yurtdışındaki çıkarlarını koruyamaması ile ilgili değildi. Mesele, ABD’nin Rus iç siyasi sürecinde de etkinliğe sahip olmasıydı. Demokratikleşme süreci sonucunda Rus kimliğinin ve dolayısıyla çıkarlarının da değiştirilmesi amaçlanmıştı. Bu anlamda Rusya, ABD’nin ümitlerini tamamen boşa çıkardı. Üstelik bugünden bakarak denebilir ki, ABD’nin Rusya politikası olmasaydı ve Rusların kesinlikle dönmek istemedikleri Yeltsin dönemi olmasaydı, Putin Rusyasının ortaya çıkması mümkün olmazdı. Bugünkü Rusya, 1990’ların Rusyasından kalın çizgilerle ayrılıyor. Mesela Nisan ayındaki Moskova’da düzenlenen muhalefet gösterilerini ele alalım. Dünya medyası bu gösterilere geniş yer ayırmasına rağmen, Rusya’da bu gösteriler herhangi bir ses getirmediği gibi, meydana çıkan göstericiler de son derece sınırlı kalmıştı. Özel timler aracılığıyla gösterinin sert bir biçimde dağıtılması, Batı’nın Rusya’ya yeni eleştiriler yöneltmesine sebep olmuştu. Ancak o gün alanlarda yapılan esas gösteri, birkaç bin liberalin ve yeni Bolşeviklerin gösterisi değil, Rus yönetiminin kararlılık gösterisiydi. Bu kararlılığın esas hedefi de zaten alanlardaki muhalifler değil, ABD idi. Moskova ve St. Petersburg’daki muhalefet gösterileri Londra’da yaşayan eski Kremlin babası Boris Berezovskiy’nin Putin karşıtı açıklamalarından hemen sonra gerçekleşmişti. Yeltsin döneminde Rus siyasetindeki etkinliğiyle tanınan özelleştirme zengini oligark Berezovskiy, Putin yönetimini devirmek için para aktarımında bulunduğunu belirtmişti. Ne var ki, hafife alınabilecek Berezovskiy’nin açıklamaları bu yöndeki yegane açıklamalar değildi. Nisan ayında ABD Dışişleri Bakanlığı’nın arka arkaya yayınladığı belgelerde Rusya’nın demokratikleşmesi için ABD’nin bazı siyasi akımlara mali ve teknik destek verdiği ve vereceği ifade edilmişti. Söz konusu belgelere tepki gösteren Rus parlamentosunun alt kanadı Duma, bunun Rus iç siyasi hayatına karışmak anlamına geldiğini açıklamıştı.
Yabancı ülkelerin Rus iç siyasi hayatını etkileme gücünü kısıtlamak için ilk yıllarından beri mücadele veren Putin, ABD’nin Rusya’yı karıştırmak istediği kanaatindedir. Son zamanlarda ABD’nin demokratikleştirme söylemine antitez üretmenin peşinde olan Putin, ulusa sesleniş konuşmasında esas olarak uluslararası ilişkilerin demokratikleşmesi gerektiğinin altını çizdi. Putin, bazı ülkelerin benimsediği demokratikleştirme söylemi ve sömürgeleştirme döneminde uygarlaştırma söylemi arasında paralellik kurdu. Buna göre eski sömürgeci devletlerin amacı aslında kendi çıkarlarını gözetmek ve kârlarını artırmaktır. Bu bağlamda Putin, son zamanlarda Rusya’nın iç siyasi hayatını etkilemek için yurtdışından gelen mali yardımların arttığından bahsetti. Putin’e göre bu yöndeki en kirli yöntem ise Rusya toplumunu etnik ve dini temelde ayrıştırma çabalarıdır. Bu bağlamda Putin aşırıcılıkla mücadele konusundaki mevzuatın da sıkılaşması gerektiğini kaydetti. ABD’nin Rus STK’ları destekleme uygulamasını eleştiren Putin, diğer taraftan sivil toplumun öneminden bahsetti. Putin, STK’lara verilecek devlet desteğinin 2,5 kat artacağını belirtti. Açıkçası, ABD uygulamalarını eleştiren Putin, yakın çevresinde ABD’nin yöntemlerini uygulamaya çalışıyor. Rusya, özellikle Rus soydaşlarını destekleme, Rus dilinin etkinliğinin korunması, kısacası komşu devletlerin iç politikasına karışma konusunda STK’ların kullanımını artırmak niyetinde. 2004 ulusa sesleniş konuşmasında Putin, Rusya’nın 1990’larda oluşan zorlukları aştığını ve istikrara kavuştuğunu açıklamıştı. Daha sonraki ulusa sesleniş konuşmaları, Rusya’nın uzun vadeli gelişme stratejisinin parçaları olarak tasarlanmıştı. Bu yılki konuşma da bunlardan biridir. Ancak öbürlerinden çok daha iddialı olduğu göze çarpıyor. Yeni teknolojilere vurgu yapan Putin, ülkenin gelişmesinde devletin yardımcı rol oynaması gerektiğini belirtti. Bu bağlamda Putin, gemicilik ve uçak yapımı sektörlerinde büyük devlet şirketlerinin kurulduğunu belirtti. Bu eğilime uygun olarak Rusya’nın sivil ve askeri atom endüstrisi alanında da dev bir yekpare şirket kuruldu. Stratejik amaç olarak belirlenen yeni teknolojilerin geliştirilmesi alanında özellikle nanoteknolojilerin geliştirilmesi de amaçlandı. Bu amaca özel olarak Rusya Nanoteknoloji Kurumu’nun kurulacağı belirtildi. Putin, altyapı ve sosyo-ekonomik problemlerin çözülmesi için uzun vadeli stratejilerin geliştirilmesinden de bahsetti. Tarım sektörünün canlandırılmasına özel önem veren Putin, ayrıca elektrik ve ulaştırma sektörlerinin de devlet öncülüğünde geliştirileceğini açıkladı. Bu kapsamda 26 yeni nükleer santralin kurulması, yeni büyük çaplı hidroelektrik santrallerinin kurulması, elektrik enerjisi üretiminde Rusya’nın muazzam kömür kaynaklarının kullanımının artırılması, limanların ve havaalanlarının devlet desteğiyle geliştirilmesi, Volga-Don ve Volga-Baltık kanallarının modernizasyonu planlandı.Bir Rus gazetesine göre bu iddialı projeler Sovyet dönemindeki asrın inşaatları ile benzerlik taşıyor. Gerçekten de Volga-Don kanalıyla ilgili plan başta olmak üzere söz konusu projeler tarihin tekrarı gibi görünüyor. İkinci elektrikleştirme (elektrifikatsiya), yani elektrik enerjisinin üretiminin ve dağıtım ağlarının geliştirilmesinin yapılacağını belirten Putin, bilerek Lenin’in elektrik enerjisi ile ilgili ünlü sözlerini anımsatmış oldu. Sosyalizm demek Sovyet iktidarı artı bütün ülkenin elektrikleştirilmesi demektir . Aslında bu formül ülkenin sanayileşmesi ve modernleşme hamlesine işaret ediyordu ve zamanla ideoloji yerine Sovyet meşruiyetinin temeli haline geldi. Sosyalist sistem içerisinde Sovyetler Birliği’nin gelişme ve modernleşme sınırlarına ulaşması, ülkenin çöküşüne zemin hazırlayan en önemli etkendi. Şimdi ise Rusya’da yeni bir modernleşme hamlesi bugünkü iktidarın meşruiyet temeli haline getiriliyor. Bu sene yapılacak olan Duma seçimlerini yılın en önemli olayı olarak adlandıran Putin, bu seçimlerin devlet politikasının devamlılığı açısından bir gösterge olacağını kaydetti. Bütün bunlara ek olarak Putin, konuşmanın çeşitli yerlerinde ülkenin gelişmesi açısından milli kültürün, dilin, sanatın, bilimin ve aydınların önemine geniş bir yer ayırdı ve bunlara
verilecek somut devlet desteğinden bahsetti. Putin ayrıca, her bir proje için ayrılması planlanan para miktarı konusunda da bilgi verdi. Putin, önceki konuşmalarda olduğu gibi BDT coğrafyasına öncelikli önem verdiğinin altını çizdi. Putin, Şangay İşbirliği Örgütü’nü (ŞİÖ) de anmadan geçemedi. Putin’e göre Rusya, Avrasya coğrafyasında ekonomik bütünleşmenin öncüsü olmalıdır. Putin, ŞİÖ ve Avrasya Ekonomik Topluluğu (AET) söz konusu olduğu zaman, ekonomik bütünleşme ve milli güvenlik kavramlarının eşanlamlı olduğunu vurguladı. Diğer bir ifadeyle Putin, Avrasya coğrafyasında (ve belki de özellikle Rus-Çin ilişkilerinde) barış ve istikrarın sağlanması açısından ekonomik bütünleşmenin ön şart olduğunu belirtti.Avrasya coğrafyasında bütünleşme konusunda Putin, somut bir öneri de dile getirdi. Bu öneri, Karadeniz ve Hazar denizlerini birleştiren Volga-Don kanalının ikinci hattının inşa edilmesi ile ilgilidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir