İçeriğe geç

Kayı 2: Cihan Devleti Kitap Alıntıları – Ahmet Şimşirgil

Ahmet Şimşirgil kitaplarından Kayı 2: Cihan Devleti kitap alıntıları sizlerle…

Kayı 2: Cihan Devleti Kitap Alıntıları

Rabbinin Gel buyruğu tatlılıkla erince
Ona doğru can kuşu nice uçmasın nice?
Şunu da iyice bilmeni isterim.
Bu dünyada üç türlü insan vardır:

Birincisi akıl ve fikirleri yerinde, geleceği az çok gören ve düşü­nen, hiçbir anormallikleri olmayan kimselerdir.

İkincisi, yolların doğru veya eğri olup olmadığını bilmekten uzak olan kimselerdir. Ama bu duruma kendi istekleriyle değil, çevre etki­siyle düşmüşlerdir. Nasihat edildiğinde, kafaları alır ve kabul eder, söz dinlerler. Çoğu zaman, duyup, işittiklerine uyarak yaşarlar.

Üçüncüleri ise, ne kendileri bir şeyden haberdarlardır ve ne de yapılan ikazlara, nasihatlere kulak asarlar. Sadece kendi arzularına uyar ve her şeyi bildiklerini sanırlar. Bunlar diğerlerinden daha âdi, daha alçaktırlar.

Ey oğul!

Yüce Allah eğer seni ilk sırada saydığım kişiler arasında yarat­mışsa, sevinirim. İlkinden değil de, ikinciler gibiysen, sana yapılan nasihatlere kulak vermeni tavsiye ederim.

Sakın üçüncü guruba dahil olmayasın! Onlar ne Allah’a, ne de insanlara karşı iyi bir durumda değildirler.

Padişahlar, elinde terazi tutmuş bir kimseye benzerler. Sen pa­dişah olunca teraziyi doğru tutmanı isterim. O zaman yüce Allah da, senin iyiliğini arzular.

Aşık olan kimsede nâmus u âr etmez karar
Dökseler bir katre âbı mahvolur nâr üstüne

[Aşık olan kimsede namus ve ar ne gezer.
Ateş üstüne su dam­laları dökülürse mahvolur gider.]

Lalezârun seyrin eyler bâğ-ı dehre aldanan
Bize seyr ettür cemalün çeşm-i hûnhâr üstüne

[Dünya bağının güzelliğine aldanan ancak lale bahçelerinde oyalanır.
Bizim ise sana ağlamaktan gözlerimiz kan dolu lalelere benzedi. Güzel yüzünü bize göster de göz yaşlarımız dinsin.]

Her kişi dünyada meşgul oldu bir kâr üstüne
Sana meşgul olmuşuz biz kâr-ber-kâr üstüne

[Ey sevgili, dünyada her insan bir işle uğraşarak ömür tüketmek­te.
Biz ise bu kadar işi bir yana bırakıp yalnızca seni iş edindik.]

Gerçi-kim haddim değüldür buseni kılmak dilek,
Arif olan çün bilür anı ne lazım söylemek.
Her ki dünyaya gelir ahir ölüm camın içer
Ne aceb menzil kimi konar kimi göçer.
Son pişmanlık ıssı etmez imiş
Gussası tâ ölünce gitmez imiş
Bu dünyanın cefasından sefasına nöbet gelmez.
Fazl-ı Rahman’a istinâd edelim
Namını halvet üzere yâd edelim

Bu fena devletinden el çekelim
Mezraa-i dilde hub hub ekelim

Daima nefs ile cihad edelim
Tayy-ı ser menzileti murad edelim

Bize mi ısmarladılar bu yalan dünyayı
Varalım zikr edelim bir iki gün Mevlayı
Ehl-i tecrî din külâhı tâc-ı istiğnasıdır
Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır
Şah keremli olunca daha ne gerek
Şahın lütfuna sade bahane gerek
Minnet Hudâ’ya devlet-i dünya fena bulur
Baki kalur sahife-i âlemde adımız
Bir kafeste iki aslan, bir kında iki Kılıç olmaz.
Sultanü’l-berreyn ve hakanü’l-bahreyn Anadolu ve Rumeli’nin sultanı, Akdeniz ve Karadeniz’in hakanı, Fatih Sultan Mehmed’in Topkapı sarayının giriş kapısında yazdırmış olduğu unvanı idi.
Akşemseddin fetih gününü tayin ederek şu müjdeyi verdiler: “ Ol gün subh-ı sadıkda tam bir ihlas ve himmetle falan yerden hisara yürüyüş ola. İzn-i Hüda ile Zafer kapısı açılıp surun içi ezan sedaları ile dola.
İstanbul’da kardinal şapkası görmek yerine sultan sarığını görmek daha iyidir.
Muhalif grup Çandarlı Halil paşa etrafında toplanıyordu. Padişahın bu muhalefetten fena halde canı sıkıldı ve : “ Ol kalenin benim elimde feth olunması mukadder olmuş ise burc u baruları taştan değil saf demirden dahi olmuş olsa, kahraman-u gadap ateşimle eritip mum gibi eylerim” diyerek fikrinde ısrar etti.
Sultan Mehmed’in huzuruna gelen Bizans elçilerine ilan-ı harp etmesi,” artık gerçeği görünüz, İstanbul benim olacaktır. Kan dökülmesin diyorsanız, bir an önce teslim ediniz ya da savaşa hazırlanınız” demiştir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Meşhur Bizans tarihçisi Dukas, II.Murat Han hakkında şunları söyledi: “ Allah bilir ki Murad halka karşı daima teveccühkar ve fukaraya karşı cömert idi. Bu lütufların yalnız kendi ırkından ve dininden olanlara değil Hrıstiyanlara da izbal ederdi. Hrıstiyanlarla yaptığı yeminli muahedelerin hükümlerine riayet ederdi.
Kul günah eylemese affa mukârin olmaz!
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Şah keremli olunca daha ne gerek
Şahın lütfuna sade bahane gerek
Sultan Mehmed: “Artık gerçeği görünüz, İstanbul benim olacaktır. Kan dökülmesin diyorsanız, bir an önce teslim ediniz ya da savaşa hazırlanınız.”
“Gidiniz ve imparatorunuza deyiniz ki; şimdiki padişah öncekilere benzemiyor. Onların yapamadıkları şeyleri bu kolayca yapabilecektir. Onların istemedikleri şeyleri, bu isteyecek ve yapacaktır. Şimdiden sonra bu husus için gelenlerin derisi yüzülecektir.”

Fatih Sultan Mehmed Han

“Bu dünyada üç türlü insan vardır:

Birincisi akıl ve fikirleri yerinde, geleceği az çok gören ve düşünen, hiçbir anormallikleri olmayan kimselerdir.
İkincisi, yolların doğru veya eğri olup olmadığını bilmekten uzak olan kimselerdir. Ama bu duruma kendi istekleriyle değil, çevre etkisiyle düşmüşlerdir. Nasihat edildiğinde, kafaları alır ve kabul eder, söz dinlerler. Çoğu zaman, duyup, işittiklerine uyarak yaşarlar.
Üçüncüleri ise, ne kendileri bir şeyden haberdarlardır ve ne de yapılan ikazlara, nasihatlara kulak asarlar. Sadece kendi arzularına uyar ve her şeyi bildiklerini sanırlar. Bunlar diğerlerinden daha âdi, daha alçaktırlar.

Ey oğul!
Yüce Allah eğer seni ilk sırada saydığım kişiler arasında yaratmışsa, sevinirim. İlkinde değil de, ikinciler gibiysen, sana yapılan nasihatlere kulak vermeni tavsiye ederim.
Sakın üçüncü gruba dahil olmayasın! Onlar ne Allah’a, ne de insanlara karşı iyi bir durumda değildirler.

Padişahlar elinde terazi tutmuş bir kimseye benzerler. Sen padişah olunca teraziyi doğru tutmanı isterim. O zaman yüce Allah da, senin iyiliğini arzular.”

II. Murad Han

“Bu dünyanın cefasından sefasına nöbet gelmez.”
“Ehl-i tecridin külâhı tâc istiğnasıdır
Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır.”
2.Murad han on sekiz yaşında iken 25 Haziran 1421’de Bursa’da tahta çıktı.Ceddi Yıldırım Bayezid’in damadı büyük âlim Emir Buhari hazretlerinden kılıç kuşandı ve dualarını aldı.
Sırrıma sakalımın bir tek telinin vâkıf olduğunu bilsem onu yolar atarım.
Sen vilayet yıkmayı padişahlık mı zannettin?
Beylik istersen ey aklı olan kişi
Bu şahların gölgesinde al yerini
Zulüm ateşiyle tutuşturdukları kitaplar ve belgeler ayrılık ateşiyle yananların gönülleri gibi alev alev yandı.
Kayserin kasrında örümcek perdedar olmuş
Afrasiyab’ın sarayında baykuşlar ötüyordu
Unutmayınız ki parlak bir muharebe için üç ana şart vardır.iyi niyet,kötü hareketten çekinme ve amirlere itaat.
Bizanslılar bu dehşete karşın halkın maneviyatını yükseltmek için sarayda bulunan Meryem tasvirini sokaklarda dolaştırıyordu
Dünya devleti müebbet olmaz ve bu cihan- ı fanide kimse devamlı kalmaz.Kişinin yaratılmasındaki maksat,bir olan Allah’ı tanımak ve yaşandığı müddetçe O’nun dergâhına yaklaşmaya çalışmaktır.En faziletli insan küfür ve dalalet içinde bulunanlara karşı savaşandır.
Kul günah eylemese affa mukarin olmaz!
Bir okun açtığı yara zamanla kapanır da
Dilin açtığı yara hiç bir zaman şifa bulmaz
Gayretli isen var dil getir.Hünerin var ise bir iş bitir.
Tarih, insanlığın ölümsüz romanıdır.
Zira insanlar fikir, anlayış ve zeka bakımından ne derecede ileri olursalar olsunlar bu meziyetler,kendilerini başkalarıyla müşavere etmekten geri koymamalıdır
Gönüldeki aşk derdinin dermanı ölmek imiş, bilemedim.
Tek o dert ile öleyim de ayrılığının acısını çekmeyeyim.
Ey Avni Sevgilinin aşkının gereği olan eziyet dert ve üzüntüye layık olabilmek için senin gibi eziyet ve sıkıntı çeken nerede var?
Senin bunları çekmen ne büyük saadettir.
Ah gönlüm eyvah gönlüm, vah gönlüm
eyvah gönlüm.
Her ki dünyaya gelir âhir ölüm câmın içer
Ne aceb menzil kimi konar kimi göçer
Mademki ecel gelince ,herkesi sulh ettirip (musallada helallaştırıb) aradaki çekişmeye son verdirir. O halde dünya için bu kuru kavga da ne oluyor.
Öte yandan kanunnamede bu uygulamanın nizam-ı alem için yapıldığı belirtilirken, devrin kaynaklarında meşruiyeti göster­mek bakımından şu hukuki prensipler veya siyasi gerekçeler göze çarpmaktadır.

Fitne adam öldürmekten daha kötüdür.
Umumi bir zararı def edebilmek için hususi bir zarar tercih olunur.
Bir kafeste iki aslan, bir kında iki kılıç olmaz.
Kangren olan kolun kesilmesi bütün vücudu kurtarmak için zaruridir.
Bütün bu ifadeler ve hükümler, devlet bütünlüğünün parçalanmasına, binlerce Müslüman’ın ve askerin ölümüne, köy ve şehirlerin felaketine ve cihat hizmetinin durmasına yol açacak olan kardeş kavgalarının önüne geçebilmek için bir veya birkaç kişinin ortadan kaldırılmasını gerekli kılıyordu.

Fatih Sultan Mehmed, alim, derviş ve şairlerle şakalaşmaktan hoşlanır, hatta onların bazı garip telakki edilebilecek tavırları ve sözlerini dahi müsamaha ile karşılardı. Nitekim rivayet ederler ki bir gün suret değiştirip (tebdil-i kıyafet) giderken, bir derviş kendisini tanımış, yanına varmış ve:

Allahu Teala Hazretleri yüz yirmi dört bin peygamber yarattı. Ol peygamberlerin her birinin aşkına bana bir akçe ver demiş. Sultan Mehmed görmüş ki dervişin istediği parayı vermek güçtür. Gülerek:

Hoş sen ol peygamberlerin her birinin bir bir adın söyle ben de akçeleri vereyim dedi. Derviş bunca peygamberin adını nereden bilecekti. Ancak on-on beş tanesinin ismini söyleyebildi. Daha fazla söylemeye kadir olamayınca Fatih dahi akçe vermekten kurtuldu.

Fatih Sultan Mehmed soğukkanlı ve cesur idi. Bu özelliğinin en güzel misalini, Belgrad muhasarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü zaman önlerine geçip düşman hatlarına girerek gösterdi. İstanbul muhasarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi bu cesaretinin büyük bir örneğidir.

Çok merhametli ve müsamahalı idi. Kendisine elli gün muka­vemet eden ve birçok Müslüman’ın şehit edilmesine sebep olan İs­tanbul şehri ve onun sakinleri hakkında gösterdiği merhamet, aklın alamayacağı genişliktedir. Halbuki o devir Avrupa’sında muzaffer bir kumandan, zaptettiği şehrin halkına görülmedik zulüm ve işkence yapmakta kendini haklı görürdü. Fatih vicdan hürriyetine büyük kıymet verirdi. Gayrı müslim tebaasının din ve mezheplerine asla dokunmadı, herkesi vicdani inanışında serbest bıraktı. İstanbul’un imarında ücret karşılığı kullandığı Rum esirlerine, biriktirdikleri paralarla hürriyetlerini satın alma imkanını sağladı. Bu müsamaha o devir dünyasının hayalinden bile geçirmediği bir olgunluk eseri idi.

Batılıların iddialarına göre şehre giren Türkler, mabetleri yık­mışlar veya yakmışlar, hiçbir şey bırakmamışlardır. Halbuki bunları yıkan ve yakan yine kendileridir. Bizanslılar surlarda açılan gedikle­rin tamirinde kullanılmak üzere yüzden ziyade kilise yıkmışlardır.

Hoca Sadeddin Efendi de, sefer için Üsküdar yakasına geçen Fatih’in o günlerde vücudunda bir kırgınlık olduğunu, fakat buna rağmen sefere koyulduğunu söyler. Üsküdar’da birkaç gün kaldıktan sonra Gebze’ye doğru yola koyulduğunu ifade ettikten sonra; Tekfur çayırına gelip konduğu gün, hali iyice sarsılmış, ağrıları da epeyce artmış bulunuyordu, der. Ve bu ağrıların Onu ölüme götürdüğünü fark ettiğini şu sözleriyle ima eder:

“Yaşamdan kalan son ve kısa an içinde kandildeki yağ tükenmek üzere iken, kelime-i şahadet getirmekle zamanını geçiriyordu. Böylece Allah’ın hoşnutluğuna ulaşmak umudunda olup, cihan saltanatından göz yumup değeri ölçülemeyen o tatlı can kuşu, illiyîn makamlarını seyre dalmış, kutluluk bahçelerinde kanat açmakla irci’î –bana dön- fermanına uymuş böylelikle de devleti güneşi sönüp batmıştı”.

Ancak Fatih öncelikle Uzun Hasan seferinde iken Venediklilerle işbirliği eden Karamanoğlu Kasım Bey beyliğinin bazı kalelerini (Ermenek, Silifke, Sığın, Korku, Develi hisar vb.) tekrar ele geçirip Karamanoğulları meselesine son vermek istiyordu.
Fatih ise seferlerinde uyguladığı gizlilik prensibini ilk kez çiğniyor ve Uzun Hasan’a mektup göndererek hazır olmasını, baharda üzerine yürüyeceğini bildiriyordu.

Fatih mektubuna: Kuvvet ve kudret ancak Cenab-ı Hakk’a mahsustur dedikten sonra şöyle devam etmişti.

Bundan önce annenin ricası ile pençe-i gazabımdan kurtulmuştun. Biz de seni ıslah olmuş ve semt-i salaha yönelmiş kabul ederek affetmiştik. Halbuki senin gibi bir zalimin benim zamanımda saltanat davasında bulunması haramdır. Senin kendin gibi birkaçına şiddet yoluyla galip gelmene, kendi topraklarında gösterdiğin gurur ve azametine hatta bütün kudret ve şevketine bizim müsaade ve müsamahamız sebep oldu. Buna rağmen gururlanarak ve kendinden geçerek padişahanem hukukunu unutarak adaletli idarem altında rahat yaşayan Tokat’a ve sonra da Karaman ülkelerine askerlerini göndererek ahaliye zulmettiğin birtakım şiddetlere başvurduğun ve rezaletlere sebep olduğun malumumuzdur.

Onun için cezanı vermek üzere bu yılın baharında harekete karar verdik. Seni affetmek katiyen düşünülmemektedir. Beyhude zahmet çekme. Bundan sonra elçimiz ok ve görüşme dilimiz kılıçtır. Sen vilayet yıkmayı padişahlık mı zannettin? Çekinmeden, korkmadan topraklarımıza tecavüz ettiğin için kılıcımız senin göğsünde kana bulanmalıdır. Mert isen meydana gel. Namert gibi delikten deliğe girme. Hazırlıklarını yap, haber verilmedi deme. Zira ki vücud-ı habisin arza-i telefdür ve bu babda özür ve bahane bertaraftır.

Fatih’in Bosna rahiplerine verdiği ahitname Osmanlıların din adamlarına yaklaşımını ve inanç özgürlüğüne verdiği değeri gösterdiği kadar Bosnalıların veya Balkanlardaki milletlerin hiçbir zorlama olmadan İslamlaşmasına da ışık tutmaktadır. Ahitnamenin sureti şu şekildedir:

Yardım Allah’tandır.
Ben ki, Sultan Murad Han oğlu Sultan Mehmed Han’ım.
Üst ve alt tabakada bulunan bütün halk tarafından şu şekilde bilinsin ki, bu fermanı taşıyan Bosna rahiplerine lütufta bulunup şu hususları buyurdum.

Söz konusu rahiplere ve kiliselerine hiç kimse tarafından engel olunmayıp rahatsızlık verilmeyecektir. Bunlardan gerek ihtiyatsızca memleketimde duranlara ve gerekse kaçanlara emn ü aman olsun ki, memleketimize gelip korkusuzca meskun olsunlar ve kiliselerinde yerleşsinler. Ne ben ne vezirlerim ve ne de halkım tarafından hiç kimse bunlara herhangi bir şekilde karışıp incitmeyecektir. Kendilerine, canlarına, mallarına, kiliselerine ve dışarıdan memleketimize getirecekleri kimselere dahi.

Yeri ve göğü yaratan Allah hakkı için, Ulu Peygamberimiz hakkı için, yedi Mushaf hakkı için, yüz yirmi dört bin Peygamber hakkı için ve kuşandığım kılınç hakkı için en ağır bir yemin ile yemin ederim ki;

Yukarıda belirtilen hususlara söz konusu rahipler benim hizmetime ve benim emrime itaatkar oldukları sürece hiç kimse tarafından muhalefet edilmeyecektir.
28 Mayıs (1 Muharrem sene H. 883- M. 1478)

Oysa Fatih, Bosna’yı aldığı zaman Bogomil mezhebindeki Bosna Hıristiyanları hakkında çok müsamaha göstermişti. Bogomillerin Hazret-i İsa’yı Allanın kulu ve peygamberi tanıyan inançlarının Müslümanlarla aynı oluşu; Türklerin, Katoliklerin aksine din ve vicdan hürriyetine hürmet etmeleri ve nihayet adil idareleri Bosna halkını hayran bırakmıştı.

Birkaç asırdır Katolik kilisesinin ve bu mezhepteki kralların ve Macarların zulüm ve baskılarına maruz kalan Bosnalılar, Türklerdeki her güzelliğin dinlerinden geldiğini çabuk kavradılar. Bu itibarladır ki bir millet hep birden denecek şekilde İslam dinini kabul etti.

Fatih Sultan Mehmed’in tertiplediği şenlikte ilk gün ulemanın, ikinci gün fukaranın ve halkın nihayet üçüncü gün beylerin ve askerin davet olunmaları ziyafetin kendisinden daha büyük bir mana taşımaktadır. Ziyafet ağırlamak ve değer vermek olduğuna göre burada Fatih’in sosyal tabaka ve zümreler karşısında aldığı tavır, kendisini açıkça göstermektedir. Onun nazarında toplum içinde itibar edilmesi gereken birinci sınıf alimlerdir. İkinci sınıf fukara kesim ve genel olarak halktır. İdareci sınıf, ordu ve beyler ise en sonra gelmektedir.
İstanbul’a gelenlerin bazıları yerleştikleri semtlere geldikleri yerlerin adını verdiler. Anadolu’dan ilk gelenlerin arasında Bursalılar; Eyüp Sultan’a, Trabzonlular; Bayezid Camii civarına, Çarşamba Ovası halkı; Çarşamba semtine; Tireliler; Vefa semtine, Kastamonulular; Kazancı Mahallesine, Gelibolulular Tersaneye, Sinop ve Samsunlular: Tophane’ye , Eğridirliler Eğrikapı’ya, İzmirliler Büyük Galata’ ya, Aksaraylılar; Aksaray’a, Konyalılar Fatih’e iskan edildiler. Diğer Müslüman Türkler umumiyetle Üsküdar’ı tercih etmişlerdir.
Yetişmez mi bu şehrin halkına bu nimet-i Bârî
Mihmandâr-ı Resulillah Ebâ Eyyûbi-i Ensâri.
İşte bu uygulamalara atıfta bulunan Fransız tarihçi Jean Paul Roux: “Avrupalılar halkı krallarının dininde görmek isterler. Bunların aksine Türkler, cihanşümulluğu benimseyip hayata geçirmişler, barış içinde bir arada yaşamayı içtenlikle savunmuşlardır. Böylece dünya medeniyetine en büyük katkıyı bu hususta yapmışlardır. demekten kendini alamaz. Avrupalıların bu medeniyetten ne kadar nasipdar oldukları ise ayrı bir konudur.
Üsküdar bir ulu rüyâyı görenler şehri,
Seni gıptayle hatırlar vatanın her şehri,

Hepsi der: Hangi şehir görmüş onun gördüğünü?
Bizim İstanbul’u fethettiğimiz mutlu günü.

Elli üç gün ne mehâbetli temâşa idi o. Sanki halkın uyanık gördüğü rüyâ idi o.

Şimdi beş yüz sene geçmiş o büyük hatıradan
Elli üç günde o hengâme görülmüş buradan,

Canlanır levhâsı hâlâ beşer ettikçe hayâl;
O zaman ortada, her saniye gerçek bir hâl.

Gürlemiş Topkapı’dan bir yeni şiddetle daha.
Şanlı namıyle büyük top denilen ejderha.

Sarf edilmiş nice kol kuvveti gündüz ve gece.
Karadan sevk edilen yüz gemi geçmiş Haliç’e

Son günün cengi olurken, ne şafakmış o şafak.
Üsküdar, gözleri dolmuş, tepelerden bakarak,

Görmüş İstanbul’a yüzbin meleğin uçtuğunu,
Saklamış durmuş, asırlarca, hayâlinde bunu.

Peygamber efendimizin “Kostantiniyye (İs­tanbul) mutlaka fethedilecektir. Orayı fetheden emir ne güzel emir, o ordu ne güzel ordudur” müjdesine nail oldu­ğunu gören genç padişah, atından inerek şükür secdesine kapandı. Böylece, 21 ya­şında İstanbul’u fethederek FATİH unva­nını alan Sultan II. Mehmed, öğleden sonra maiyyetindeki vezir, ulemâ ve sair ileri gelen devlet adamları ile birlikte, muhteşem bir alayla Topkapısı’ndan şeh­re giriyor; eski bir çağı nihayete erdirip yeni bir çağı başlatıyordu.
Yeniçeriler arasında, iri yarı, Ulabadlı Hasan isminde bir yeniçeri kalkanını sol eli ile başının üzerinde tutarak sağ elinde palası olduğu halde ilk önce surun üstüne çıktı. Bunu müteakiben otuz kadar yeni­çeri derhal surun üzerinde göründüler ise de müdafilerin ok ve taşları ile on sekizi şehid edildi. 

Ulubadlı Hasan, yaralanma­sına rağmen kalkanını siper yaparak pek çok arkadaşının sur üstüne çıkmasına yardımcı oldu. Nihayet o da büyük bir ta­şın isabeti ile surdan aşağı yuvarlandı. Surlardan atılan ok ve taş darbeleri altın­da şehadet mertebesine kavuştu. Ancak yeniçeriler de artarak sur üzerinde tutunmuş bulunuyorlar ve mütemadiyen destekleni­yorlardı.

Güzel bahtı yar oldu padişahın
Delik deşik oldu duvarı hisarın

Fetih yüzün gösterdi gediklerden
Fethin âyeti okundu her yönden

Genç padişah da zaman zaman birliklerin içine kadar giriyor, yorulmuş olanları takviye ediyor ve hücumun her an aynı şiddetle devamını temin ediyordu. Buna rağmen gerek merkezden gerekse diğer kollardaki hücumlardan bir netice alınamadı.

Sultan Mehmed, üçüncü kolu harekete geçirmeden evvel abdest alarak sabah namazını kıldı ve ellerini açarak şöyle niyaz etti:

Ey Allahım! Sen rızık veren ve her şeyi bilensin. Tek sensin ve hiçbir şeye muhtaç değilsin. Doğmamışsın ve doğurulmamışsın. Buna rağmen kafirler, teslisi ortaya atıp Baba-Oğul-Rtlhu’l-Kudüs üçlüsünü getirdiler. ‘Benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir Peygamberi müjdeleyin’ ayetini İncil’in sayfalarından çıkardılar. Kuran-ı Kerim’deki ‘Siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içerisindesiniz’ ayetine muhatap oldular. Yarabbi! Ben aciz kulunun tek arzusu ise sana inanmayanlarla savaşıp elimden geldiğince sana layık iş yapmaya çalışmaktır. İrade senin, güç senin, kudret senin, yardım senindir. Bize sabır ver, sebatımızı artır. Bu inkar eden millete karşı bize yardım et!

Şunu da ifade etmek gerekir ki bazı yazarlar şahi toplardan bahsederken sadece Urbanın adını zikretmekle yetinir ve Osmanlı mühendislerine hiç yer vermezler. Oysa 1389’dan beri top kullanmaya başlayan Osmanlılarda top döküm sanatı oldukça ilerlemiş bulunuyordu. Fatih’ in kendisi de topçuluk konusunda uzman olup topların balistik hesaplarını bizzat yapıyordu.

Şahi toplardan biri Urban’a ait iken diğerleri Mimar Muslihiddin ile Saruca Sekbanın eseriydi. Çok övülen Urbanın topu ise İstanbul kuşatması sırasında fazla ısınmaktan patlayacak ve kullanılmaz hale gelecekti. 

Zaman zaman bizzat padi­şahın da çalışmalara iştirak et­mesi neticesinde günümüzde Rumeli hisarı diye anılan Os­manlıların Boğaz kesen Yunan­lıların yolları kesen dedikleri hi­sar dört ay gibi kısa bir sürede bütün haşmetiyle ortaya çıktı. Kale karşıdan ve uzaktan sey­redildiğinde Hazreti peygam­berin ve Fatih’in ismi olan Muhammed kelimesinin Arapça yazılışını andırıyordu.
Bilmedim derd-i dilin ölmek imiş dermânı
Öleyim derd ile tek görmeyeyim hicrânı
Mihnet ü derd ü gama olmağ için erzânî
Avniyâ sencileyin mihnet ü gam-keş hanı
Gönül eyvây gönül vây gönül eyvây gönül
Rabbinin Gel buyruğu tatlılıkla erince
Ona doğru can kuşu nice uçmasın nice?
Bu dünyada üç türlü insan vardır:

Birincisi akıl ve fikirleri yerinde, geleceği az çok gören ve düşünen, hiçbir anormallikleri olmayan kimselerdir.

İkincisi, yolların doğru veya eğri olup olmadığını bilmekten uzak olan kimselerdir. Ama bu duruma kendi istekleriyle değil, çevre etkisiyle düşmüşlerdir. Nasihat edildiğinde, kafaları alır ve kabul eder, söz dinlerler. Çoğu zaman, duyup, işittiklerine uyarak yaşarlar.

Üçüncüleri ise, ne kendileri bir şeyden haberdarlardır ve ne de yapılan ikazlara, nasihatlere kulak asarlar. Sadece kendi arzularına uyar ve her şeyi bildiklerini sanırlar. Bunlar diğerlerinden daha adi, daha alçaktırlar.

Ey oğul! Yüce Allah eğer seni ilk sırada saydığım kişiler arasında yaratmışsa, sevinirim. İlkinden değil de, ikinciler gibiysen, sana yapılan nasihatlere kulak vermeni tavsiye ederim. Sakın üçüncü gruba dahil olmayasın! Onlar ne Allah’a, ne de insanlara karşı iyi bir durumda değildirler.

Ben nice ihtiyarlar görmüşümdür, çok yaşlandıkları halde hemen hiç doktor yüzü görmemişler ve hayatlarını sağlıkla tamamlamışlardır. Bunlar hep perhiz sayesindedir. Onlar gençliklerinde bile perhize dikkat etmişlerdir. Çünkü hayatın sonlarında doktor eline düşmek, insana dayanılmaz acılar çektirir.
Ben, bu çile ve ızdırablar dünyasında çektiklerimin karşılıklarının, Allah tarafından, gelecek, başka bir dünyada verileceğine inanıyor ve O’na her an yalvarıyorum. Ayrıca, kendi halimden de son derece memnunum.

Öyle ki, yarın ecelim gelse, önünden bir adım bile kaçıp sakınmaya yeltenmem. Belki daha çok memnun ve müteşekkir kalırım. Çünkü, bu şekilde dünyamı değiştirip, yeni, yepyeni bir aleme gideceğime sevinir, belki uçardım. Çünkü, benim gitmekte olduğum dünyanın, geldiğin, içinde yaşadığım bu dünya ile, bu ölümlü hayatla hiçbir ilgisi, hiçbir benzerliği yok. Oranın, buradan, yüz binlerce yönden mükemmel ve üstün olduğunu biliyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir