İçeriğe geç

Karaçam Ormanı’nda Kitap Alıntıları – Fatih Balkış

Fatih Balkış kitaplarından Karaçam Ormanı’nda kitap alıntıları sizlerle…

Karaçam Ormanı’nda Kitap Alıntıları

İnsan yaşayacağı yeri seçerken önce insansızlıkla korkutuyor kendini. İnsansız bir yer özlemi duyuyor ama gerçekte insansızlık bizim kökten gerçekliğimizi sarsıyor.
Benim gerçeğim ölüler ordusunun bir parçası.
Çünkü bu yaşanan, demişti kadın yazar, sonsuz bir örtünme, sonsuz bir kapanma, sonsuz bir cendere, hayal edebildiğim şey sonsuz bir açıklık, boşluk, hani taşranın da kırsalın da ötesi, dağların insansızlığın da ötesi, çorak vadilerin de ötesi, buzullarinr da ötesi
İnsan yeniden kendisi olacağına, kendisi gibi olacağına, eski ben’ ine geri döneceğine dair söz verebilir mi? Yitirilmiş olanı, zamanda donmuş, koca bir sessizliğe gömülmüş olanı şimdiye taşıyabilir mi? Hem taşısa bile ne bulurdu ki karşısında?
Maske, kimliğin gizli yüzü. Hiçbir yere ait olmayan, hiçbir zamana ve aşka.
Herkesin kolayca açığa çıkan bir hikâyesi vardır ve bu hikâye içinde felaketleri, ölümleri barındırsa da tuhaf bir basitliğe indirgenir.
Her ülke kendi kıyım tarihiyle bir gün yüzleşmek zorunda kalacak.
Mutlu bir toplum olamayacağız, mutlu ailelerin, mutlu bireylerin olmadığı bir dünyada ve dahası bu nedeni belirsiz mutsuzluğun içine doğuyor olmanın acısıyla yaşayacağız.
Ölümü düşünüyordum ama aklım bana bunun ölümle açıklanamayacağını dayatıyordu. Ölüm değildi bu, ölü bir bedenin içinde kımıldamaya çalışmaktı.
İnsan kendi kayıplarının bir ansiklopedisini yapmalı, belki de böylece yazılmış en gerçekçi kitabı yazmış oluruz.
Ölüm düşüncelerimde, anılarımda neden bu kadar baskın? Kaybettigim dostlarım olduğu için mi? Kendi ölü zamnlarımı neden diriltiyorum, neden ölü kendimden kurtulamıyorum
Neden ölüleri üzgün halleriyle değil de gülümsemeleriyle hatırlıyorum? Neden ölüleri hatırlamak beni mutlu ediyor? Belki de onların mutlu olduklarına inanmak için. Belki de aslında başlarına gelen en güzel şey olduğunu düşünüyorum.
Karşı düşüncenin, yaşamı barındıran küçük bir umudu taşıyan cümlelerin kovalandığı ve ölüme daha geniş yer açan sessizliklerin içeri davet edildiği bir dünya burası.
fırsatçılık beni tiksindiriyor, fırsatçı yazarlar beni tiksindiriyor, fırsatçı aileler, fırsatçı bir halk, fırsatçı takımlar ve fırsatçı bir toplum beni tiksindiriyor. Bulaşıcı bir fırsatçılık, temelinde büyük aşağılanmışlığın getirdiği bir gözü doymazlığın beslediği zayıf kişilik, başkalarının mutsuzluğunda kendi mutluluğunu doğuruyor.
Bugün baskı altında kalan yazar bilenmiyor, baskı altındaki yazar alet çantasının dibinde duran baltasını almak yerine metaforlarla dolu bir dünya kurmaya çalışıyor, kendi de bu sürrealist dünyada bir metafora dönüşüyor.
Türk basını ve edebiyatı neyi ötelelemesi gerektiği konusunda uzmandır, neyi görmezden gelmesi gerektiği konusunda biriciktir. Bu devasa sessizlikte, bizdeki itiraf edilmemiş dilsizlik ve ağzı tıkanmış gerçek biçimleniyor, demişti kadın yazar.
bu ülkede her şey, devlet tarafından üzerinize atılan suçlar birer onur mücadelesine dönüşüyor. Çünkü iktidar suçun tanımıyla oynamayı, onda delikler açmayı, içini boşaltmayı seviyor. Evet, bu koskoca bir komedi değilse nedir demişti.
Ama artık hiçbir yer huzurlu değil, gidilecek yerler çoktan tükenmiş. Korkarım buradan çıkamayacağım.. Burada öfkem büyüyecek, hınç duyacağım, kin besleyeceğim
beni durduran tek şeyin, gerçekten kişiliğimin bir parçası olduğuna inandığım kararsızlığım olduğunu düşüneceğim.
Artık dünyasız bir kafaya dönüşmüştüm. İki dünya arasındaki kapılar sonsuza kadar kapanmıştı. Kalıntılar vardı, moloz yığınları vardı, ama oraya gerçekten dönmemi sağlayacak olan duygulardan yoksundum.
Burada yaşayacağım şey, çoktan yaşanmış, bitmiş. Buradaki küller geleceğin kalıntıları.
Sanki hem biliyordum, hem de bildiğimi unutmuş ve yeniden hatırlıyormuşum gibi geliyordu.
Televizyon açmıyorum, arkadaşlarıımdan ya da ailemden kimseyi aramıyorum. Saptırılmış bir gerçekliğe maruz kalan insanlardan uzak durmalıyım. Bu toplum, her şeyi büyük lokmalarla yutuyor.
Türk basını ve edebiyatı neyi ötelemesi konusunda uzmandır, neyi görmezden gelmesi konusunda biriciktir.
Nerededir bu ormanın kalbi, nereden geliyor bunca canlılığın kaynağı? Titreyen dalların, yerdeki yaprakların, birikmiş çalıların diplerindeki mantarların, çürümenin, görkemin, ayağımızın dibinden akıp giden derenin, henüz biraz önce orada olduğu anlaşılan iz bırakmış salyangozun hedefinde ne vardır?
Ah bu Karaçam Ormanı, demişti kadın yazar.Ormanda her şey toprağın bir parçası, başlangıcın ve sonun aynı anda var olduğu, hep bir başlangıçlar ve sonlar katmanları
Ben bir hayvanım, diye düşündüm. Derisi kalınlaşan, siyah tüyleri giderek boz rengini alan, soğuğa karşı giderek dayanıklı hale gelen bir hayvan. Çıplak tenimin, güneşin kavurduğu çıplak derimin gün geçtikçe kıllandığı, beni koruyan, ısıtan bir kürke dönüştüğü bir hayvanım. Soğukta öbürlerinden ayrılmış, yalnız kalmış, kürkünün içindeki sıcaklıkta ancak hayaller kurabilen bir hayvan. Karda sessizce adımlayan ve geriye baktığında hiç titremeksizin duran göllerin ve ovaların önüne kattığı yabanıl bir şey.
Bir insan bir ormanda dolaşır, bir dağa tırmanır ve dünyayı ayaklarının altına serilmiş görür. Kafamızda büyük perdeden düşüncelerle varolup, yaşamımızın aslında dünyayı kavramaya yetecek güçteki etkinliğine, yaşamımızın doğal sürüklenişi içinde ulaşamayız. Bu bir sürüklenmedir, bizi yakalandığımız yoğunluktan alıkoyar, bizi yer değiştirmeye mecbur eder, kalıcı olanla gireceğimiz ortak bir yaşama olasılığından mahrum bırakır. Oysa istencimiz büyük olanın yanında kalmaya direnirken, gerçeklikte bu düşüncelerden birer birer vazgeçmek zorunda kalırız, onlardan vazgeçmediğimizi, hep elimizin altında olduklarını, dilediğimiz zaman, diyelim bir savrulma anında, kendimizdeki bir yönelime uyumlu kılmak istediğimizde, bulundukları yerden kolaylıkla çekip alacağımızı, önümüze koyacağımızı ve inşamıza devam edeceğimizi düşünürüz.
Bu davadaki asıl gerçek neydi biliyor musun? Savcı sahteydi, iddianame sahteydi, yargıçlar sahteydi. Beni iki yıl sahte bir hapishaneden, sahte cezaevi araçlarıyla, sahte duruşma salonlarına taşıdılar ve sahte suçlamalarla itham ettiler ve iki yılın sonunda bütün bu sahtelik artık kokmaya başladığı ve bir inandırıcılığı kalmadığı için, hatta gülünçleştiği için bir anda salıverdiler. Gerçekten olan biteni gördüğünde dedi kadın yazar, size o gerçeği anlatmaktan başka bir şey kalmıyor. Gerçeğin sesini duyurabilmek için yazıyor, gerçeği daha iyi anlayabilmek için ona daha yakından bakmak istiyorsunuz.
Burada yaşadın, ama buraya ait değilsin; burada doğdun ama burada ölmeyeceksin, dedim kendi kendime.
Nerededir bu ormanın kalbi, nereden geliyor bunca canlılığın kaynağı? Titreyen dalların, yerdeki yaprakların, birikmiş çalıların diplerindeki mantarların, çürümenin, görkemin, ayağımızın dibinden akıp giden bir derenin, henüz biraz önce orada olduğunu anlaşılan iz bırakmış bir salyangozun hedefinde ne vardır?
Yeni bir dalganın gelip yeniden deniz kabuğunu içine çekmesini bekledi, ama gelgit tam da o anda başlamıştı. Yapayalnız bir deniz kabuğu, eğer ait olduğun bir denizin yoksa içindeki her şey başka bir yere ait olmak için yeniden hareketlenir. Sen bir süre sonra içi boş bir deniz kabuğuna dönüşürsün, tokluğunu, sertliğini yitirirsin. Sonunda kabuğunun zarları incelmeye başlar, zayıflar ve kırılır.
Kendimi var etmenin bir yolunu arıyordum; varolmayan kadın yürür, yürürken düşünür, başkalarını izler, adımlarını sayar, arada havanın ne kadar sıcak olduğunu hisseder, tabelalara bakar, geçmişten gelen bir anıyla oyalanır, gülümser ve kendine uzaklarda, ulaşabileceği bir hedef seçer. Söz gelimi bu bir tepe olabilir. Küçük ağaçların yamacına doğru sıralandığı ve zirvesindeki boşlukla, kendini tek katlı evlerin ötesinde var eden bir tepe, hatta ardında başka tepelerin de var olduğunu hissettiren bir yükselti.
Hiçbir şey için istek duymuyordum, bilinçsizce bir caddeden aşağı yürüyordum. Yaşadığım tam da bu değil mi?..
Bir insanın elinden her şeyini aldıktan sonra, onu acz içinde bıraktıktan, düşünsel olarak zehirledikten sonra, devletin kurumsal saçmalıklarını ve o saçma işkence mekanizmasının her saniyeye yayıldığını görmemek mümkün değil.
Devlet bunun için var, tüketmek için. Biz devleti tükettiğimizi düşünüyoruz ama devlet bütün kurumlarıyla bize kıymaya devam ediyor. Devlet insanlardaki sükûtu aldı. Devlet saldırganlaştırıyor, azgınlaştırıyor. Devlet ve toplum önce bir insanı sürgüne gönderiyor, sonra da onun cenazesinde en önde saf tutuyor. Devlet bir yazarı öldürüyor ve cenazeyi kendi kaldırıyor, tabutu kendi taşıyor. İnsan ölürken bile katiliyle yüzleşmek zorunda, katili olmadan toprağa dönemeyecek.
Duyduğum her seste kendimi var etmenin yollarını arıyorum. Seslere bölünüyorum. Kendimi onlarla çıkacağım bir yolculuğa hazırlıyorum. Başlangıçta bu çoklu varoluş, bu bölünmüşlük önemliymiş gibi görünüyordu. Ama bir yerde silinmeye başlamak demek, başka bir yerde görünür olmak anlamına gelmiyordu.
İnsan kendi kayıplarının bir ansiklopedisini yapmalı, belki de böylece yazılmış en gerçekçi kitabı yaratmış oluruz. Tek maddelik ya da en fazla beş maddelik.
Yatağıma geri döndüm. Birden ölümümü düşünmek istedim. Ölüm üzerine düşünmek, demişti kadın yazar. Ölümü hatırlamanın birden çok yolu var. Ölümün imgesi zihnimizde beliriyor, sonra bütün bu anımsamalara gülümseme eşlik ediyor. Neden ölüleri üzgün halleriyle değil de gülümsemeleriyle hatırlıyorum? Neden ölüleri hatırlamak beni mutlu ediyor? Belki de onların mutlu olduklarına inanmak için. Belki de aslında başlarına gelen şeyin, yani ölümün, başlarına gelen en güzel şey olduğunu düşünüyorum.
Bir romanı yazmış ve bitirmiş olmanın ruh hali içinde değilseniz, o romanı yayıncınıza gönderemezsiniz, romanın nasıl gittiğini soran editörünüze müjdeli haberi veremezsiniz.
Yüksek düşüncelere sahip birinin tavizli bir kafaya sıkışıp kalması düşünülemez, ben bunu görüyorum, bunu biliyor, bunun acısıyla kıvranıyorum ama tavizsiz bir kafaya sahip değilim.
PEN’in beni hatırlaması bir tesadüf mü bilmiyorum, ama iki yıldır burada gerçek bir konuğum olmadı, siz geliyorsunuz diye temizlik yapma girişimlerim oldu, ama insan yaşadığı yerin doğallığına kendini kaptırmışsa, sonunda neyi temizlemesi gerektiğini de bilmiyor. Şu kâğıt yığınlarını kaldıracak bir yerim yok, şu kitapları alabilecek raflardan yoksunum.
Türk basını ve edebiyatı neyi ötelemesi gerektiği konusunda uzmandır, neyi görmezden gelmesi gerektiği konusunda biriciktir.
Cezaların en acımasızı insanlardan koparılmışlık. Uzak tutulmak, iğdiş edilmek. Bütün yalnızlaştırılmış kahramanlar gibi, bütün yalnızlaştırılmış sıradan insanların arasında olmak. Bir yerden sonra çabalamaktan da vazgeçiyorsun, görünür olmayı reddediyorsun.
Demir sürgünün açılmasına duyulan umut. Ve o derin sessizliklerde hep birilerinin adımı çağırıyor oluşu. Emin olmak için kulak kabarttığımda sesi gerçekten de duyuyor olmam. Bu hücrede ne umabilirdi insan? Bu hücrede ne öğrenebilirdi? Boşlukta asılı kalan düşüncelerden kendisine savunmalar yapabilirdi. Özgürlüğünün ilk gününe güzellemeler yapabilirdi. Ama bunlar da acı verir bir süre sonra ve özgürlük umudu duvarda bulunan bir çatlağa, o çatlağın kıvrımlarına, ancak bir tırnağın girebileceği kadar aralanmış yarığa indirgenir. Doğal olarak susar insan, bu zorunluluktan susmayı öğrenir, kendini duymayı öğrenir, eylemsizliğin bir görkemi olduğuna inanır. Duvardaki bir çatlağın gelişigüzel kıvrılan damarlarına tırnağını sokma saplantısı, bir hücredeki en anlamlı şeye dönüşebiliyorsa, insanın çevresinde olup biten, onu girdabına alan her şeye bulaşmaya duyduğu tutku anlaşılabilir.
Mahkemeden tutukluluk kararı çıkınca kulağıma fısıldanan ilk şeydi bu. Gardiyanımla aramı iyi tutmalıymışım. Cennette huriler neyse, burada da gardiyanlar onlarmış. Bu bir ölüm kalım meselesiymiş. Öyleydi de. Onların dediği olur, onların sözü geçer, onlarla öldüğünü, onlarla yaşadığını hissedersin.
Sürekli bir yer değiştirmece, sanki beş katlı bir binanın zemin katından orta katlara, sonra çatıya ve gerisingeri yeniden zemine dönüş. Hücrem, demişti kadın yazar: Uzunluk 3 metre 40 santim, genişlik 2 metre 80 santim, yükseklik 2 metre 10 santim. Çiğ bir mavi, yer yer beyazlıklar oluşmuş, duvar diplerinde rutubet ve küf kokusu, sanki İstanbul’un uzak, yoksul semtlerinden birinde bir gecekondunun, asla isıtılmayan, yorgan ve yastıkların istiflendiği bir dip odası.
Tabiri caizse, demişti kadın yazar fotokopileri masaya bırakırken, bu ülkede her şey, devlet tarafından üzerinize atılan suçlar birer onur mücadelesine dönüşüyor. Çünkü iktidar suçun tanımıyla oynamayı, onda delikler açmayı, içini boşaltmayı seviyor. Evet, bu koskoca bir komedi değilse nedir, demişti. Kakafonide sesinizin çıkması olanaksız, bir neticeye varılması mümkün değil, karşınızda iştahla gülen polisler var, demişti, iştahla sırıtan savcılar var ve pişkince sizden çalacakları yıllara doğru esneyen hâkimler var.
Sorgunun hiç başlamama ihtimali, can çekişen bir geyiğin kalbini söküp almaya benziyor. Size asla başlamayacak bir sorgu sürecinin içine itildiğinizi, asla gerçek bir yargılamanın olmayacağı bir tutsaklık yaşatacaklarını anlatmak istiyorlar. Bunu da en aşağılık yoldan, sizi alıkoyarak, ciddiye almayarak yapıyorlar.
Bu anlaşılabilir bir çaba, daha doğrusu açıklanabilir bir durum. Her zaman en uzak olana yöneliyoruz, gözden kaçmış olana, siz benden daha da uzağa gittiniz ve o kadar uzaktan bizim içimizde en geride bırakılmış olana, en uzakta bulunana elinizi uzatıyor, ona dokunuyorsunuz.
Masanın yarı açık çekmecelerinde kalemler, kâğıtlar, çekmecelerin derinliklerine itilmiş başka kâğıtlar. Tüm bunlar daha ilk bakışta insanı ürküten ve sanki yıllar sürecek, yönü belirsiz upuzun bir yolculuğa çıkmanın tedirginliğini veriyordu bana.
Dile ait ne varsa unutmuştum, bir ulusu ulus yapan dildeki bütün detayları unutmuştum. Bu dili bu kadar sık duydukça ve dil bütün gücüyle üzerime kapanmaya başlayınca sersemlemiştim; sözcüklerin değil de, nidaların neden bu kadar tuhaf olduğunu düşünmüştüm. O kadar tuhaftı ki, aslında gülünçtü. Sanki dublajlı bir film izdiyordum, ama sesler senkronize değildi.
Peş peşe üç roman yazdıktan sonra edebiyat dünyasında bütünüyle unutulmuş biriydim. Sen unutulmuş birisin, diye yineliyordum kendime
U-Haul’un titrek ışıklarla aydınlatılmış loş koridorlarında yürürken. Geçmişimi, yazdıklarımı, onlarla ilgilenen birkaç kişiyi hayal meyal anımsayıp mutlu oluyordum.
Benim gerçek insansızlığımın sonucudur mutluluk.
Büyük bir kütüphaneye açılan dar bir sokakta,eski basım bir kitabın kapağında mutluluk var.
Hapishanenin diğer tarafında ölçeklendirilmiş yaşamların sürdüğünü biliyordum, kendimi o yaşamdan çekip çıkarma gücünü bulduğumda, yalnızca o gücü bulmak için, tüm varoluşun bileşenlerini o güce yöneltmem gerektiğini biliyordum. Kopma anına dek sürecek olan bir gücün toparlanması ve zamanı geldiğinde artık elimden kayıp gitmekte olan dizginleri bırakmam gerekiyordu çünkü güç toparlayan kişi artık korkunun sınırlarına varmıştır, ağırlığı artmış, devinimleri yavaşlamış ve korunaklı bir yeri olmadığı durumlarda -ki çoğunlukla böyledir- kolay hedef haline gelmiştir. Evet, o dizginler bir an önce bırakılmalıdır çünkü düşünmek korku vermeye başlar, düşünüyor oluşunun fark edilmesi, kişinin ölümünün başlangıcıdır. Dizginler bırakıldığında ortaya çıkan hafiflik onun başıboş bir eylemler zincirine sürüklenmesine neden olur. Sürgüne gitme fikri vardı kafamda. İyileşme umudu olmayan, hiçbir umudun kalmadığı, yaşam boyu süren ve yaşamı çekip alan bir hastalık. Bu düşüncelerle salıverildikten bir hafta sonra, olanı biteni konuşmak için avukatımın ofisine gittim. Gerçekten bu işin bitip bitmediğini sordum ona. O da bitti, dedi. Ofisinden çıkar çıkmaz bir taksiye bindim ve şehrin anacaddelerinden geçerek cezaevinin bulunduğu semte geldim. Google Earth’e girdim ve kuşbakışı avluyu izledim bir süre. Binaların çatılarını, onların muazzam simetrisini ve yalnızca girişe dikilmiş birkaç ağacı. Belki bir mahkum görürüm umuduyla beton avlunun görüntüsünü sonuna kadar yakınlaştırdım. Taksi girişe yaklaştığında sanki bir yakınımı görmek için burada bulunduğuma kendimi inandırdım. Duvarları süzdüm, hava daha da ısınmış gibi geldi. Birkaç seyyar satıcı vardı. Bir limonatacı, simitçi. Hiçbir şey olmamış gibi binadan uzaklaştım. Arkama bakmadan, elindeki limonatayı hızlıca yudumlayarak. Şimdi de ziyaretini tamamlamış bir kadın olduğuma kendimi inandırmıştım.
Ağaçların arasından bir yokuş tırmandım. Geniş bahçesi olan, demir parmaklıklarla çevrelenmiş bir bahçeye geldim. Uzakta pijamalarıyla dolaşan hastaları gördüm. Patikadan hızla yürüyordum ki, bir süre sonra ana girişteki tabelayı görünce nerede olduğumu anladım. Akıl hastanesine paralel bir şekilde yürüyordum. Hastaların bazıları beni izliyordu. Bir tanesi laf attı, ama ne dediğini anlamadım. İki yıl boyunca içine tıkıldığım binanın arka duvarı akıl hastanesine açılıyormuş meğer. İşte o anda bana bir şeyler söyleyen adama döndüm ve onun gülüşüne eşlik ettim. Bir yarım zikzaklar çizerek ilerliyor. Eski yüzyıllardan kalma bir baron ikiye bölünüyor. Kendimin yarısı ayağa kalkıyor, diğer yarısı oturuyor. Kendimi Potemkin’e hapsedebildiğimi düşündüm, zırhlı bir hayvanın mucizesini hissetmek için. Her şey bir kamaşma. Sözcükler çarpışıyor, bir çukura dökülüyorlar ve kendi derilerinden sıyrılınca, etleri kemiklerinden ayrılıncaya kadar kavruluyorlar. Işığı, evet var olan ve olduğunu hissettiğim ışığı gözümden içeri alarak, oradan yansıyıp dünyayı anlamlı kılmasına izin veriyordum. Başımı aşağı indiriyor ve önümde uzanan, uzadıkça ilerideki sokaklar arasında yitip giden, kuytulara saklanan ve sonunda karanlığın kuytularında bütünüyle yok olan ışığı izliyordum. Başımı göğe çeviriyor, aklımda taşıdığım anıları sahnelere bölüyordum, unutmamak için yazma fikrini her zaman saçma bulduğumu kendime yineliyordum ve anılarımı, aslında olduğu gibi değil de, hep hatırlamak istediğim gibi aydınlatıyordum zihnimde. Bunu yaparken artık dünyayı görmez oluyordum. Sokakları, sokakların başka sokaklara açılan kesişme noktalarını, o sokaklardan yayılan kokuları, adımlarını sokakların içine çeviren insanları, sokakların dışına taşınan insanları, evlerin duvarlarını, bahçelerini, o bahçelerdeki çiçekleri, sanki bir bahçıvanın elinden çıkmışçasına düzenli, renkli ve boy boy yükselen ve insanın önünde durup saygı göstereceği bahçeleri izliyordum. Eski evlerin pencerelerine bakıyordum. Yaşamanın bir yolunu bulmak. Beklemenin kendisine dönüştüm, beklemek benim gerçeğim oldu. Günlerin tuzuna bulanmadan, geri dönmeyi bekliyordum. Anakaradayken beklemek. Yaşadığım şey buydu. Beklemek, ama benim olan toprakların yavaş yavaş ayaklarımın altında ufalanmalarını görmek, yavaşça çekildiklerini seyretmek. Bir kabile yerlisi gibi ait olduğum bir gerçeğin olmasını istiyordum. Aynı ritüelin bin yıllık parçası olmayı: flint taşından sivri ok uçları yapmayı, kayaları şekillendirmeyi Bambulardan ok yaparak görkemli toprakların bir parçası olabilirim, diye düşünüyordum. Benim gerçeğim ölüler ordusunun bir parçası.
s.81-84
Durup dururken hücreye geri dönmek istediğimi söyledim. Israr ettim, hücreye geri dönmeliyim, dedim gardiyana. Öyle canının her istediğini yapamazsın, dediler.
Hiçbir yere ait olmayan, hiçbir zamana ve aşka. Kimliğini, kök salma yetisini kaybetmiş bir göçebe, kırık bir hafıza, yoklukta bir varoluş..
insan çok iyi bir eğitimle hesaptır dünyada incinmeden hayatta kalamaz.
Başımı göğe çeviriyor,aklımda taşıdığım anıları sahnelere bölüyordum, unutmamak için yazma fikrini her zaman saçma bulduğumu kendime yineliyordum ve anılarımı, aslında olduğu gibi değil de,hep hatırlamak istediğim gibi aydınlatıyordum zihnimde.
Beklemenin kendisine dönüştüm, beklemek benim gerçeğim oldu.
Biri kendini saklamak istiyorsa, bir şeyden kaçtığı için değildir bu, bir başkasının gelip onu bulması içindir.
Düşünce kitlelerin korktuğu yegâne şeymiş, kitleyi delik deşik ediyormuş, onun zayıf noktalarından içeri girip zehrini akıtıyormuş.
Devlet bunun için var, tüketmek için. Biz devleti tükettiğimizi düşünüyoruz ama devlet bütün kurumlarıyla bize kıymaya devam ediyor. Devlet insanlardaki sükutu aldı. Devlet saldırganlaştırıyor, azgınlaştırıyor. Devlet ve toplum önce bir insanı sürgüne gönderiyor, sonra da onun cenazesinde en önde saf tutuyor. Devlet bir yazarı öldürüyor ve cenazeyi kendi kaldırıyor, tabutu kendi taşıyor.
Fırsatçılık beni tiksindiriyor, fırsatçı yazarlar beni tiksindiriyor, fırsatçı aileler, fırsatçı bir halk, fırsatçı takımlar ve fırsatçı bir toplum beni tiksindiriyor. Bulaşıcı bir fırsatçılık, temelinde büyük aşağılanmışlığın getirdiği bir gözü doymazlığın beslediği zayıf kişilik, başkalarının mutsuzluğunda kendi mutluluğunu doğuruyor.
Bugün baskı altında kalan yazar bilenmiyor, baskı altındaki yazar alet çantasının dibinde duran baltasını almak yerine metaforlarla dolu bir dünya kurmaya çalışıyor, kendi de bu sürrealist dünyada bir matafora dönüşüyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir