İçeriğe geç

Kalbimi Vatanıma Gömün Kitap Alıntıları – Dee Brown

Dee Brown kitaplarından Kalbimi Vatanıma Gömün kitap alıntıları sizlerle…

Kalbimi Vatanıma Gömün Kitap Alıntıları

Beyazlar bize birçok söz verdiler, hatırlayamadığım kadar çok; bir tekinin dışında hiçbirini tutmadılar. Topraklarımızı alacaklarını söylediler ve aldılar.
Bir zaman­lar içinden tatlı sular akan, Kızılderili adları taşıyan ırmaklar çamur ve çöplerle bulandı; topraklar ise bozuluyor, altüst ediliyordu. Kızılderilile­rin gözünde, Avrupalılar dogadaki her şeyden, canli ormanlardan, or­marnlardaki kuşlardan, hayvanlardan, ormanların içinden geçen çayır­lık yollardan, sudan topraktan, havadan nefret ediyordu.
Bu insanlar öyle uysal, öyle barışsever ki, ”diye yazıyordu Kolomb İs­panya Kral ve Kraliçesine, yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus bulun­madıgına Majestelerinizin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri ka­dar seviYorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar; gerçi çırılçıplak dolaşıyorlar, ama davranışları terbiyeli ve övgü­ ye değer.
Hiç kuşkusuz bütün bunlar putperestliğin değil, güçsüzlüğün bir kanıtı olarak alındı ve haksever bir Avrupalı olarak Kolomb bu insanların çalıştırıl­ması, ekin ekmesi, gerekli her işe koşulması ve bizim gelenek ve göre­neklerimizi benimsemesi gerektigi kanısına vardı. Daha sonraki dört yüzyıl boyunca (1 492-1890) milyonlarca Avrupalı ve onların torunları kendi gele­nek ve göreneklerini Yeni Dünya halklarına zorla kabul ettirmeye çalıştı.
Daha sonraki otuz yıl içerisinde bütün bu önderler ve daha birçoğu tarihe, destanlara geçeceklerdi. Adları kendilerini yox etmeye çalışan adamların adları kadar üne erişecekti. Bu önderlerin genciyle, yaşlısıyla büyük bir çoğunluğu, Kızılderili özgürlüğünün 1890’da Yaralı Diz’deki sembolik sonundan çok önce toprağın derinliklerine gömülecekti. Bugün, tam bir yüzyıl sonra, kahramanlardan yoksun bir çağda, bunlar belki de en kahraman Amerikalılardır.
Kolomb adayı ilk gördüğünde, çok büyük ve çok düz, ağaçlar, yemyeşil Öyle bir yeşillik uzanıp gidiyor ki, seyretmesi büyük bir zevk veriyor insana, diye tasvir etmişdi.
Kolombu izleyen Avrupalılar adanın bitki örtüsünü ve canlılarını- insan, hayvan,kuş ve balık-yok ettiler ve adayı tam anlamıyla bir çorak ülkeye çevirdikten sonra terkettiler.
Bize birçok söz verdiler, hatırlayamadığım kadar çok; bir tekinin dışında hiçbirini tutmadılar. Topraklarımızı alacaklarını söylediler ve aldılar.
Yaşlanmakta olan önderlerin çoğu gibi o da küçük ayrıntılarla uğraşıyor ve kabilenin gençleriyle ilişkilerini kaybediyordu.
Ben rüzgarın özgürce estiği, günışığını hiçbir engelin durduramadığı kırlarda doğdum. Hiçbir şeyin sınır tanımadığı, herşeyin özgürce soluk aldığı bir yerde doğdum. Ve şimdi de orada ölmek istiyorum, duvarların arasında değil.
Bu insanlar öyle uysal, öyle barışsever ki, diye yazıyordu Kristof Kolomb İspanya Kral ve Kraliçesine, yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus bulunmadığına Majestelerimizin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviyorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar; gerçi çırılçıplak dolaşıyorlar ama davranışları terbiyeli ve övgüye değer.
Hiç karşı koymaksızın bizi yok etmelerine göz mü yumalım, terk mi edelim evlerimizi, Yüce Ruh’un bize armağan ettiği ülkemizi, ölülerimizin mezarlarını, bizim için saygın ve kutsal ne varsa hepsini bırakıp gidelim mi? Biliyorum, sizler de benimle birlikte, ‘Asla! Asla!’ diye bağıracaksınız.
Halkımızın bir zamanlar güçlü olan bütün o kabileleri nerede? Tıpkı yaz güneşinin altında eriyip giden karlar gibi, Beyaz Adam’ın açgözlülüğü ve baskısı karşısında hepsi yitip gittiler.
Fetterman kıyımı Albay Carrington üzerinde derin bir etki uyandırdı. Kızılderililerin askerlerin gövdelerine, çeşitli yerlerine uyguladıkları işlemler albayı dehşete düşürmüştü -kesilip atılan eller,kollar;karınların deşilip bağırsakların dışarıya dökülmesi vb. Albay Carrington bu vahşetin nedenleri üzerinde uzun uzun düşündü ve en sonunda bu konuya ilişkin bir deneme yazdı; denemesinde, Kızılderililerin,bir türlü kafasından atamadığı bu korkunç işleri yapmaya putperest bir inanç tarafından zorlandıkları felsefesini ileri sürüyordu. Ne var ki, Albay Carrington, Fetterman Kıyımı’ndan iki yıl önce meydana gelen Kum Deresi Kıyımı’nı görmüş olsaydı, aynı vahşet örneklerinin Albay Carrington’ın askerleri tarafından bu kez Kızılderililere uygulanmış olduğunu anlayacaktı. Fetterman’ı pusuya düşüren Kızılderililer sadece savaşmakta düşmanlarından öğrendikleri bir pratiği taklit etmişlerdi; ki bu günlük hayatta övgünün en içten bicimiydi.
Nerede bugün o eski Pequot’lar? Narrangansett’ler, Mohican’lar, Pokanoket’ler, halkımızın bir zamanlar güçlü olan bütün o kabileleri nerede? Tıpkı yaz güneşinin altında eriyip giden karlar gibi, Beyaz Adam’ın açgözlülüğü ve baskısı karşısında hepsi yitip gittiler.
Hiç karşı koymaksızın bizi yok etmelerine göz mü yumalım, terk mi edelim evlerimizi, Yüce Ruh’un bize armağan ettiği ülkemizi, ölülerimizin mezarlarını, bizim için saygın ve kutsal ne varsa hepsini bırakıp gidelim mi? Biliyorum, sizler de benimle birlikte, Asla! Asla! diye bağıracaksınız.
Gençken, bu ülkeyi doğusundan batısına boydan boya gezdim, Apache’lerden başkasına rastlamadım. Aradan birçok yaz geçti, gene gezdim ülkeyi baştan başa, bu kez başka bir ırkın bu toprakları ele geçirmeye gelmiş olduğunu gördüm.
Hiç bir şey uzun yaşamaz,
Toprak ve dağlardan başka.
Taş Yürek beyazların Missouri Irmağı bölgesini Kızılderililerin yaşayamayacağı bir duruma getirdiklerini söyledi. ”Irmak boyunca tek bir ağaç kalmamış, ” diyordu. ”Oysa eskiden nasıl ağaçlarla kaplı olduğunu siz de görmüşsünüzdür. Büyük Baba’nın adamları ormanı yok etmiş. ”

Kırmızı Köpek de, ”Şimdi yaşadığımız su kıyısına geleli altı yıl oluyor. Bize vaat edilenlerin hiçbiri yerine getirilmedi, ” dedi. Bir başka reis ise, Büyük Baba’nın bir daha yerlerinden edilmeyeceklerine söz verişinden beri beş kez sürüldüklerini hatırlattı. ”Bana kalırsa, Kızılderililere tekerlek takın, ” diyordu acı acı, ”Böylece istediğiniz zaman sürüp götürebilirsiniz onları. ”

Bize birçok söz verdiler, hatırlayamadığım kadar çok. Bir tekinin dışında hiçbirini tutmadılar. Toprağımızı alacaklarını söylediler ve aldılar.
Bir zamanlar içinden tatlı sular akan, Kızılderili adları taşıyan ırmaklar çamur ve çöplerle bulandı; topraklar ise bozuluyor, altüst ediliyordu. Kızılderililerin gözünde, Avrupalılar doğadaki her şeyden, canlı ormanlardan, ormanlardaki kuşlardan, hayvanlardan, ormanların içinden geçen çayırlık yollardan, sudan topraktan, havadan nefret ediyordu.
Hepimiz, yurdunu bırakmanın, atalarının yurdunu terketmenin bir insan için çok zor olduğunu kavrıyoruz. Ama ne yazık ki ülkenizde altın bulundu, bir yığın beyaz yaşamak için topraklarınıza girdi; bunlar, yani sizin çıkarlarınızı düşünmeyen ve ceplerini doldurmak için hiç bir cinayetten çekinmeyen bu adamlar, Kızılderililer’in en büyük düşmanıdırlar. Bu adamlar şimdi topraklarınızdalar, hemen her tarafını kaplamış bulunuyorlar. Artık onlarla karşı karşıya gelmeden yaşayabileceğiniz ya da varlığınızı sürdürebileceğiniz tek bir karış toprak bile kalmadı. .
Eğer bir adam bir şey kaybeder de sonra geri dönüp dikkatlice ararsa kaybettiğini, mutlaka bulur.
Bu ülke uğrunda savaştık çünkü onu kaybetmek istemiyorduk, diyecekti Manuelito. Hemen her şeyimizi kaybettik Amerikan ulusu bizim savaşamayacağımız kadar güçlü. Yalnızca birkaç gün savaşmak zorunda kaldığımız zamanlar dinç hissediyorduk kendimizi, ama iş biraz uzayınca yoruluyor, tükeniyorduk,askerler bizi açlıktan ölmeye terkediyordu.
“Bütün karşıma dikilmeye kalkışanları ve ellerini masumların kanlarına bulayanları ezmeye, cezalandırmaya muktedirim.”
Bir zamanlar içinden tatlı sular akan, Kızılderili adları taşıyan ırmaklar çamur ve çöplerle bulandı; Avrupalılar doğadaki her şeyden, canlı ormanlardan, ormanlardaki kuşlardan, hayvanlardan, ormanların içinden geçen yollardan, sudan topraktan, havadan nefret ediyordu.
Bize birçok söz verdiler, hatırlayamadığım kadar çok. Bir tekinin dışında hiçbirini tutmadılar. Toprağımızı alacaklarını söylediler ve aldılar. ( Kızıl Bulut)
Beyazlar her zaman Kızılderilileri kendi hayat tarzlarını terketmeye ve beyazlar gibi yaşamaya zorluyorlar, yani rençperlik yapmalarını, sabahtan ak¬şama kadar çalışmalarını istiyorlardı. Ne var ki, Kızılderililer hem bunu nasıl yapacaklarını bilmiyor, hem de zaten yapmak istemiyorlardı Eğer Kızılderililer beyazlan kendileri gibi yaşamaya zorlamış olsalardı, bu kez beyazlar karşı koyacaktı; birçok Kızılderilinin yaptığı da bundan başka bir şey değildir.
Irmaklar tersine akmadıkça, hapse tıkılmış ve özgürlüğü elinden alınmış bir adamın durumundan memnun olmasını beklemeyin.(Reis Joseph)
Bir zamanlar içinden tatlı sular akan, Kızılderili adları taşıyan ırmaklar çamur ve çöplere bulandı; topraklar ise bozuluyor, altüst ediliyordu. Kızılderilerin gözünde, Avrupalılar doğadaki her şeyden, canlı ormanlardan, ormanlardaki kuşlardan, hayvanlardan, ormanların içinden geçen çayırlık yollardan, sudan, topraktan, havadan nefret ediyordu.
Hiçbir bir şey uzun yaşamaz,
dağlar ve toprak dışında.
Bir zamanlar içinden tatlı sular akan, Kızılderili adları taşıyan ırmaklar çamur ve çöplerle bulandı; Avrupalılar doğadaki her şeyden, canlı ormanlardan, ormanlardaki kuşlardan, hayvanlardan, ormanların içinden geçen yollardan, sudan topraktan, havadan nefret ediyordu.
Orada olmayacağım.Kalkıp gideceğim.
Kalbimi vatanıma gömün.
Bize birçok söz verdiler, hatırlayamadığım kadar çok. Bir tekinin dışında hiçbirini tutmadılar. Toprağımızı alacaklarını söylediler ve aldılar.
Bize birçok söz verdiler, hatırlayamadığım kadar çok. Bir tekinin dışında hiçbirini tutmadılar. Toprağımızı alacaklarını söylediler ve aldılar. ( Kızıl Bulut)
Tanrım ve anam Batı’da yaşarlar, onlardan ayrılmayacağım. Üç ırmağı, Grande, San Juan ve Colorado’yu hiçbir zaman aşmamamız gerekir; bu, halkımın bir geleneğidir. Chuska Dağları’nı da terkedemem. Orada doğ­dum. orada kalacağım. Kaybedecek bir canım var, onu da diledikleri zaman gelip alabilirler, ama ne olursa olsun yurdumu terketmeyeceğim. Amerikalılara ya da Meksikalılara karşı hiçbir zaman yanlış bir davranışta bulunmadım. Hiçbir zaman soygunculuk yapmadım. Öldürülürsem; dökülen, bir suçsuzun kanı olacaktır
Bu arada, Canby Kalesi’ ne gelmek üzere yola çıkan iki bin dört yüz kişilik bir ikinci gruptan yüz yirmi altı kişi kalede ölmüştü. Bu uzun kervanda otuz araba, üç bin koyun, dört yüz yetmiş üç at vardı. Navaho’lar, dondurucu havaya, açlığa,dizanteriye, askerlerin kaba alaylarına ve üç yüz millik zorlu yolculuğa dayanacak güce sahiptiler, ama yurt özlemine; topraklarını kaybetmenin acısına dayanacak kadar güçlü değildiler. Yanaklarından yaş­lar süzülüyordu, acımasız hedeflerine varıncaya kadar yüz doksan yedisi öldü.
Bu ülke uğrunda savaştık çünkü onu kaybetmek istemiyorduk, diyecekti Manuelito. Hemen her şeyimizi kaybettik Amerikan ulusu bizim savaşamayacağımız kadar güçlü. Yalnızca birkaç gün savaşmak zorunda kaldığımız zamanlar dinç hissediyorduk kendimizi, ama iş biraz uzayınca yoruluyor, tükeniyorduk,askerler bizi açlıktan ölmeye terkediyordu.
Bir zamanlar içinden tatlı sular akan, Kızılderili adları taşıyan ırmaklar çamur ve çöplerle bulandı; topraklar ise bozuluyor, altüst ediliyordu. Kızılderililerin gözünde, Avrupalılar doğadaki her şeyden, canlı ormanlardan, ormanlardaki kuşlardan, hayvanlardan, ormanların içinden geçen çayırlık yollardan, sudan topraktan, havadan nefret ediyordu
Bu insanlar öyle uysal, öyle barışsever ki, ”diye yazıyordu Kolomb İspanya Kral ve Kraliçesine, yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus bulunmadığına Majestelerinizin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviYorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gü­lümsüyorlar; gerçi çırılçıplak dolaşıyorlar, ama davranışları terbiyeli ve övgü­
ye değer.
Hiç kuşkusuz bütün bunlar putperestliğin değil, güçsüzlüğün bir kanıtı
olarak alındı ve haksever bir Avrupalı olarak Kolomb bu insanların çalıştırılması, ekin ekmesi, gerekli her işe koşulması ve bizim gelenek ve göreneklerimizi benimsemesi gerektiği kanısına vardı.
Hiçbir şey uzun yaşamaz, dağlar ve toprak dışında.
Bir zamanlar içinden tatlı sular akan, Kızılderili adları taşıyan ırmaklar çamur ve çöplerle bulandı; topraklar ise bozuluyor, altüst ediliyordu. Kızılderililerin gözünde, Avrupalılar doğadaki her şeyden, canlı ormanlardan, ormanlardaki kuşlardan, hayvanlardan, ormanların içinden geçen çayırlık yollardan, sudan topraktan, havadan nefret ediyordu.
O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları, hâlâ o genç gözlerimle görebiliyorum.

Ve orada, o kanlı çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada. Güzel bir düştü evet sonra bir ulusun umudu kırılıp paramparça oldu. Artık yeryüzünün merkezi yok, ölüp gitti kutsal ağaç.

KARA GEYİK

Sonunda Senatör Dawes çevirmene dönerek, »Sor bakalım, Oturan Boğa’nın kurulumuza bir diyeceği var mıymış,» dedi.

Oturan Boğa şu karşılığı verdi: «Konuşmamı isterseniz, konuşurum elbet. Ama siz sadece İstediğiniz gibi konuşanları dinlemekten hoşlanırsınız.»

Dawes, «Biz Kızılderililerin kendileri adına konuşacak kimseleri önceden seçtiklerini sanırdık,» dedi. «Ama konuşmak isteyen çıkarsa yahut Kızılderililerin kendileri adına konuşmasını istedikleri başka biri varsa, onu da seve seve dinleriz.»

«Karşınızdakinin kim olduğunu biliyor musunuz?»

«Senin Oturan Boğa olduğunu biliyorum. Söyleyeceğin bir şey varsa, seve seve dinleriz.»

«Madem ki benim Oturan Boğa olduğumu biliyorsun, Kızılderililer arasındaki yerimden de haberin var mı?» –     ‘

«Bu temsilcilikteki öbür Kızılderililerle senin aranda bir ayrılık görmüyorum.»

«Ben buraya Yüce Ruh’un isteğiyle geldim. Onun isteğiyle reis oldum. Yüreğim kırmızı ve tatlıdır. Yanımdan geçen kim olursa olsun dilini dokundurur da geçer. Şimdiyse, bizimle konuşmaya gelmişsiniz, ama benim kim olduğumdan haberiniz yok. Size şu kadarını söyleyeyim ki, Yüce Ruh’un seçtiği biri varsa o da benim,»

«Burada ne sıfatla bulunursan bulun, bizim için farketmez. Söyleyecek bir şeyin varsa, bir an önce söyle. Yoksa toplantıyı dağıtacağız.»

«Peki, öyle olsun,» dedi Oturan Boğa. «Tıpkı viski çekmiş bir sarhoş gibi davranıyorsun. Oysa ben sana biraz öğüt vermeye gelmiştim.» Oturan Boğa, elini şöyle bir sallayınca toplantının yapıldığı odadaki bütün Kızılderililer yerlerinden kalktılar ve onun arkasından odayı terkettiler. ”

Ailemle birlikte barış içinde yaşıyordum. Yiyeceğim boldu, iyi uyuyordum. Halkımla uğraşıyordum, hayatımdan memnundum. Bu kötü hikâyeler nereden çıktı bilmem. Orada halkım ve ben ne kadar İyiydik. Kötü bir şey de yapmamıştım. Ne at öldürmüştüm, ne de insan; ne Amerikalı, ne Kızılderili.

Bizden sorumlu olan kişilere ne oldu, anlamıyorum? Her şeyi açıkça bildikleri halde, şimdi diyorlar ki, ben kötü biriymişim. Hattâ oradakilerin en kötüsüymüşüm. Ben ne yaptım kİ? Ağaçların gölgesinde ademle birlikte yaşayıp gidiyordum. General Crook’un sözünden hiç çıkmadım. Hep uydum öğütlerine. Beni tutuklamanız için kim emir verdi, söyleyin!

Orada, ailemin yanıbaşında barış içinde yaşayabilmek İçin aydınlığa ve karanlığa, tanrıya ve güneşe dua ettim.. Hakkımda kötü, konuşmalarına sebep ne, bilmiyorum! Sık sık gazetelerde asılacağımdan söz eden haberler çıkıyormuş. Bunlardan bıktım artık. Eğer bir adam tavırlarını düzeltmeye çalışıyorsa, gazetelere böyle masallar konmamalı. Adamlarımın sayısı çok azaldı. Evet, bir zamanlar kötü şeyler yapmışlardı gerçi, ama artık bunları unutalım ve bir daha da sözünü açmayalım. Hem zaten birkaç kişi kaldık sunun şurasında.

GOYATKLAY (GERONİMO)

Ouray UteTerin davasını gazetecilere anlatacak kadar akıllı davranmıştı. «Bir Kızılderilinin ABD ile yaptığı antlaşma.» diyordu, «oklarla yaralanmış bir yaban sığırının kendisini avlayanlarla yaptığı antlaşmaya benzer. Yapabileceği tek şey, yere uzanıp teslim olmaktır.»
[Kızılderili Şebekesi) yargıç Dundy’nin kararını rezervasyon sistemini tehdit eden büyük bir tehlike olarak görüyorlardı. Bu karar kötü yiyecek, adi battaniye ve zehirli viski stoklarını rezervasyonlarda kısılıp kalmış binlerce Kızılderiliye aktarmakta olan küçük bir müteşebbisler ordusunun dümenini altüst edebilirdi. Eğer Ponca’lara Kızılderili Bölgesi’ni terkedip özgür Amerikan yurttaşları gibi yürüyüp gitme izni verilirse, bu askeri-siyasî rezervasyon sisteminin dengesini bozacak bir örnek oluşturabilirdi.
«Durmadan konuşuyorsunuz, ama bir şey yaptığınız yok. Elle tutulur bir şeyler yapılmadıkça güzel sözlerin etkisi uzun sürmez. Sözler ölüleri geri getirmez. Şimdi beyazların üşüştüğü yurdumun bedelini sözlerle ödeyemezsiniz,,.

Güzel sözlerle halkımın sağlığını geri veremezsiniz, onları ölmekten kurtaramazsınız. Güzel sözlerinizle halkıma barış içinde yaşayacağı bir yurt veremezsiniz. Bütün güzel sözleri ve bozulan anlaşmaları hatırladıkça yüreğim parçalanıyor. Irmaklar tersine akmadıkça, hapse tıkılmış ve özgürlüğü elinden alınmış bîr adamın durumundan memnun olmasını beklemeyin.»

General Howard’s yüreğindekileri bildiğimi söyleyin. Onun bana daha önce bütün söyledikleri yüreğimden çıkmadı. Savaşmaktan bıktım. Reislerimiz öldürüldü. Ayna öldü. Toohoolhoolzote öldü. İhtiyarlardan ise hiç kimse kalmadı hayatta.

Evet yahut hayır diyebileceklerin hepsi genç insanlar. Gençlerin önderi [Ollokot) öldü. Hava buz gibi. Battaniyemiz yok. Küçük çocuklar donarak ölüp gidiyor. Halkım arasından bazı kişiler tepelere kaçtı. Yanlarında ne battaniyeleri var, ne de yiyecek bir şeyleri.

Kimse nerede olduklarını bilmiyor. Belki de şu anda donarak ölmek üzeredirler. Çocuklarımı arayıp bulabilmek için zamana muhtacım. Belki de onları ölüler arasında bulacağım. Reislerim, sözlerime kulak verin! Yorgunum. Yüreğim keder ve yasla dolu. Güneşin şu anından sonsuza dek savaşmayacağım bundan böyle.

Beyazlarca Koca Joseph olarak bilinen reis Tuekakas vali Stevens’a toprağın kimselerin malı olmadığını söyledi. İnsan sahip olmadığı bir şeyi satamazdı.
Böylece Nez Percé’lerle beyaz Amerikalılar arasında uzun süren bîr dosluk başladı. Yetmiş yıl boyunca kabile hiçbir beyaz öldürmemiş olmakla övündü. Ama beyazların toprak ve altın hırsı sonunda bu dostluğu da bozdu.
Yağ Yapma Ayı’nın İlk günlerinde, Hunkpapa’lar yıllık güneş danslarını yaptılar. Oturan Boğa üç gün boyunca dans etti, gövdesini kanattı ve cezbeye kapılıncaya kadar güneşe baktı. Kendine gelince, halkına, düşünde bağıran bir ses duyduğunu söyledi.

Ses: «Size bunları veriyorum, çünkü bunların kulakları yok,» demişti. Gökyüzüne baktığında, başaşağı düşen askerler görmüştü. Çekirge sürüsü gibiydiler. Kepleri başlarından düşüyordu. Kampın tam ortasına iniyorlardı. Bu beyazların kulakları yoktu. Hiçbir şey duymuyorlardı. İşte bu yüzden, Yüce Ruh Wakantanka bu askerleri öldürülmeleri için Kızılderililere teslim ediyordu.

Bozkır tutuştuğunda ateşle çevrilen hayvanlar görürsünüz; yanmamak için kaçıp gizlenmeye çalışırlar, îşte bizim de durumumuz bu.

NAJINYANUPI (KUŞATILMIŞ)

Vadilerde koşturup duran çakallardan hiç farkınız yok,» diye cevap verdi Yüzbaşı Jack onlara. -Askerlerin atlarına kurulup hükümetin verdiği silâhları belinize takıp gelmişsiniz. Niyetiniz, beni aldatıp askerlere teslim etmek, bunun karşılığında da Özgürlüğünüzü satın almak.

Hayatın güzel olduğunu anlamışsınız, ama beni o adamı öldürmeye zorlarken bunu anlamamış görünüyordunuz. Oysa ben başından beri biliyordum hayatın güzel olduğunu; işte bu yüzden beyazlarla savaşa girmek istemedim. Savaşsak bile omuz omuza mücadele edeceğimizi, savaşarak öleceğimizi sanmıştım.

Oysa şimdi görüyorum ki, Canby’nin öldürülmesinden ötürü bir ben, bir de daha birkaç kişi kalmış canını kurtarmaya çalışan. Demek sîzler ve bütün öteki teslim olanlar hayatınızdan memnunsunuz, patlaymcaya kadar yiyorsunuz. Ah, korkak herifler, hepiniz bana karşısınız demek artık.

Yüzbaşı Jack. «ama hayatın güzel, sevginin güçlü olduğunu söylemek İstiyorum; insan hayatını kurtarmak için savasır; insan yüreğinin isteğini yerine getirmek için de öldürür; bu sevgidir işte. Ölümse çok kötü bir şey. Ölüm pek yakında tepemize çökecek.»
Ben tek bir kişiyim. Halkımın sesiyim. Onların yüreklerinde olanı söylüyorum. Artık savaş istemiyorum. İnsan gibi yaşamak istiyorum. Beyaz adama tanıdığınız hakları bana da tanımayı reddediyorsunuz. Tenim kızıl, yüreğim bir beyazın yüreği; ama gene de bir Modoc’um ben. ölmekten korktuğum yok. Kayaların üstüne düşmeyeceğim, öldüğüm zaman düşmanlarım altımda kalacak. Askerleriniz ben Yitik Irmak’-ta uyurken üstüme saldırdılar. Bizi yaralı bir geyik gibi bu kayalığa kadar sürdüler

Bugüne dek beyaz adama daima Ülkeme gelmelerini ve yerleşmelerini söylemişimdir; buraların hem beyaz adamın, hem de Yzb. Jackın ülkesi olduğunu defalarca söylemişimdir. Buraya gelmelerini, benimle birlikte yaşamalarını, onlara karşı hiçbir hıncım olmadığım anlatmışımdır. Parasını ödeyip satın aldıklarım dışında, kimseden bir tek çöp almadım. Daima bir beyaz gibi yaşamak istedim ve yaşadım da. Daima barış içinde yaşamaya çalıştım ve kimseden bir şey istemedim, ömrüm boyunca, silâhımla vurduğum yahut tuzak kurup avladığım avlarla geçindim.

MODOC’LAKDAN KINTPUASH (YÜZBAŞI JACK)

Dobra dobra konuşmalısınız kî, sözleriniz gün ışığı gibi girsin yüreğimize. Söyleyin bakalım bana, eğer Meryem Ana bütün bu toprakları dolaştıysa, niçin bir kere olsun Apache’lerin ülkesine gelmemiş? Neden onu bir kere olsun görmüş yahut işitmiş değiliz.
Çakallar geceleyin ortaya çıkar, tavukları boğazlar, kaçarlar; ama ben onları göremem; Tanrı değilim ki ben. Artık bütün Apache’ierin reisi değilim. Zengin de değilim; yoksul bir adamım. Dünya eskiden böyle değildi. Tanrı bizleri sîzler gibi yaratmadı; biz hayvanlar gibi otların üstünde doğduk, sizler gibi yataklarda değil.

İşte bu yüzden biz de hayvanlar gibi geceleri ortaya çıkıyor, alacağımızı alıp kaçıyoruz. Sizde olanlar bende olsaydı böyle yapmazdım tabir’, çünkü böyle yapmak zorunda olmazdım.

Eğer o kıyım olmasaydı, şimdi burada çok daha fazla insan bulunacaktı; ama o kıyımdan sonra kim dayanabilirdi ki? Teğmen Whitman’la barış yaptığımda yüreğim kocaman ve mutluydu. Tucson’lılar ve Xavier’ler çıldırmış olmalı. Kafaları ve yürekleri yokmuşçasına hareket ettiler kanımıza susamış olsalar gerek Gel gör ki, Tucson’lılar gazetelere yazılar yazıyor, kendi öykülerini anlatıyorlar. Apache’lerinse öykülerini anlatacak kimseleri yok.

ARAVALPA APACHE ’LER İNDEN ESKİMINZÎN

«Biz barışı korumak istiyoruz,» dedi onlara. «Bize yardım edecek misiniz? 1868 yılında ellerinde birtakım kâğıtlarla birtakım adamlar çıkageldiler. Kâğıtlarda yazılı olanları okuyamıyorduk, onlar da bize işin doğrusunu söylemeye yanaşmadılar.

Antlaşmanın kalelerin terkedileceği ve bizim de çarpışmalara son vereceğimiz temeli üzerine kurulduğunu sandık. Oysa bizi ticaret için Missouri’ye göndermek istiyorlardı. 

Bizse Missouri’ye gitmek istemiyor, tacirlerin bulunduğumuz yere gelmelerini istiyorduk. Washington’a vardığımda, Büyük Baba bana antlaşmanın maddelerini açıkladı ve çevirmenlerin beni aldatmış olduğunu kanıtladı. Benim tek istediğim, dürüstlük ve doğruluk. Doğru ve dürüst olanı Büyük Baba’dan elde etmeye çalıştım. Ama bütünüyle başarılı olamadım.»

Kızıl Bulut ise İçişleri Bakanı Cox ve öteki görevlilerle el sıkışarak karşılık verdi. «Bir bakın bana,» dedi, «Güneşin doğduğu topraklarda büyüdüm ben, oysa şimdi güneşin battığı bir yerden geliyorum. Bu topraklarda ilk kimin sesi duyuldu? Oklarından ve yaylarından başka bîr şeyi olmayan kızıl renkli insanların elbette.

Büyük Baba bize karşı iyi ve nazik davrandığını ileri sürüyor. Ben, kendi payıma, aynı kanıda değilim. Ama onun beyaz insanlarına karşı iyi davranıyorum ben. Gönderdiği çağrı üzerine onca yoldan evine geldim. Benim yüzüm kızıl, sizinkiyse beyaz. Yüce Ruh size okuma yazma yetisini vermiş, ama bana vermemiş.

Ben öğrenmedim okuyup yazmasını. Büyük Baba’ya ülkemde hoşuma gitmeyen olayları anlatmaya geldim buraya. Sîzler hepiniz Büyük Baba’nın yakınlarısınız, büyük reislersiniz. Oysa Büyük Baba’nın bize gönderdiği adamlarda ne akıl var, ne de yürek!»

Bu ülkede bir zamanlar baştan başa, Mississippi’nîn doğusundaki eyaletleri meydana getiren topraklan işgal eden Kızılderililer, eskiden son derece güçtü i olan kabileler yaşadığı halde, bunlar, uygarlığın batıya doğru yürüyüşünü kökleştirmek için girişilen zorbaca çabalarla birer birer yok edilmiştir

Doğal ve antlaşma haklarının çiğnenmesine karşı çıkan kabilenin üyeleri insanlık dışı bir şekilde vurulup öldürülmüş, bütün bir kabileye köpek muamelesi yapılmıştır Kızılderililerin, yok olmamaları için, yerlerinden çıkarılıp belli birtakım toprak parçalarına yerleştirilmeleri siyasetini soylu bir İnsanlık anlayışının yönettiği ileri sürülmüştür.

Ama bugün, Amerikan nüfusunun görülmemiş bir şekilde artması ve yerleşme merkezlerinin bütün bir Batı’ya yayılması, Kayalık Dağların her yamacını da kaplaması sonucunda Kızılderili soyu ülkenin tarihinde karşılaşılmamış bir hızla yok olma tehlikesiyle yüz yüzedir.

Albay Carrington, Fetterman Kıyımından iki yıl önce meydana gelen Kum Deresi Kıyımını görmüş olsaydı, aynı vahşet Örneklerinin Albay Chivington’ın askerleri tarafından bu kez Kızılderililere uygulanmış olduğunu anlayacaktı.
Fetterman’ı pusuya düşüren Kızılderililer sadece savaşta düşmanlarından öğrendikleri bir pratiği taklit etmişlerdi; ki bu günlük hayatta övgünün en içten biçimiydi.
Kızıl Bulut atına atladı, Sioux’iara iletti, Herkes atına koştu. Böyle zamanlarda herkes istediği atı alabilirdi; eğer at çarpışmalar sırasında ölürse, sürücü atın Sahibine bir şey ödemek zorunda değildi, ama sürücünün savaşta ele geçirdiği her şey bindiği atın sahibine verilirdi.
Bu ülkede ilk kimin sesi yankılandı? Oklarından ve yaylarından başka bir şeyi olmayan kızıl halkın sesi  Ülkemde yapılanları ben kendim istemedim, ben kendim çağırmadım; beyazlar topraklarıma giriyorlar  
Beyaz adam ülkeme girdiğinde, ardında kandan bir iz bırakıyor Bu ülkede iki dağım var; Kara Tepeler ve Büyük Boynuz Dağı. Büyük Baha’nın bu dağlarda geçit açmasını istiyorum. Bütün bunları daha önce üç kez söylemiştim; şimdi buraya dördüncü kez söylemeye geldim.

MAHPLUA LUTA (KIZIL BULUT)

Kara Kazan şöyle dedi: «Bir zamanlar atalarımız hep bu topraklarda yaşadılar; yanlış nedir bilmezlerdi; o zamandan bu yana öldüler ve bilmediğim bir yere gittiler. Biz hepimiz yolumuzu şaşırdık Büyük Baba’mız sizinle bize haber göndermiş, buna sımsıkı sarılıyoruz.

Askerler bize saldırmış oldukları halde, bunu geride bırakıyor, unutuyoruz, sîzleri dostluk ve barış içinde karşılamaktan memnunluk duyuyoruz. Sizi buraya getiren, Başkan’ın sizi buraya göndermesine yol açan nedene karşı çıkmıyorum, peki diyorum Beyazlar istedikleri yere gidebilirler, bizim tarafımızdan rahatsız edilmeyecektirler, bunu onlara bildirmenizi isterim

Gerçi ayrı ayrı uluslardanız, ama sanki tek bir halkmışız gibi geliyor bana Bir kez daha elinizi sıkarken mutluyum. Bizimle buraya gelmiş olanlar, bir kez daha barışa ulaşıldığı, artık rahat uyuyabilecekleri ve yaşayabilecekleri için memnundular.»

«Yüce Ruh, hem beyaz adamı yaratıp büyüttü, hem de Kızılderiliyi,» diyordu Kızıl Bulut. «Ama öyle sanıyorum ki, önce Kızılderili yarattı. Yüce Ruh, beni bu topraklarda büyüttü, dolayısıyla bu topraklar benimdir. 

Beyaz adamsa büyük suların ötesinde doğdu büyüdü, dolayısıyla onun toprakları da oralardır. Denizi aştıklarından bu yana, onlara yer verdim. Şimdi her yanım beyaz dolu. Bana çok küçük bir toprak parçası kaldı. Ama Yüce Ruh bana bu toprağı korumamı söyledi.»

Ne var ki, Anthony’nin subaylarının tümü, Chivington’ın iyi planlanmış kıyımına katılmaya yürekten İstekli değildi. Yüzbaşı Silas Soule, Teğmen Joseph Cramer ve Teğmen James Connor, Siyah Tencere’nin barışçı kampına karşı girişilecek bir saldırının, Kızılderililere gerek Wynkoop, gerekse Anthony tarafından verilmiş vaadi bozacağını, «bunun kelimenin tam anlamıyla bir cinayet olacağını» ve bu kıyıma katılan subayların ordu üniformasına leke süreceklerini ileri sürerek karşı çıktılar.
Sonunda Wynkoop, Kızılderililerle görüşmesi İçin valiye yalvarmak zorunda kaldı. «Peki ama, barış yaparsak, ben Üçüncü Colorado Müfrezesini ne yapacağım?» dîye soruyordu Evans.

«Kızılderili öldürmek üzere yetiştirildiler ve Kızılderili öldürmeleri gerekiyor.» Wynkoop’a, düşman Kızılderililere karşı böyle bir müfrezenin gerekli olduğunu bildirmesi üzerine Washington’daki yetkililerin kendisine yeni bîr müfreze kurması için izin vermiş olduklarını, şimdi barış yaparsa Washington’daki politikacıların kendisini yanlış değerlendirme yapmakla suçlayacaklarını anlattı.

Bana karşı, bir sürü yanlış davranışta bulunulduğu halde, umut içinde yaşıyorum. iki yüreğim yok benim Şimdi gene barış yapacağız. Arkadaşlarım bana ne yapmamı öğütlüyorsa onu yapacağım, ama utancım dünya kadar büyük. Bir zamanlar beyazlarla dost olmakta ısrar eden tek adam olduğumu sanıyordum, ama beyazlar gelip de evlerimizi, atlarımızı nemiz var nemiz yok hepsini ortadan kaldırdıktan sonra, benim için onlara inanmak çok güç.

Güney Cheyenne’lerinden MATAVATO

Babalarımız, yaşadıkları sıralarda, Amerikalıların büyük ırmağı aştığını, batıya doğru geldiğini işitmişlerdi Bizse silah, barut ve kurşundan başka bir şey işitmedik. İlkin çakmaklı tüfekler, sonra kapsüllü tüfekler ve şimdi de mükerrer ateşli tüfekler. Biz Amerikalıları ilk Cottonwood Wash’da gördük.

Meksikalılarla ve Pueblo’larla savaşıyorduk. Meksikalıların katırlarını ele geçirmiştik, sürüyle katırımız vardı. Amerikalılar ilk geldiklerinde büyük bir dans düzenledik, kadınlarımızla dans ettiler. Biz de onlarla ticaret yaptık.

Ertesi sabah, Küçük Karga, yenilginin acısı ve altmış yılın omuzlarına yüklediği ağırlıkla, adamlarına son bir söylev verdi. «Bir Sioux olduğum için utanç duyuyorum,» dedi. «Dün en seçkin savaşçılarımızdan yedi yüzü beyazlar tarafından katledildi. Artık bize kaçmak ve yaban sığırları ve kurtlar gibi ovalara dağılmak düşüyor.

Hiç şüphe yok ki, beyazların topları ve bizimkilerden üstün silâhları vardı, üstelik sayıca da bizden üstündüler. Ama bu bizim onları bozguna uğratmamamız için bir neden olamaz, çünkü biz yiğit Sîoux’larız, beyazlarsa korkak kadınlar.

St. Paul rahibi şöyle diyordu: «Yarınki idamlarla ciddî bir adaletsizliğin yapılmış olacağı kanısında değiliz. Ama gene de, sanıkların suçlarına ilişkin daha elle tutulur kanıtlar gösterilseydi, daha doğru olurdu . beyazlar tarafından yargılanan hiçbir beyaz bu kadar kanıtla idama mahkûm olamazdı.»
O yıl Karga Deresi’ne gelen ziyaretçiler arasında bir Teton Sioux’su vardı. Santee’li dostlarına acıyan gözlerle baktı ve Amerikalıların topraklarını nasıl aldıkları, onları nasıl sürüp attıkları hakkındaki öykülerini dinledi.

Gerçekten de, diye düşündü bütün bu öyküleri dinlediğinde, bu beyaz adamların ulusu yatağını aşıp önüne çıkan her şeyi yok eden bir ırmağa benziyor. Kızılderililer yeterince yüreklilik göstermezlerse, pek yakında yaban sığırı bölgesini de ellerinden alacaklardır. Bu genç Teton’un adı Tatanka Yo-tanka ya da Oturan Boğa îdi.

Navaho’lar, dondurucu havaya, açlığa, dizanteriye, askerlerin kaba alaylarına ve üç yüz millik zorlu yolculuğa dayanacak güce sahiptiler, ama yurt özlemine, topraklarını kaybetmenin acısına dayanacak kadar güçlü değildiler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir