İçeriğe geç

Kaf Dağının Önü Kitap Alıntıları – Murathan Mungan

Murathan Mungan kitaplarından Kaf Dağının Önü kitap alıntıları sizlerle…

Kaf Dağının Önü Kitap Alıntıları

&“&”

Hayatı çok fazla duyuyorum etimde. Sürekli canım yanıyor.
Önceleri gözyaşlarımı sakladığımı sanıyordun, oysa gözyaşlarım benden bile saklanmıştı.
Açılmamış paketler… Birdenbire düşündüm ki, ilişkilerimizin tarihinde ne çok açılmamış paket var. Ne çok kırgınlık, küskünlük, alınganlık saklı kalmış; ne çok şey askıya alınmış, ertelenmiş; zamanın tavsattığı şeyler, zamanın çözdüğü şeyler sanılmış.
Bir kitap boyunca baştan sona konuşacaktık. Aklımıza ne gelirse. Karakter yaratmak yok, durum yaratmak yok, tansiyon tutturmak, gerilim sağlamak, kurgu yapmak yok, iç dökmeyse iç dökme.
Biz bir diyet toplumuyuz Faris, çok büyük bedeller ödeyerek öğreniyoruz bir bardak su kadar yalın gerçekleri. Onca can, onca insan, onca emek, onca birikim heba olup gidiyor. Ve her kuşak bizim yalışlarımızı unutarak başlıyor işe.
Lanetlenmeyi göze alamayan bir insan hiçbir şey yapamaz.
birikmiş öfkesini fırçalara emanet ediyor. çığlığı çiziyor resimlerinde. öfkeyi, kusmayı, nefreti, şiddeti. dağlanmış gibiydi resimleri. karanlık bir umut, öfkeli bir sessizlik, durgun bir cehennem vardı çizdiklerinde. (yangınların gökkuşağı) hep bir tamamlanmamışlığı taşıyor resimleri. birbirine katlanabilen resimlerdi bütün çizdikleri. (sonsuz çoğaltma) bir suretin kendi aynasında.
Odama sığmıyordu koca bir dünya, bir gün ölürsem, eski Mısır kurallarını, değerli eşyalarıyla gömdükleri gibi, beni de kitaplarımla birlikte gömsünler istiyordum."
Eskiden duvarlar, duvar gibiydi. Beni kuşatıyorlardı. Sonra ben onları öğrendim. Ellerim uzun uzun üzerlerinde gezindi. Bütün memleketim duvarlardı benim. Ben öğrendikçe onları, tanıdıkça duvar olmaktan çıktılar. Şimdi gene duvar gibiler. Ama öğrenilmiş olarak.
Ve ben çok yoruldum.
Bir kitap boyunca baştan sona konuşacaktık. Aklımıza ne gelirse . Karekter yaratmak yok,durum yaratmak yok,tansiyon tutturmak, gerilim sağlamak,kurgu yapmak yok,iç dökmeyse iç dökme…"
Güzellik mi, çirkinlik mi?
Hadi gel seninle slogan atalım:…"
İri, şaşkın gözleri vardı…
Nitekim kimi zaman bayağılık ermiş eder insanı.
Herkes birbirinin mutsuzluğundan yararlanıyor.
Herkes birbirinin mutsuzluğunu yağmalıyor…
Neden daha sonra herkes birbirine bu kadar düşman oluyor? Bu kadar aşağılayıcı? yırtıcı? küçümseyici? Ne kadar uzun bir düşmanlık (mutsuzluk) bu?
Mutlu masalar da olmalı.
Mutlu masallar da…
Gece, yarasa iklimi.
Gece, insanın benliğini ve belleğini ikiye bölüyor.
Gece, cinayetler yatağı, herkes ötekini, ya da öteki belleğini öldürüyor, tâ sabaha kadar.
Yaşamımızı düzenleyen hiyerarşi, acılarımızı, mutsuzluklarımızı da derecelendiriyor. Mutsuzluğumuzun kaynağı hangi yelpazede yer alıyorsa, acımızda ona göre saygı görüyor…
Yaşadığıyla da, yazdığıyla da müsveddelerin insanıyız hepimiz.
Oysa kendini anlatmanın tek dili tendi artık. Örselenmiş ten.
İki yüz sözcüklü dilleri konuşan insanlar, zaten iki yüz sözcükle yaşıyorlar hayatı. Oysa biz iki yüz yıldır batılalaşmaktan konuşamaz olmuştuk. Ya da iki yüzlü sözcüklerle konuşur olmuştuk.
Hiç kimsenin o kadar anısı yoktu.
Şarkı büyük ve ölmez bir aşkı anlatıyordu.
Ve bir gecelik aşkların insanları bu şarkılara sahiden içleniyor, gözyaşı döküyordu…
bir gece varmış,
binbir gece varmış.
İnsan hayatı uzun, insan hayatı düpedüz bir yalanmış.
Kurmacanın sınırlarında dolaşırken kendi firarlığımla yüz yüze gelmek korkusu da bir çeşit mayın korkusu değil midir?
Kendinin sürekli sağanağı olan insanlar vardır. Bunlar kendilerini en çok geceye yakıştırırlar. Gecenin alımlı sığınağında özgürlük ve günahla kimliklerini ararlar. Her özgürlük isteği çıkışında mutlak bir günah duygusu taşır.
Büyüsüz ve oyunsuz sürdüremediğimiz bir şeydir yaşam.
Artık hiçbir şeye inanmamanın dünyasında yaşayarak ölmüş…
Ben bir suretin karanlığına sığındım. Ya sizler ne yaptınız?
… biz her hesaplaşmasını içki masalarına erteleyen bir toplumuz.
Ateşin kendinden başka gerçeği yoktur çünkü.
İsyancı bir umutsuzluğu yaşamaya başlamıştık. Gözükara bir devrimciliğin o ince umutsuzluğu."
Yaşantımızda tutkuyu yitirdik. İnançlarımızı…
Nasıl da onursuz yaşamayı öğrettiler bize? Nasıl da onursuzluğa alıştırıldık…
İşkence etmek, müptelası olunabilir bir şey midir acaba?"
Herkes çoğaltılmış bir suçluluğun başka bir parçasıydı bana göre…"
Ölümün göz koyduğu bir kurban gibi yaşamaya başlamıştım…"
Kendimize kandık, kendimizi kandırdık…"
Biz bütün değerlerimizi işkence masalarında yitirdik. Çünkü her şeyi işkenceyle sınar olduk…
İnsanların takvimleri birbirini niçin tutmuyor?
Başkalarını dertli gördüğümüz zaman seven insanlarız biz.
Kadın meselesini çözememiş bir sosyalizm yenilmeye mahkumdur!
Bu memlekette her şey erkeklerin tekelinde. Her şey erkekliğin. Ve ne kadar olağan bir şeymiş gibi yaşıyoruz bu gerçekliği.
İnançlarımızla kendimiz arasında bile kapatamadığımız bir uzaklık var… Kim bilir belki bu da parçalanmış kimliğimizin bir gerçeğidir.
Aslında, hiçbir şey aslında değildir…
Lanetlenmeyi göze almayan bir insan hiçbir şey yapamaz."

– Karl Marx

Yargılar kaypaktır, çok çabuk değişir. Dünyada güzel olarak ne yapılmışsa halka rağmen yapılmıştır…
Tarih, gerçekliğini bugün için yeniden ürettiğimiz bir imge değil mi?..
Her yeni kitap, bir intihar lezzeti bırakıyor insanın ağzında; Çünkü bir süre sonra bu yalnızlık, intiharın bir lezzeti olduğunu düşündürmeye başlıyor insana.
Gün günden kişiliğim parçalanıyor, birçok insan oluyorum. Birbirini sevmeyen, birbiriyle geçinemeyen birçok insan.
Çelişkilerinin farkında olarak yaşamak! Ne denli güç bir şey bu.
Ruhumu kimseye satamadım; benim de olmadı. Ve beni işgal etmeyi sürdürüyor. Ne kendime, ne çelişkilerime katlanamıyorum artık."
Şiirler ona iyi geliyor. Gerçeğin parçalanmış yüzünü onların yardımıyla onarıyor…
Ey her suça ortak çıkan kalbim!"
Kitapların aydınlığının, ışığının herkesten esirgendiği toplumlarda kaçınılmaz bir yazgı gibi yalnızlık.
Delirmek, o kıl payı, o her an üzerinde gezindiğimiz sırat köprüsü. Bizden çok uzak olmayan ülke. Hatta sınır komşusu.
Geçmişi, şimdiye haksızlık etmeden anmayı öğrenmeli insan. Kendi şimdisine sahip çıkarak; ne zamandır kendimi bu konuda eğitiyorum.
En yalın şeyleri karmaşıklaştırdık, en karmaşık şeyleri de kolay ve ucuz dillerle çözmeye çalıştık.Kaç kişi farkında bunun?
Eğer bir gün diğer insanlardan farklı olduğunuzu anlarsanız, başkalarından farklı bir yanınız, hatta başkalarından saklamanız gereken bir sırrınız olduğunu anlarsanız, siz de bir biçimde başkalarının sırlarının ardına düşersiniz. Başkalarından sakladıklarını bulup çıkarmaya çalışırsınız. Yüzlerinin görünmeyen yanlarını görmeye çalışırsınız. Ruhlarının kendinden bile gizli kalmış yanlarını ele geçirmeye, ışığa çıkarmaya çalışırsınız. Belki başlangıçta, sıradan psikolojik bir “defans” olan bu yanınız, zamanla giderek bir yetenek halini almaya başlar. Bir görme gücü. Ruhları ve edimleri okumada bir içgörü. Böylelikle kendi sırrınızın keşfiyle birlikte dünyayla kendi aranızda bozulmuş olan dengeyi yeniden sağlamaya çalışırsınız.
Hemen her yaşta çok samimi olduğumuz bir arkadaşımız vardır. Ondan en yakın arkadaşım, diye söz ederiz. Hayatımızın sonuna kadar arkadaş kalacağımızı sanırız. Oysa çeşitli yaşlarda bu ikinci kişi değişir. Yerlerini yenileri alır. Bir zamanlar hemen hemen hiç ayrılmadığımız, içtiğimiz su ayrı gitmeyen en yakın, en samimi olduğumuz bu arkadaşlarımızla bağlarımız gevşemeye başlar, görüşmeler seyrekleşir, sonra da çoğu kez olduğu gibi tamamen biter. Onun yerine zamanla bir başkası geçer. Onun yerine de bir başkası. Değişen yaşların eğilimlerine, yönelimlerine, beklentilerine göre bu arkadaşların kişilikleri, özellikleri de değişir. Sonra bir gün gelir, artık hiç yeni arkadaşımız olamayacak yaşa geliriz. Bir sürü tanıdık, ahbap edinebiliriz ama derin dostluklar kurabilmek için eskisi kadar genç değilizdir artık. Bunu anlamak, yaşamdan alabileceklerimiz konusunda bazı sınırlara ulaşmış olduğumuzu anlamak içimizde derin bir sızı yaratır. Hayat, bundan böyle bizim bildiğimiz, alıştığımız hayat değildir. Başkalaşmış bir hayattır. Günden güne bize artık pek yer olmadığını anladığımız bir hayat haline gelmeye başlar. Kendi hayatımızı bir yabancı gibi yaşamaya başlarız.
Kadın yazarlar ardı ardına patlıyordu. Bir furya, geçici bir moda sanılırken adeta bir egemenlik biçimine dönüşmeye başlamıştı. Erkek Egemen Edebiyat dünyası kastre olmuş gibiydi. Erkek yazarlar, elleri apış aralarına kilitlenmiş, şimdi ne yazacaklar, diye korkulu gözlerle kadınların kalem uçlarına bakıyorlar; dışına sürüldüklerini hissettikleri bir dünyanın bu cadı ruhlu yazıcılarına saldırmak istediklerindeyse, onların yazdıklarına bulaşmış aybaşı bezlerinden ya da evde kalmış kız duyarlığından, daha olmadı histeri krizlerinden söz ederek, biyolojik tanım ayrımlarını, mutlak üstünlük aygıtlarına dönüştürmeye çalışıyorlardı.
Şimdilerde dünyalılardan umudu kestik. Artık şu uzaylılar gelse de, bir şeyler sahiden değişse, diye bekleşiyoruz.
Bilirsin kolay ağlayamam ben. Ağladığım sayılıdır. Senin gözündeki günahlarımdan biriydi bu. Acım içime kapanır, içime akar, kalbimin kayalıklarında bir yerde kaybolur gider. Önceleri gözyaşlarımı sakladığımı sanıyordun, oysa gözyaşlarım benden bile saklanmıştı.
Günler bir örnek geçip gidiyordu. Bütün hayatların dışına itilmiştim. Kocaman bir boşluk açılmıştı yaşantımda, bir yara… Her şey kopkoyu bir hüzne bürünmüştü. Kendime bir dünya kuramıyordum. Her şey bölük pörçüktü içimde, her şey yarımdı, hiçbir şeyin sonu gelmiyordu. Hiçbir şey tat vermiyordu bana. Küskündüm. Ölesiye küskün.
Bu memlekette her şey erkeklerin tekelinde. Her şey erkekliğin. Ve ne kadar olağan bir şeymiş gibi yaşıyoruz bu gerçeği. Tıpkı bütün öteki gerçekleri yaşadığımız gibi. Hadi gel seninle slogan atalım: Kadın meselesini çözememiş bir sosyalizm yenilmeye mahkûmdur! Sonunda mutlaka uzlaşacaktır çünkü: Kahrolsun uzlaşma! Kahrolsun erkeklerin demokrasisi!
Geçiş toplumuymuş? Geçecekse geçsin artık. Dayanamıyorum. Bu kadar çirkinliğe, bu kadar bayağılığa, kolaylığa, sığlığa dayanamıyorum.
Ölümse ölüm, yaşadığımız kadarının hakkını vermeliyiz. Bu yüzden ötesini düşünmüyor bile. Kitaplara sığınması boşuna. Kitaplar, korkularını, kuşkularını gidermiyor. Tersine yalnızlığını koyultuyor her okuduğu.
Kitapların aydınlığının, ışığının herkesten esirgendiği toplumlarda kaçınılmaz bir yazgı gibi yalnızlık.
Delirmek, o kıl payı, o her an üzerinde gezindiğimiz sırat köprüsü. Bizden çok uzak olmayan ülke. Hatta sınır komşusu. Delilik biriktiriyordu. Hanidir delilik biriktiriyordu. Bunu en çok kendisi biliyor.
Gün günden kişiliğim parçalanıyor, birçok insan oluyorum. Birbirini sevmeyen, birbiriyle geçinemeyen birçok insan.
“Ruhumu kimseye satamadım; benim de olmadı. Ve beni işgal etmeyi sürdürüyor. Ne kendime, ne çelişkilerime katlanamıyorum artık.”
Çelişkilerin/in farkında olarak yaşamak! Ne denli güç bir şey bu. İlk zamanlar insanı gönendiren, aklını okşayan bu bilinç, bu farkında olma durumu, bir zaman sonra kişiyi kendine hırpalatıyor, kendiyle yüz yüze bırakıyor. Sürekli yüz yüze.
Sanki mezardan yükselen taze toprak kokusuydu burnuma gelen..
seni yağmurda dışarıda bırakmışım gibi hissettim kendimi. içim sızladı..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir