İçeriğe geç

Kadın Düşmanlığı Kitap Alıntıları – Maurice Daumas

Maurice Daumas kitaplarından Kadın Düşmanlığı kitap alıntıları sizlerle…

Kadın Düşmanlığı Kitap Alıntıları

Erkekler kadınların onlarla dalga geçmesinden korkuyor. Kadınlar da erkekler tarafından öldürülmekten.
Erkek egemenliği çok yönlü, dolaylı veya dolaysız, ılımlı ya da şiddetli zorlamalarla kendini gösteren bir kadınları zaptetme ihtiyacını ifade ediyor. Neden mi? Psikanaliz ortaya çıktığından bu yana, erkeğin saldırganlığına ve tahakkümüne neden olarak kadınlardan duydukları korku gösterilir. Bugün itiraz etmenin pek mümkün olmadığı bu neden, dünyayı sarsan yeni bir paradigma sayesinde su yüzüne çıkabilirdi.
Kadınların sömürülebilecek duygularını ortaya çıkarmada erkeklerin üstüne yoktur.
16. yüzyılda kadınların görevi kocalarına hizmet etmekti. Kocalar da bunun karşılığında karılarını koruma, eğitme ve cezalandırmakla yükümlüydü. Evlilik içi cinayet davaları incelendiğinde, ister katil ister kurbanın kendisi olsun, kadına yöneltilen ilk eleştiri boyun eğmediğidir’. İtaatsizlik kavramı elbette sadakatsizlik, eşin dövülmesi veya dayak yeme, tartışma, hakaret, bağırma ve azarlamaları da kapsıyor. Kocanın mutlak gücü dogmasının temelinde, uyguladığı şiddetin meşruluğu yatıyor. Kocanın karısını cezalandırmasının norm sayılması evliliğin temelinde yer alıyor.
Erkek baskısının varolmadığı bir altın çağ asla yaşanmadı.
Erkeğin sadakatsizliği, yakın bir zaman öncesine kadar sadece bir istismar olarak algılanırken, kadınınki kural ihlali sayılıyordu. Bununla birlikte, tamamen gizli kalması koşuluyla, evli kadınla iş pişirmek de genel hoşgörü kapsamındaydı. Erkekler için bunlar eril kodların birer parçası olduğundan tartışma konusu sayılmıyordu (fahişelerle görüşmek, bir metres edinmek, çalışanlara ve hizmetçilere yönelik cinsel istismar). Buraya ensest başta olmak üzere başka istismarlar da ekleniyordu. Son otuz yıldaki hayranlık uyandıran gelişime rağmen, aşkın belirleyici bir rol oynadığı ama aşk acısının kadınsı bir biçim aldığı ¹ uzun süreli evlilik dışı ilişkiler de dahil olmak üzere, sadakatsizlik alanındaki eşitsizlikler ortadan kalkmadı.
Erkekler kadınlarla alay ederken üreme organlarından yararlanmak ve akıllarına egemen olmak yolundan yürüyor.
Erkek topluluğunun birbirine kenetlenmesinde kadının oynadığı rol bundan daha iyi anlatılamazdı: onlarla konuşmak değil, onlardan konuşmak.
Yüzyıl sonunda, yeni bir bilim dalı, gastronomi icat edildiğinde kadınları dışında tutmak amaçlandı. Kadınların men edilmesi Grimod de La Reynière tarafından dile getirildi. Bu durum en azından I. Dünya Savaşı’na kadar da böyle sürdü: Kimi şarkılarda kadeh kaldırdığımız güzelleri daima hoş karşılasak bile onları ziyafetlerimize ortak etmemiz olanaksız. ¹
Evlilikte mutluluk ideali 18. yüzyılda icat edildi. Ancak o yüzyılın ortaya çıkardığı yeni sosyal ağlar (mason locaları, kulüpler, dernekler) sadece erkeklerden oluşuyordu. Akademiler gibi bu meclislerin de tamamı kendilerini çalışmalarına adama niyetindeydi. Ancak kadınlar, ciddiye alınmayan zekâları ve varlıklarıyla erkekleri bölüp rahatsız ederek dikkatlerini dağıtabilirlerdi.
Genç kızlar gönül ilişkilerine genç erkeklerden daha çok kendilerini adıyor. Erkeklerin üçte birine kıyasla kadınların üçte ikisi, ilk cinsel deneyimlerini yaşadıkları erkeğe âşık olduklarını ifade ediyor. Kadınların cinselliklerini doğrudan duygusal bir çerçeveye, hatta evlilik çerçevesine yerleştirmeyi erkeklerden daha çok benimsedikleri konusunda araştırmacılar hemfikir. Üstelik önemli bir çoğunluğu (2006’da bu oran 20-35 yaş arası kadınlarda beşte bir ile dörtte bir arasındaydı) ilk partnerlerini müstakbel eşleri olarak görüyor. Gerçekleşmesi uzak bir ihtimal olduğundan, bu beklentinin erkeklere oranla kadınları daha çok hayal kırıklığına uğrattığını görüyoruz. Kadınların duygusal açıdan aşırı adanmışlığının yarattığı eşitsizliğin etkisi ilk burada görülür.
Şu da var ki, aşk kelimesi her iki cinsiyet için aynı anlama gelmiyor ve eşitsizlik tam da bu duygunun kalbinde konaklıyor. Görünüşe göre bu durum âşık kadın rolündeki kadının kanaatinden kaynaklı: erkeğin üstün olduğu kanaati. Araştırmacıların aşina oldukları bu fikri kabullenmek zordur. Bu durum kadınlara sevimsiz gelecektir; tıpkı karşı cinse karşı duydukları derin korkunun erkeklere geleceği gibi. Ancak her iki durumda da gerçekler ortada, yadsınamaz ve değişmezdir. Kelimeler fazla yara açmasın diye yaplabilecek tek şey, birinden eril baskınlık duygusu, diğerinden ise kadın kaygısı diye söz etmek olabilir.
Kadın aşka aşkla karşılık vererek hizmetçi kılığını terk etti, yol arkadaşı kılığına büründü. Artık kocasına itaat etmiyor, onun arzusuna uygun davranıyordu: Daha da iyisi, bu arzuya katılıyor, hatta onu içselleştirebiliyordu: Sevgiye dair, başkasının arzusunu benimsemekten daha iyi bir kanıt olabilir mi?
Evlilik öncesinde, aşk erkeğin meselesiydi: İleri atılmalı, fethetmeli ve erkekçe becerilerini -cesaret, güç, irade- sergilemeliydi. Tutkuyu erkek cisimlendirirken, kadın bir çeşit erkeği bekleme rolünde, geride durmalıydı. Ama evlilik sonrasında bu kez kadın aşktan sorumluydu; şefkat, sabır, özen ve özellikle de adanmışlık (merhametin care’e (bakım) dönüşmesi) gerektiren bambaşka bir aşk. Bugün hâlâ sürmekte olan kimi stereotipleri buradan tanıyabiliyoruz.
Aşk ömür boyu sürse de tutkunun ömrü kısıtlıdır. Oscar Wilde’in Dorian Gray’in Portresi’ndeki şu acımasız cümlesi yanlış sayılmaz: Bir kapris ile sonsuz bir tutkunun arasındaki tek fark, kaprisin daha uzun sürüyor olmasıdır.
Feminizm karşıtlığını bir tek erkekler yapmıyor. Kadınlar da bu konuda ikiye bölünmüş durumda; ilerleme talep edenler çoğunlukla iki farklı cephede, erkek karşıtları ve içerideki muhalifleriyle eşzamanlı olarak mücadele etmek zorundalar. Mâdunlar grubunun yabancılaşması öne sürülerek hiçbir şey çözülmez. Konformizm ve kurulu düzeni kabullenme, kadınların feminizm karşıtı yaklaşımlarına en iyi açıklamadır. Yenilikler daima korkutucudur. Kazanımın belirsizliği ve marazi etkilerden duyulan endişe, öngörme zorluğuna eklenince, feminist yaklaşımlardan kuşku duyan kadınlarda güvenlik ilkesini tetikliyor.
Geçmişe bakmak, günümüzde hâlâ görünmeyen pek çok ayrımcılığın olduğunu anlamamızı sağlıyor. Tecavüz bundan elli yıl öncesine kadar hukukta cürüm(Suç) sayılmıyordu. Olayı yumuşatmak için her türden hafifletici sebep aranıyordu. Cürüm sayılabilmesi, dolayısıyla Ağır Ceza Mahkemesi’nde ceza konusu olabilmesi ve yasada kesin bir tanımının yapılabilmesi için 1978’de Aix-en-Pro vence’daki davanın görülmesi gerekti.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
16. yüzyılda bir kadını zorlamak kabahatten ziyade görevden sayılıyordu. Savaş tecavüzü, komutanların onaylamasalar bile askerlerini mahrum bırakamadıkları bir gelenekti. Bu geleneğe karşı çıkmak için geçerli ve iyi bir sebep gerekiyordu. Montluc, Not re-Dame de Lorette için yaptığı bir adağı gerekçe göstererek subaylarından birini Forchadi Penne’ye, olabildiğince kızı ve kadını tecavüzden kurtarma göreviyle göndermişti. Kaçmayı başarabilmiş ¹ sadece 15 ile 20 kız getirilebildi.
Aklın cinsiyeti olmaz.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Kadınların bilgiye ulaşması sorunu Rönesans döne minde tartışma konusu edilmiş olsa da, 16. yüzyılın son çeyreğine kadar, kadınların görünürlüğü, kimi hoşnutsuzlar haricinde hemen hiç kimseyi endişelendirmeyen istisnalardan ibaret kalmıştır. Sınırı aşmak olarak algılanan yayıncılık serüveninde, soylu ve burjuva ailelerden gelen seçkin kadın yazarlardan mürekkep küçük bir topluluk bu uğurda şereflerini ve saygınlıklarını tehlikeye attı. Kitap yayımlamak bir kere kadının iffetine aykırıydı: Aydınlanma’ya kadar, bu macerada itibarını tehlikeye atmaya cüret etmek için ya dul, ya kız kurusu ya da özgür düşünceli bir kocayla evli olmak gerekirdi.
Bir siyasi toplantıda erkekler bir kadın meslektaşlarının çiçekli elbisesiyle alay ediyor, Viyana’daki tanınmış bir orkestra kadın müzisyenleri işe almayı reddediyor; bir İtalyan moda markasının reklamı toplu tecavüzü resmediyor; hamilelik kadınların kariyerini sekteye uğratıyor; su balesine harcanan para futbola harcanandan daha düşük; 2014 yılında doğan çocukların önemli bir çoğunluğu babalarının soyadını taşıyor. Erkek egemenliği sanki arada sırada yaşanan tesadüfi ve geçici bir olaymış gibi yansıtılıyor. İşte tam da bu yüzden, kaynağına inmemizi sağlayacak, çıkış ne denini ortaya koyacak bir kelime bulunmuyor.
1970 yılında henüz “cinsel taciz” diye bir terimin olmadığını biliyor muydunuz?
Kadınlara yönelik saldırılar, düzenli aralıklarla ateş nöbetlerinin nüksettiği müzmin bir hastalıktır.
Aşkın gücü kadın düşmanlığının kökünü neden kazıyamadı? Aşk şu birkaç yüzyıldır toplumda gerçek bir değer kazanmıştı. Çiftlerin ve ailenin tartışılmaz temeli haline gelmişti. Hatta kadınları ayrımcılıktan koruyabilecek bir eşitlik ideolojisi yayıyordu. O halde neden cinsiyet eşitsizliğinin sonunu getiremedi?
Bir erkek , cinsinin temsilcisi olarak değil, birey olarak maço veya kadın düşmanı diye tanımlanır. Bu hareketlerin cinsiyetle ilgili bir boyutu yoktur, bir suiistimali işaret etmektedir. Feminizm karşıtlığı, küçük görmekten nefrete kadar uzanan bir yelpazede, düşmanca duyguları kapsamaktadır. Bu duygular ne şekilde gösterilse gösterilsin ortak özellikleri olarak bilinçli davranış başta gelmektedir. Bilinçsiz, istemsiz veya düşünülmemiş feminizm karşıtlığı yoktur
kadınların ilerleyişine karşı çıkmanın üçüncü bir yolu daha vardır: kadınlara gerçek ama alt bir kademede yer vermek.
Bir kadının bir yabancıya kıyasla yakın çevresinden bir erkek tarafından tokatlanma, ellenme veya taciz edilme riskinin daha yüksek olduğunu unutarak aşka, dostluğa, evlilik bağına, aileye tapınıyoruz. Erkeklerin sergilediği sevecenlik, temel bir sorunu, kadınlardan duydukları korkuyu maskeliyor ki bu korku erkek egemenliğinin kökleriyle hiç de bağıntısız değil.
Yasalar ve töreler dinin kutsallığında köklenen önermelerle birleşerek kadın cinselliğini erkek onurunun anahtarına ve erkek kimliğinin hapishanesine dönüştürdüğünde dayak, ölen kocayla yakılma, recm ve cinayet de artıyor
Dini baskının olduğu toplumsal yapılarda geleneğin ve bununla atbaşı giden cinsiyet eşitsizliğinin sarsılması zordur.
Devletin ideolojisi gibi Kilise’nin ideolojisi de toplumsal yapının tamamında içselleşen ve erkeğin lehine olarak doğal bir hiyerarşiye dayanan bir evlilik anlayışını destekliyor.
Erkek baskısının varolmadığı bir altın çağ asla yaşanmadı.
Kanadalı romancı Margaret Atwood’un yazdığı üzere, erkekler kadınların onlarla dalga geçmesinden korkuyor. Kadınlar da erkekler tarafından öldürülmekten.
Genç kuşak, cinsellik ve aşkın birlikte yürümesi gerekmediğini düşünüyor.
Bir kadını ortak mala dönüştürme amacıyla kirletmek genç erkekler için kuşkusuz tatmin edici bir eylemdir, ancak bu yöntemle aynı zamanda karşı cins üzerinde güçlerini de kanıtlamış oluyorlar.
Cinsel ilişki için bir partner bulmak aşık olmaktan daha kolay. Erkeklerin görüşü ise kadınlara oranla daha fazla macera yaşamalarının yolunu döşüyor. Erkeklerin davranışındaki bu serbesti, onların ‘doğaları gereği’ cinselliğe daha çok ihtiyaç duydukları yönünde öteden beri süregelen ve kadınların da hemfikir olduğu yaygın inanışla destekleniyor.
Kadının cinselliği duygusal kategoride yer alarak sadakatsizliği frenliyor.
Erkeğin üstünlüğü kadının aşkına nüfuz ederek kendisini onaylatırken meşruluk kazanmış oluyor.
Bir kadının aşkının erkekler tarafından diğer bütün kuralların üzerinde tutulması, birlikteliği eşitlik temelinde kuruyordu.
Aşk ömür boyu sürse de tutkunun ömrü kısıtlıdır.
Tutku -aşkın en yoğun yaşandığı başlangıç bölümünü böyle adlandıracağız- kimliğe dair bütün ihtiyaçların tatmin edilmesi anlamına geliyor.
Aşk zaman ve mekândan bağımsız görünüyor.
Aşkı, yarattığı etkilere göre yargılayacak olursak, arkadaşlıktan çok nefreti andırmaz mıydı?
2015 yılında, ensest mağdurları dernekleri ile feminist örgütler, adaleti, belirsiz bir suç tanımının imkân tanıdığı uzlaştırmalardan vazgeçmeye zorlamak için Ceza Yasası’na ‘ensest’ sözcüğünü yazdırmayı başardılar.
Sinema her şeyden önce bir endüstri. Kültürel sıfatının yakıştırılması, ona paranın ve erkeklerin hükmettiği gerçeğini değiştirmiyor . Kadın oyuncuların saatlik ortalama ücreti erkek meslektaşlarınınkinden %30 daha düşük.
16. yüzyılda bir kadını zorlamak kabahatten ziyade görevden sayılıyordu. Savaş tecavüzü, komutanların onaylamasalar bile askerlerini mahrum bırakamadıkları bir gelenekti.
İnanılanla karşıtlık oluşturan durumlar karşısında istisna kuralını benimsemek. En yaygın inkâr mekanizmasıdır.
Sonuç olarak, bir basmakalıp düşüncenin aşılmış mı yoksa farklı bir şekle mi bürünmüş olduğunu bilmek imkansızdır.
Montaigne açıkça feminist karşıtı cephede yer alıyordu.
Kadınları yine erkekler, onlara hükmetme hakkı na sahip olmak için öne çıkarıyor: Kadınların kendi başlarına, doğalarına aykırı bir bilgiye ilgi duymaları imkansızdır. Erkeklerle boy ölçüşmek ve meraktan kitap yazmak istiyorlarsa, şiir, ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir eğlencedir .
Kitap yayımlamak bir kere kadının iffetine aykırıydı: Aydınlanma’ya kadar, bu macerada itibarını tehlikeye atmaya cüret etmek için ya dul, ya kız kurusu ya da özgür düşünceli bir kocayla evli olmak gerekirdi.
İhtiras suçu modeli, o zamandan beridir kısmen olumlu bir açıklamaya izin veren bir duyguyla, yani kıskançlıkla ilişkilendirildi: Bu metinler, eşinin şüpheciliğinden mustarip olan kadın ve erkeklere, kıskançlığın her şeyden önce aşkın bir göstergesi olduğunu anlatmaya çalışıyor
Kıskanç olan ister koca ister kadın olsun, kadın her zaman bu durumun sorumlusudur.
O dönemde ihtiras suçu yerine namus cinayeti deniyordu. Bir suç değil cinayetti, çünkü toplumsal ahlak ve iktidar gücü, esas suçluları, yani aldatılmış kocaları aklıyordu. Zinadan dolayı işlenen cinayet suç değil haktı. Kadın ve erkeğe zina için uygulanan farklı yaklaşımlar devletin kadın düşmanlığından söz edilmesini mümkün kılıyor. İhtiras yerine namus, çünkü burada olaya yön veren aşk değil, katilin hem kendi hem de ailesinin adını temizleme ihtiyacıdı (bu kanlı öykülerde baba ve erkek kardeşlerin mağdur rolünde olmaları bu yüzdendir).
Aşkta yaşanan tartışmalar uyumdaki bir kopuş olarak yaşanır ve her iki tarafın da katlanması zordur. Ayrılık bunalımını sadece vicdanın rahatlaması gidermektedir ama arkasında pişmanlıklar ve özlemler bırakmaktadır. Şiddet bambaşka bir şeydir çünkü uyum göstermekle çözülmez, biçimsel açıdan devreye girer ve beklenenin tersi sonuç verir: Yara daima açık kalır, kurbanın içine korku yerleşir ve saldırganın baskısı artar.
Evlilikte mutluluk ideali 18. yüzyılda icat edildi. Ancak o yüzyılın ortaya çıkardığı yeni sosyal ağlar (mason locaları, kulüpler, dernekler) sadece erkeklerden oluşuyordu. Akademiler gibi meclislerin de tamamı kendilerini çalışmalarına adama niyetindeydi. Ancak kadınlar, ciddiye alınmayan zekaları ve varlıklarıyla erkekleri bölüp rahatsız ederek dikkatlerini dağıtabilirlerdi. Yüzyıl sonunda, yeni bir bilim dalı, gastronomi icat edildiğinde kadınları dışında tutmak amaçlandı. Kadınların men edilmesi Grimod de La Reyniere tarafından dile getirildi. Bu durum en azından Birinci Dünya Savaşı’na kadar da böyle sürdü: Kimi şarkılarda kadeh kaldırdığımız güzelleri daima hoş karşılasak bile onları ziyafetlerimize ortak etmemiz olanaksız. Erkek topluluğunun birbirine kenetlenmesinde kadının oynadığı rol bundan daha iyi anlatılamazdı: onlarla konuşmak değil, onlardan konuşmak
Baştan çıkarma konusunda kadının egemen olduğu inancı eskilere dayanıyor. Mitolojik, ilahi, destansı, tarihi veya edebi olsun, baştan çıkarma galerisindeki artışı gösteriyor. Oysa kadının bu alanda üstün olduğu düşüncesi rıza kavramını ortadan kaldırıyor. Erkekler her zaman, istediği şeyi elde edebilmek için kadının yatağa girmesinin yeterli olduğunu düşündü. Şu halde, erkeklerin gözünde kadının rızası kadının özgürlüğünün bir güvencesi değil, erkeğin cinselliğini sınırlayan keyfi ve baskıcı bir güçtür. Bu yüzdendir ki reddedilen erkek cinsel açıdan bir hayal kırıklığı değil aşağılanma hisseder.
Delicesine özgür ve müsait, herkes tarafından arzulanan ve canının istediğine kendisini veren kadın imajı, erkeğe özgü, kadın düşmanı bir fantezidir. Mesleklerini icra ederken ortaya çıkan beklenmedik fırsatları değerlendirdiği varsayılan postacı veya tesisatçı (komik öyküler, çizgi romanlar, porno filmler) buna örnek verilebilir. Bu kalıplaşmış imaj doğru olsaydı, kadınların erkeklerden daha çok partneri olur, kocalarını daha sık aldatırlardı. Oysa gerçek bunun tam tersidir çünkü kadının özgürlüğü erkeklere oranla daha sınırlıdır.
Kadınlara yönelik saldırılar, düzenli aralıklarla ateş nöbetlerinin nüksettiği müzmin bir hastalıktır.
Başkasını etki altına almak bazen o kadar belli belirsiz gerçekleşir ki baskıyı kuran bile farkına varmaz.
Sevgiye dair, başkasının arzusunu benimsemekten daha iyi bir kanıt olabilir mi?
Aşkı, yarattığı etkilere göre yargılayacak olursak, arkadaşlıktan çok nefreti andırmaz mıydı?
Duygusal açından iki şekilde bağımlı olabiliyoruz: ya bizi seven kişiye ya da ona duyduğumuz aşka.
Bir kadının bir yabancıya kıyasla yakın çevresinden bir erkek tarafından tokatlama, ellenme veya taciz edilme riskinin daha yüksek olduğunu unutarak aşka, dostluğa, evlilik bağına, aileye tapınıyoruz. Erkeklerin sergilediği sevecenlik, temel bir sorunu, kadınlardan duydukları korkuyu maskeliyor ki bu korku erkek egemenliğinin kökleriyle hiç de bağlantısız değil.
Baştan çıkarmak için genel geçer kuralları uygulamak veya duruma göre bunları yıkmak yeterlidir. Birlikteliğin başlangıcı hakkında çok sayıda bilimsel veya medyatik araştırma (seçme ölçütleri, tanışma yer ve biçimleri vb) bulunması tam da bu yüzdendir. Ancak bir sonraki aşamada artık kural yoktur: Aşkı ekip biçmek için gerekli niteliklere göre hem daha az göze çarpan hem de daha zor anlaşılır niteliklerdir. İşte bu yüzdendir ki bir kalbi fethetmek onu korumaktan daha kolaydır.
Sanki eşitsizlikler aşka rağmen, tarafların iyi niyetinin aşkı her sorumluluktan muaf tuttuğu bahanesiyle derinleşiyor. Aşk konusundaki genel hoşgörüyü açıklayan pek çok neden var; şu da az değil: Aşkın kendisinden şüphelenilirse, bu şüphenin sonu nereye varır? Peki cinsiyetler arasındaki uyum hangi temeller üzerine kurulacak? Bu durumda aşk, aşılması halinde bilinmeze gömülme cezasının geleceği bir sınırı oluşturuyor. Bu sınır uzun süre kutsallaştırıldı. Öyle ki, hiçbir araştırmacı, aşkın büyük bir gizem olduğu ve bütün sırları ortaya dökme niyeti bulunmadığı gerekçesiyle buna yanaşmıyor.
Duygusal açıdan iki şekilde bağımlı olabiliyoruz: ya bizi seven kişiye ya da ona duyduğumuz aşka. 1982 tarihli bir makalede, Sonia Dayan-Herzbrun, duygusal bağımlılığı başkasına ait aşkın varlığına ve varoluş koşullarına, şu durumda erkeğin aşkına duyulan bağımlılık olarak tanımlıyor.
1960’lı yıllarda, Pal Alto ekolü tarafından geliştirilen sistematik yaklaşıma göre, iletişimin temel işlevi bireyin kimliğinin onaylanmak suretiyle sabitlenmesidir. Başkasıyla yüzleştiğimizde kabul görmek istiyoruz: Olduğumuza inandığımız, olmayı istediğimiz ya da olduğumuzu ileri sürdüğümüz kişiyi onamasını bekliyoruz. Bu alışveriş olmadığında kimliğe dair arayışımız bir yere varmıyor.
Eşitliğin dinamiği kadınların kazanımları -feminizm karşıtı tepkiler- suçluluk ve baskılama üçlemesine dayanıyor. Kadınların kazanımlarının mutlaka somut olması gerekmiyor. Bazı erkeklerin bunları gerçek sanarak kendilerine tehdit olarak görmeleri yeterli çünkü feminizm karşıtlığı doğası gereği faraziyelerden besleniyor: kadınsı yıkıcılık, cinsiyet karmaşası, ailenin yok oluşu, eşcinsellik dalgası, erkekliğin bozulması
400 yıl boyunca o büyük Kadın Tartışması’nı belirleyen metinlere bakıldığında karşı argümanların niteliğini değerlendirmek gereksizdir çünkü yeni bir argümana ender rastlanır. Bunların çoğu tam anlamıyla birer akılcılaştırma biçimidir. Nasıl ki siyahlar hakkındaki basmakalıp düşünceler sömürgecilik ve kölelikten öncesine dayanmayıp,tam tersine sömürgeciliği ve köleliği aklamak için üretilmişlerse, burada da ayrım mevcut düzeni doğrulamak için kurulmaktadır. Bütün basmakalıp düşünceler gibi sözümona akılcı argümanlar da günün beğenisine uygun olanlarla yer değiştirinceye kadar kalıyor. Hangi çağda olursa olsun bu akılcılaştırma çarkı nöbeti devralıyor: Bu argümanlar nesnel görünümlerinin ardında olumsuz ve bilinçsiz bir önyargıyı gizlemektedir:
Feminizm karşıtlığını bir tek erkekler yapmıyor. Kadınlar da bu konuda ikiye bölünmüş durumda( ). Konformizm ve kurulu düzeni kabullenme, kadınların feminizm karşıtı yaklaşımlarına en iyi açıklamadır. Yenilikler daima korkutucudur. Kazanım belirsizliği ve marazi etkilerden duyulan endişe, öngörme zorluğuna eklenince, Feminist yaklaşımlardan kuşku duyan kadınlarda güvenlik ilkesini tetikliyor.
-Feministler erkeklerden nefret ediyor.
-Feministler çok saldırgan.
-Günümüz Feministleri eşitlik istemiyor, erkeklere hükmetmek istiyor.
-Feministler işlerine gelen konularda eşitlik diyor, ancak örneğin centilmenlik kalsın istiyorlar.
-Feministlerin tek istediği, bugün erkeklere ayrılmış şeyleri elde etmek için kadınları erkekleştirmek.
-Feministler katı ahlakçılardır.
Cinsiyetçi, eşitliğin ağır basması gereken bir durumda hemcinsine iltimas geçen kişidir. Cinsiyetçi, karşı cins hakkında aşağılayıcı basmakalıp ifadeleri yayan kişidir. Cinsiyetçi, cinsiyetlerin biraradalığını, denkliğini ve eşitliğini reddeden kişidir. Cinsiyet temelli her tutum cinsiyetçidir.
Kadın düşmanlığı, erkek egemenliğinden sorumlu etkeni işaret etmek adına yüklediğimiz en geniş anlamıyla, bireysel veya kolektif düzeydeki toplumsal aktörler tarafından gerçekleştirilen, istemli veya istemsiz, bilinçli veya bilinçsiz eylemler de dahil olmak üzere kadınlara yönelik tüm ayrımcı tutum, davranış ve durumları tanımlar.
Bir kadının bir yabancıya kıyasla yakın çevresinden bir erkek tarafından tokatlanma, ellenme veya taciz edilme riskinin daha yüksek olduğunu unutarak aşka, dostluğa, evlilik bağına, aileye tapınıyoruz. Erkeklerin sergilediği sevecenlik, temel bir sorunu, kadınlardan duydukları korkuyu maskeliyor ki bu korku erkek egemenliğinin kökleriyle hiç de bağlantısız değil.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir