Erdoğan Aydın kitaplarından İslamiyette Ahlak ve Kadın / İslamiyet Gerçeği 3 kitap alıntıları sizlerle…
İslamiyette Ahlak ve Kadın / İslamiyet Gerçeği 3 Kitap Alıntıları
Osmanlı birinci amacına dinin “tevhit” (teklik) anlayışı çerçevesinde kılıç gücüyle ulaşırken, halkın siyasal sisteme tabi kılınması açısından gerekli olan itaakar kaderci referanslar ise, daha Nizam-i Mülk dönemide ünlü alim Gazali aracılığıyla eşarilikten aktarılacaktı. Bu nedenle Osmanlı devleti büyüdükçe birçok Sünni alimi merkezine çekecek ve Türkmen göçerleri şii-Alevi ideolojisine doğru itecektir. Bu gelişme ileriki yıllarda Osmanlı-Safevi zıtlaşlaşmasının da temelini oluşturacaktır.
Ey gençler der islam peygamberi içimizden kimim evlenmeye gücü yeterse evlensin. Çünkü bu gözü haramdan daha fazla sakındıran; ırzı korumaya çare olandır. Kim evlenmeye güç getiremezse oruç tutsun. Çünkü o oruç kendisi için bir eneme ( şehveti kesen bir çare) dir.
Yine Muhammed’in ifadesiyle, evli kimsenin iki rekat namazı bekarın seksen iki rekat namazından hayırlıdır; çünkü evlenen kimsenin gözü haramdan, günlük şehvani düşüncelerden uzak kalacağı için, ibadetine huzur ve ihlas tahakkuk eder. Bu tarz yapına ibadet de diğerlerinden üstünlük kazanır.
Görüldüğü gibi bu bakış açısına göre bekarlık sorunlu bir durumdur ve kulun ibadeti ancak evlenmekle kemal bulur.
Bugün İslami örgütler de dahil olmak üzere, çalışma hayatında ve eğitimde kadının yükselişi, tamamen İslam’ın iradesine rağmen gerçekleşen modernleşmenin sonucudur. Bizzat İslami çevrelerde kadın beyninin üretkenliği, dünya kadınının elde ettiği hak ve özgürlükler mücadelesinin etkileri ve cumhuriyet sonrası yasaların sağladığı uygun ortamın sonucu olarak gerçekleşmektedir.
Nisa 34
Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılmasına bağlı olarak ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Sâliha kadınlar Allah’a itaatkârdırlar. Allah’ın korumasına uygun olarak, kimsenin görmediği durumlarda da kendilerini korurlar. (Evlilik hukukuna) baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.”
Bu mantığın ailenin düzenlenmesideki doğal sonucu. Nisa 34’de çerçevesi çizildiği gibi, erkeğin üstünlüğüdür. Kadının eğiticisi ve kullananı odur, bu mantığın kadınlar tarafından kabul edilmesi ise açıktır ki onların insan ve kadın kimliklerine yabancılaşması demektir.
Günümüz ahlakı, savaş esirlerinin haklarını güvence altına almıştır. Bu çerçevede imzalanan uluslararası anlaşmalara göre, onlara tecavüz edilemez, angaryaya koşulamaz ve savaş sonunda kayıtsız şartsız geri iade edilene kadar insanca yaşam standartlarında giydirilip beslenmeleri zorunludur. Pratiğin çoğu kez böyle gerçekleşmediği bilinmektedi; bununla birlikte günümüz değerleri, devletlerin bu ahlaki yükümlülükleri kabullenmelerini zorunlu kılmıştır. Buna karşılık kendini “tanrısal” bütün zamanlar için tek doğru ve en ahlaklı ilan eden şeriat bizzat kurucusunun emirleri çerçevesinde, esirlerin köle yapılmasını, tecavüze uğramasını, ama fidye ve satış değerleri düşmesin diye azil yoluna başvurulmasını kendi ahlak standartlarına göre meşru görmektedir.
Azil, cinsi münasebette meninin dışarıya bırakılması suretiyle çocuk olmasını önlemeye denir. Bu meselenin ilk defa ortaya çıkışı, Beni Müstalık harbi sırasında olmuştur. İslam askerleri, esir aldıkları cariyelerden fidye (esaretten kurtuluş bedeli) almak arzu ediyorlardı. Hamile kalırsa satamayacakları için zalim hükmünü Resullah’tan sordular. Resul-i Ekrem buyurdular ki: “ Bunu yapmanızda (azil) üzerinize bir vebal yoktur. Zira Allah’ın kıyamet gününe kadar yaratmayı yazdığı her nefis muhakkak vücut bulacaktır.” Bu cevaz, cariyeler için bir zaruret karşılığında verilmiştir.
Peki ama insanlık Tanrı’yı niçin böyle köleci perspektifle yarattı? Çünkü Tanrı bilincinin oluştuğu dönemde insanlar, köleci toplum atmosferiyle yaşıyordu.
Tek tanrılı dinler, kadını insanlık tarihinin ilk toplumsal örgütlenmesi olan komünal dönemde egemen cins olduğu gerçeğini de unutturarak, daha en baştan “erkeğe hizmet için ve ondan yaratılmış” ve “erkeğe emanet edilmiş” ikinci sınıf bir yaratık olarak konumlandırılmıştır. Kısacası dinler, kendi doğallığında haksız bir hal alan bu iş bölümüne Tanrı’yı sokarak erkekten yana bir vesayet ilişkisi kurmuşlardır.
Dinsel mitler daha en baştan kendi temelleriyle çelişirler. Madem ki kardeşler arası cinsellik ahlaksız bir davranıştır ki öyledir, dahası tıbbi olarak da sakat doğumlara yol açar, her şeye kadir olduğu söylenen Tanrı’nın en azından iki Adem- Havva çiftini aynı anda ve aynı yerde yaratması gerekirdi.
Esasen insanlığın tek bir çiftten geldiği inanışı gerçek dışı olması bir yana, sonradan Arap ve diğer Ortadoğu köleci toplumunun egemenleri tarafından belirlenen ahlak kuralları ile de çelişir. Bütün nesiller Adem ve Havva denilen o mitolojik çiftten doğmuşlarsa, Adem ve Havva’nın kendi çocuklarıyla cinsel ilişkiye girmediklerini farz etsek bile, onların çocuklarının birbiri ile ilişki kurarak çoğaldıkları açıktır! Eğer ahlaki değerler insanlar tarafından süreç içinde oluşturulmamış, aksine onların üstündeki bir yaratıcı tarafından ezel ve ebet olarak verilmiş/öğütlenmiş ise, bu durumda, Adem soyunun aile içi ilişkilerle çoğaldığı, dolayısıyla yaratıcının daha en baştan, kendine yüklenen temel ahlak kurallarını çiğnediği gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Dinsel iddianın aksine ahlak değerleri daha insanın Tanrı katında yaratılışıyla, önsel olarak belirlenmiş bir değerler sistemi değil, binlerce yıllık süreç içinde sosyo-ekonomik yapıdaki değişimlere bağlı olarak belirlenmiştir.
İlkçağda diğer bir deyişle ilkel komünal toplumlarda, anaerkil yapı egemendi. Yani erkek egemenliği ekseninde kurumlaşan dinsel ahlakın aksine kadını egemen cins sayan anaerkil bir yapı söz konusuydu. Üstelik bu çok uzun dönemler boyunca aile kurumu da yoktu. Cinsel ilişkilerde isteğe bağlılık dışında kural yoktu. Doğal olarak çocuklar da klanların ortak çocukları olarak algılanıyordu. Ekonomik yapı da buna uygundu, herkes aşiret için çalışır ve ihtiyaçlara göre bir paylaşımla aşiret bireylerinin gereksinmeleri karşılanırdı. Bu koşullarda ahlak, çocuklara eşit davranmak, aşiret üyeleri arasında adalet sağlamak, aşiret düzenini bozan davranışlardan, örneğin cinsel şiddete başvurmaktan veya aşiretin ortak malını çalınmaktan kaçınmak, neslin devamı kapsamında kadınlara saygı göstermek, aşiretin beslenmesi ve savunulması için fedakarlık/kahramanlık yapmaktı. Bunu takip eden çağlarda, kuşaklar arası cinsel ilişki yasaklandı ve bu bir ahlak kuralı haline geldi. Böylece ailenin nüvesi kandaş aile insanlık tarihinin on binlerce yıllık geçmişinden sonra ortaya çıktı. Sonraki süreçte kardeşler arasındaki cinsel ilişkiler yasaklandı ve bu da bir ahlak kuralı haline geldi. Bu durum ortaklaşa aile diye adlandırıldı. Babalar yine belli olmadığı için kardeşler arası cinsel ilişki yasağı sadece aynı anadan doğan çocuklar için geçerliydi. Daha sonra ikinci derece akrabalar arası cinsel ilişkinin yasaklandığı ailenin üçüncü biçimi iki başlı aile oluştu. Bu yasakların dışında yine tüm kadınlar tüm erkeklerle, tüm erkekler tüm kadınlarla birlikte olabiliyordu. Ve çocukların, aşiret adına kadınlara ait olduğu bu toplumsal süreçlerde kadın egemen cins olmaya devam etti. Aile topluluğunun ve aşiretin başkanı kadındı. Kadının erkeğe tek yanlı hizmeti değil, cinslerin işbölümü esasına göre topluma hizmeti söz konusuydu. Kadın cinsinin egemen olduğu bu dönemin ahlak anlayışında eşitsizlik ve özel mülkiyet olmadığı gibi kişisel kavgalar dışında savaş, dolayısıyla militarzim de yoktu.
Dinlerin ve sömürü ilişkilerinin ahlak kavramında yarattığı yanılsamalara karşın, ahlakın temeli, insanlar arası ilişkilerde adalet ve farklılıklara saygıda belirlenir. Dolayısıyla bireysel, cinsel, sınıfsal, ulusal, inançsal her düzlemde eşitlik ve özgürlük yönelimi olmayan, aksine egemenlik ve sömürü ilişkilerini “meşru” sayan, “kader” kabul eden, bunlara karşı sabır telkin eden ve yasalarla onları kurumlaştıran her türden anlayış hangi kutsal veya din dışı gerekçeyle örtülürse örtülsün öz itibariyle ahlak dışıdır.
Ahlak sosyo-ekonomik yapı ve insanlık bilincinin gelişimine bağımlı olarak oluşan, farklı tarihsel aşamalar ve toplumsal biçimlenişlerde değişiklik gösteren bir üst yapı kurumudur. Yani ahlak, tarihsel bir olgudur ve bu yapısının doğal sonucu olarak, aynı zamanda sınıfsaldır.
Bir sosyal bilinç formu olan ahlak, insanların gerek birbirlerine, gerekse topluma karşı ödevlerini belirleyen, neyin yapılması neyin yapılmaması gerektiğini, neyin iyi, faydalı ve hayata anlam kazandırıcı olduğunu gösteren, sağlıklı bir toplumsal hayat için bilincinde olunması ve uyulması gereken değerlerin özetle insan davranışları ve bir arada yaşama kurallarının bütünüdür.
Muhammed: ”Eğer kocanın tepesinden ayağına kadar bütün bedenini irinler içinde kalıp hanımı o irinleri (diliyle) silerse, yine de ona karşı teşekkür etmek vazifesini eda etmiş sayılmaz. ” demiştir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Eğer insan, insan olduğu, insan olma değerine önce kendisinde, sonra da aynı ölçüde başkalarında, bütün insanlarda saygı duyduğu için ahlaklı ve dürüst davranmıyor; ahlaklı davranışı bir çıkar, öte dünyada mutlu olma amacı görüyorsa, böyle bir anlayış ne özgürlük ne sorumluluk kavramı ile bağdaşır ne de böyle bir anlam taşıyabilir. İnsan, değerlerini önce kendi varlığında, sonra da bütün insanlarda görüp, saygı duymayı öğrenmelidir. Bu kişiliğin temel ilkesidir. İnsanın insanlık adına ve kendi kişiliğinde duyduğu saygı ve taşıdığı sorumluluk bilinci ile ahlaklı davranması, dürüst olması mı değerlidir, yoksa cennete gitme hesabı ile ahlaklı olmaya zorlanması mı? İnsanın kendi vicdanını aldatmasının, Tanrı’yı aldatmaktan çok daha güç olduğunu herkes bilir. Yeter ki, öyle bir vicdan sahibi olsun. İnsan Tanrı korkusu ile değil, kendisine duyduğu saygıdan dolayı dürüst davranmalıdır. İnsan olmalıdır. Bugün eğer insanlar bir yerlerde insan gibi yaşayabiliyor, bazı yerlerde insan gibi yaşamak için savaş veriyor, kendi hayatlarını bile fedaya hazır olabiliyorlarsa bu, insan hakkındaki bu bilince, bu fikre dayanıyor. Bunun temelinde insanın Tanrı için bile araç yapılamayacak yüksek bir değer taşıdığı bilinci vardır.
Günümüz ahlakında insan olmak, egemene karşı mücadeleyle haklarını almak, kendini herkesle eşit ve özgür kılmak, kimsenin önünde secdeye yatmamak, kimsenin önünde elleri bağlı boynu bükük durmamak demektir.
Bütün tektanrıcı dinlerin ahlakı, o dinden olmayan insanlara, boyun eğip cizye (kelle parası) vermemeleri veya ”hak yoluna ” gelmemeleri halinde, yalan söylemenin, topraklarına ve mallarına el koymanın, hatta öldürülmelerinin bile meşru olduğu bir ahlaktır.
Şeriat, kendinden 2100 yıl önce ortaya çıkan ve yine köleci bir toplum olan Hititlerden bile daha geri bir evlilik hukukuna sahiptir.
Kur’an nezdinde insan, erkek anlamındadır; kadın ise gümüş ve hayvan gibi dünya mallarından biridir.
Kadın, semavi dinlerin emrettiği gibi eşinin ayağını yıkamak, istediği zaman onunla sevişmek ve o istediği için çocuk doğurmak zorunda olan bir robot değildir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Dört kadınla evlenmek, cariyelerin Allah’ın erkeklere ganimeti olduğunu söylemek, kadının adet gününü ve hatta doğumu bile çok eşliliğe mazeret yapmak, erkeğin zevk düşkünlüğünün İslamiyet tarafından kutsanmasının açık bir göstergesi değilse nedir?
Kölelik bilincini aşmış ve insanlık onurunu edinmiş hiçbir kadın, bu uygulamayı ilke düzeyinde de yasa düzeyinde de kabul edemez.
Erkek egemen kültürün ve erkek üzerinden kadına dayatılan “namus” anlayışının sürdürülmesinin aracı olmaktadır.
Dinler, kadının erkek için yaratılmış ve erkeğin emaneti olduğunu söyleyerek ayrımcılık ve hak eşitsizliğine tanrısal gerekçe üretirler.
Namus adına minicik kız çocuklarının bile başını örtme gereksinimi duyanlar, gerçekte namusu değil adeta mülklerini korumaya çalışan bir erkek egemenlik sistemini korumaktadırlar.
Eğer ahlaki değerler insanlar tarafından süreç içinde oluşturulmamış ,aksine onların üstündeki bir yaratıcı tarafından ezel ve ebed olarak saptanmışsa bu durumda , Adem soyunun aile içi ilişkilerle çoğaldığı , dolayısıyla yaratıcının daha en baştan , kendine yüklenen temel ahlâk kurallarını çiğnediği gerçeği ile karşı karşıyayız. Yani olmasını istediği şeye sadece ol demesi yeterli olan Allah , temel ahlâk ihlali olan birinci derece akrabalar arası cinsel ilişkiyi insanlığa zorunlu kılmış, insanlığı daha çoğalışının ilk adımında ahlâk dışılığa yönlendirmiş olmaktadır.
Kötülük ve iyilik gibi cinsel ahlak da beyinde başlar.
Zina diye bir şey bilmezler. Böyle bir suç işleyen birini ortaya çıkarırlarsa onu iki parçaya bölerler.
Kadını cinsel bir meta ve mülkiyetin devamı için neslini çoğaltma aracı olarak gören toplumlarda kadın, erkeğin egemenliğiyle birlikte toplumsal işlevlerini yitirmiş, erkekten yaratılmış, erkeğe hizmetle yükümlü bir araç olarak, diğer mülkler derecesine indirgenir.
Erkek egemen kültürün ve erkek üzerinden kadına dayatılan “namus” anlayışının sürdürülmesinin aracı olmaktadır.
Önceki dönem Arap kadını, erkeğini seçme ve boşama hakkına sahipti.
İslamiyet, itaat yükümlülüğünü kadına, karar yetkisini de erkeğe vermesi bağlamında, boşanmak yetkisini de erkeğe vermiştir.
İslamiyet genel olarak kadını nankör, kötü, eksik akıllı, dinsel eksikliğe sahip, dolayısıyla genel ve yapısal olarak cehenneme yakın görür.
Bilimsel verilerden yoksun koşullarda şekillenmiş ahlak anlayışına göre, çocuk doğmuyorsa “suç” kadınındır!
Dört kadınla evlenmek, cariyelerin Allah’ın erkeklere ganimeti olduğunu söylemek, kadının adet gününü, hatta doğumu bile çok eşliliğe mazeret yapmak, erkeğin zevk düşkünlüğünün, islamiyet tarafından kutsanmasının açık bir göstergesi değilse nedir?
Allah’ın, peygamberin özel hayatındaki sorunlarla ilgili sık sık devreye girip, ayet düzenleme örnekleriyle karşı karşıyayız.
Tanrı katında kutsayan kişinin, kızının kocası Ali’nin ikinci bir evlilik talebini infialle karşılamıştır.
Muhammed, Hatice’den sonraki 13 yıllık yaşamında (619-632) birbiri ardı sıra pek çok kadınla evlilik yapıyor.
Dünya tarihinin kaydettiği tüm din savaşları, insanların boşu boşuna birbirine boğazlatıldığı, insanca, kardeşçe yaşamanın yollarının tıkandığı, haksız savaşlardır.
Kadın cinsel tatmin aracı ve çocuk doğurma makinesi, diğer deyişle erkeğin ihtiyaçlarını karşılayan bir araç değil, erkeğin hak ve özgürlüklerine sahip bir insandır.
Henüz gerdeğe girilmemiş eşin hoşa giden kızı, vasisi olunup evlilik çağına gelmiş bir kız çocuğu ve genel olarak kadınlarla rayiç bedelden mehirleri ödenmek ve aynı anda dördü geçmeden evlenmek erkeğin hakkı olarak kabul edilir.
Kadın, eşinin ayağını yıkamak, istediği zaman onunla sevişmek ve o istediği için çocuk doğurmak zorunda olan bir robot değildir.
Kadın, ilahi işbölümü içinde ev işleri ve kocasının cinsel beklentilerini karşılamak başta olmak üzere, ona her şekilde hizmetle yükümlüdür.
Şeriat öylesi erkek egemen bir karakterdedir ki, insanın yaratılması, kadın ve erkeğin birlikte değil, erkeğin tek başına yaratılması şeklinde kurgulanmıştır.
Kur’an nezdinde insan, erkek anlamındadır; kadın ise gümüş ve hayvan gibi dünya mallarından biridir! (Al-i İmran:14)
Kur’an salt tanıklıkta değil, miras hukukunda da kadını erkeğin yarı değerinde görür ve erkeğe iki dişi hissesi şeklinde pay biçer.
Öbür dünya nimetlerinden söz edilirken de seslenilen istisnasız hep erkektir. Daha ötesi, cennetlik olması ayrıcalığında da erkeğini sayısız kadınla paylaşmak zorunda bırakarak, orada bile onu aşağılar.
İslamiyetin eşitsizlikler üzerine oturttuğu dünya düzeni, sadece fakir-zengin, kadın-erkek ayrımını değil, aynı zamanda kimi insanların köle olarak başkasının malı sayıldığı bir düzeni de kendi yasalarının meşru bir parçası addeder.
Şeriatın her zaferinde daha çok yeni insanı köle yaparak, köleciliği daha da yaygınlaştırıp pekiştirdiğini biliyoruz.
Siz ortalıkta insanlığın ahlak kılavuzu olarak dolaşacak, önünüze gelene ahlaksız diyecek ve insanlığı hidayete erdirmek iddiasında bulunacaksınız; ama en temel belgelerinizde, kölelikten doğal bir durum olarak bahsedilecek.
Tv’de kimi insanların köle diye satıldığını veya galip ordular tarafından tecavüze uğrayan kadınları ve talan edilen şehirleri gördüklerinde, bu durumu lanetleyenler, Kur’an’ın gözünde zındık/dinsiz durumuna düşmektedir.
Kadınlar açısından, erkeklerin savaşta yenilmesinin bedeli; süresiz cariyelik, gücü yeten her işte angaryaya koşulmak, kendini esir alanın tecavüzüne uğramak ve satılmak olarak ödenmektedir.
Kendini tanrısal, bütün zamanlar için tek doğru ve en ahlaklı ilan eden şeriat, bizzat kurucusunun emirleri çerçevesinde, esirlerin köle yapılmasını, tecavüze uğramasını, ama fidye ve satış değerleri düşmesin diye azil yoluna başvurulmasını meşru görmektedir .
İslam tarihi de Hristiyanlık gibi, tek suçları dinin farklı yorumlarına inanmak olan milyonlarca kişinin katledilmesi örnekleriyle doludur.
Dini meşruiyet mekanizması, Alevi inançlı halkın, kadın, çocuk, yaşlı demeden 7’den 70’e öldürülmelerini engelleyebilecek, bir hukuk ve vicdan oluşturmamıştır.
Başkalarına yönelen haklı eleştirilerimizin ahlaki değeri, onları aynı tutarlılık içinde kendimize de uygulayabilme becerimizde ortaya çıkacaktır.
Namus adına minicik kız çocuklarının bile başını örtme gereksinimi duyanlar, gerçekte namusu değil, adeta mülklerini korumaya çalışan bir erkek -egemenlik sistemini korumaktadırlar.
İster modern ister geleneksel olsun, kadını öncelikle bir insan olarak değil, bir cinsel meta olarak gören anlayışlar .
Erkeğe dört evlenme ve ek olarak cariyelerden de yararlanma hakkını veren anlayışın, kadını hareme kapatması, çıktığında da her tarafını örttürmesi de ahlak adı altında sergilenen erkek egemen bakış açısının ifadesidir.
Toplum genelinde korku yoluyla bastırılan cinsel ihtiyaçlar, olsa olsa cinsel şiddeti ve sapkınlıkları artıracaktır.
İnsan Tanrı korkusu ile değil, kendisine duyduğu saygıdan dolayı dürüst davranmalıdır, insan olmalıdır.
AIDS mikrobunun, yolundan saptığımız gerekçesiyle Allah tarafından, ceza olarak yollandığını söyleyen softaların bilincindeki Tanrı, hoşgörü ve merhamet erdemlerinden yoksun bir zalim derekesine düşürülmüş olmuyor mu?
Peki ama insanlık Tanrı’yı niçin böyle köleci bir perspektifle yarattı?
İnsanların adil bir seçme hakkından da söz edilemez. Çünkü, dinler insanlara iyilikler ve kötülükler karşısında Özgür ve eşit savunma ve seçme olanağı tanımaz.
İnsanın Veli mi şaki mi olacağının alın yazısı olarak önceden belirlendiği kader inancının, imanın şartlarından sayıldığı bir yaratının iç tutarlılığı içinde ahlaktan söz edilemez.