İçeriğe geç

İsimsiz Kitap Kitap Alıntıları – Fatih Duman

Fatih Duman kitaplarından İsimsiz Kitap kitap alıntıları sizlerle…

İsimsiz Kitap Kitap Alıntıları

Aşk, güneşe benzer ve fazla bakarsan güneşe hiçbir şey göremezsin
Aşk anlatılmaz, anlatılabiliyorsa aşk olmaz. Hem aşk iki kişilik dahi değildir. Sevdiğine sevdiğini söylemek zor şeydir. Maşuk dahi âşığa aşk etmek zorunda değildir ki. Aşk iki kişilik bile değil,tek kişiliktir. Bilir bunu Abdullah ve sukût eder. Mademki bu aşk dedikleri ona nasip olmuştur ve kendinindir, o vakit derdi de yalnızca onun olsa gerekir.
Belki de benim tek hayalim benimle aynı hayali hayal edenlerle tenha bir çayhanede oturup demli bir çay içmekti. Ne güzel hayaldi!
Hani diyor ya bir eski zaman seyyahı “ İstanbul’a bir bakışımı bütün bir cihana değişmem” diye,başka bir cümle bulamıyorsun söyleyecek, sadece hayran kalıyorsun.
“Sana, senden olur her ne olursa/ Başın selamet bulur dilin durursa.”
Tesadüf diye bir şey yoktur dünyada. Tesadüf, gafillerin sırra verdiği isimdir. Sırrı bilmeyen ona tesadüf der ancak. Hakikati bilen hakikati görür. Tesadüf, cahillerin ve gönlü körlerin avuntusu ..
İnsan bir şeyi gerçekten isterse olurdu, olmalıydı ve olmamışsa eğer demek ki istememişti gerçekten ..
Kar artık eskisi gibi rahmet değil de zahmet oluyor bu zamanın insanlarına. Kimse kar ile eğlenmiyor, bu zaman insanın elinden neleri alıp da götürüyor böyle!
Yazmak, çoğu zaman, kendine bile söylemeye cesaret edemediklerini hiç tanımadığın birinin kulaklarına fısıldamaya benziyor
Tesadüf dedi Tesadüf diye birşey yoktur dünyada. Tesadüf, gafillerin sırra verdiği isimdir. Sırrı bilmeyen ona tesadüf der ancak. Hakikati bilen hakikati görür. Tesadüf, cahillerin ve gönlü körlerin avuntusudur
Aşkın sonu ecel, başı ezeldir. Ve beklenen güzelse eğer, beklemek de güzeldir.
En doğrusunu ancak Allah bilir.
Kalem O’nun
Kitap O’nun
Gönül O’nun
İnsan yapmaya mecbur oldukları kadar insan. Hayat bir mecburiyetler silsilesi.
Zira cahile laf anlatmak ne zor şeydi. Kitaplara edebi olmayanın, insana ne edebi olurdu ki?
Herkes gelir, gelmesini kimsenin beklemedikleri dahi, lakin bir o gelmez. En gelmesi gereken, en beklendiği anda bir anlık göstermez yüzünü.
İnsan birşeyi gerçekten isterse olurdu, olmalıydı ve olmamışsa eğer demek ki istememişti gerçekten.
Gidenler nasıl dayanırdı, nasıl yaşardı bilmem ama kalanlar hep ağlardı.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Bir Hıristiyandım ben o ise bir Müslüman dilberi Ya ben haçı söküp atacaktım boynumdan ya da o incecik beline zünnar bağlayacaktı. Hangisi olurdu bilmem lakin bu hikâyede biri hep ağlayacaktı.
Zaman acayip bir şeydi demek ki. Bir masum çocuğun gözlerinden güveni, onlarca insanın ruhundan memnuniyeti, sevgiyi, merhameti almıştı. Peki ya ne vermişti karşılığında?
Birinin tebessümünü örtmek ne büyük zalimlikti.
İstanbul , âşıkların yüzü hiç mi gülmez senin toprağında ? Hiç mi kimse sevdiğiyle el ele ölmez? Ne vardı olmayaydı bu iki yaka ! Deniz birbirinden ayırmayaydı bu toprakları. Sevenleri ayırmaydı ,
“O kadar çok ölüm gördüm ve o denli cok sızladı ki ciğerim . Canım her ölüme yandı benim. En sevdiklerimi değil bütün sevdiklerimi sakladım gönlümde “ dedi .
“Peki ya bu acıyı nasıl ettin de unuttun?” Diyebildim gözümde akan yaşları saklayarak.
“Unutmadım “dedi ,” unutmadım, alıştım!”
Ölüm yanlışlık demektir . Yanlız kalmak demektir . Sessiz kalmak. Kimsesiz kalmak . Ben zaten yalnızdım , biliyordum .
Gideceğim yer belliydi , sevdiğime giden bir âşık gibi heyecanlı , pervasız ve düşünmeden gidiyordum sadece. Belki gitmemem gerekti, öyle olmalıydı ; ama gidecektim .
Zira dışarıda kar yağıyordu , soğuktu, elektrikler kesik ve bir mumun ışığıyla seyredecekti her yeri . Ha bir de ve en önemlisi ; yalnızca kitaplar vardır. Bir de kaderi vardı insanın ve herşey kaderi için hazırlanıyordu.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
“Ah yalan dünya ! Yalandan yüzüme gülen dünya..”
Neden bilmiyorum lakin bu hikayeye işte bir tek o vakit inanamadım. Gelmeyecekti demek ki, ama gelmese de bekleyecektim.
“Sus! Kimseye anlatmadığın hikaye yalnızca senindir.”
“İstanbul’a bir bakışımı bütün bir cihana değişmem.”
İstanbul; aşkın gönle düştüğü şehir,aşkın hayalle örtüştüğü,ölümle buluştuğu şehir Her taşında bir aşkın izi var.Aşk var kâri,aşk var.Şükür ki var.
Zira İstanbul’da bir gün bir ömre bedeldi.
“Aşk İstanbul’a ne çok yakışır. İstanbul’u kim anlatsa eksik,kim onunla ilgili bir şeyler söylese eksik kalmıştır.”
Nereye gideceğimi bile düşünmeden yalnızca gidebilmeyi, terk edebilmeyi, vazgeçebilmeyi, düşünmemeyi ve sadece gitmeyi istiyorum.
Evvel sabrı öğrendi, sonra sükutu, sessizliğe gömdü hüznünü. Sonra derdi öğrendi, bilmediğini öğrendi, bilmediğini bildi, maşuku değil de aşkın kendisini fark etti. Sevdiğine değil de Allah’a ulaşmak için bir yol yapıyordu deryada.
Zira akıl bildirir, gönül oldurur.
Kendi yalnızlığımdan vazgeçtim de onun yalnızlığına ağladım.
Zira Istanbul’da bir gün bir ömre bedeldi.
Sevdiğini bir başkasına vermek, nasıl dayanılmaz bir derttir bu? Gönlün bunca acıya nasıl dayandı?
Hayalimi, ümidimi ve kendimi belki, lakin en ziyade Abdullah’ı ve aşkı yalnız bırakıp o kıyıda, karşı kıyıya geçiverdim.
Aradığım neydi bilmiyordum, ama gidiyordum.
İnsan bir kez ağlamaya görsün; ne kadar hüznü varsa sinesinde, ne derdi varsa daha evvel ağlayamadığı hepsi bir olur da yaş diye düşer gözbebeklerine.
Edebi olmayan aşka aşk desen kelam incinir.
Günlerini sessiz feryatlar, renksiz gözyaşları ile geçirir.
Bir tek kere gördüğü bir maşuk uğruna gecelerini sağır, gündüzlerini kör eder Abdullah. Sen diyeceksin ki şimdi, bir tek kere görmekle aşk mı olur? Ben de diyeceğim ki; asıl aşk bir tek kere görmekle olur.
Aşk sustuğun vakit daha bir ziyadeleşir gönlünde. Daha çok acıtır. Susmak aşkın ateşine bir körük vurmaktır; susmak acıya müptela, derde meftun, gama mecbur olmaktır. Aşık sükut ettiği ve edebildiği kadar aşıktır. Bilemez bunu ve bilmediğinden acıyla yanar da yanar gencecik gönlü.
Düşünmeden, akıl etmeden gönlü bir besmele çekiverir ömürde bir kez nasip olacak aşka.
Aşık odur ki sevdiğini gördüğü ilk anda dilinden besmele düşer. Besmele ile başlayan gönlün işidir.
Gördüm dahi diyemeyecek kadar kısa vakitte gönle aşkı düşürür de olmam desen de seni aşık ediverir.
Bana gözleriyle değil gönlüyle bakıyordu. O konuştu ve ben sustum sadece.
O bilmiyordu belki, ama ben bu mektubun senden geldiğini biliyordum. Zira hayatım boyunca senden başka kimse bana mektup yazmamıştı. Ya gerek duymamıştı kimse ya da bir mektup yazacak kadar gerekli bulmamıştı beni.
Telefonla değil de sadece kağıda yazılmış kelimelerle konuşacaktık seninle.
Ölümü o sabah anladım ben. Acısını ta içimde bir zehirli hançerin sızısı gibi hissettim.
Gelmiş de tam sol yanıma oturmuştu bir dert.
Belki de benim tek hayalim benimle aynı hayali hayal edenlerle bir çayhanede oturup demli bir çay içmekti. Ne güzel hayaldi!
Bazı insanlar hayalleriyle yaşardı.
Hem mesele var olmaksa ve gerçeği bulmaksa eğer, bu dünya hayatından ziyade ölümden sonraki o hayatın gerçek olduğuna inanıyorlar.
Onlar ölüm meleğiyle doğuştan nişanlanmış insanlar ve düğün gününü bir müjdeymişçesine bekleyenleri var.
Dilimi susturuyordum, her şeyi susturuyordum ama insan içindeki sesi susturamıyordu işte.
Tesadüf diye bir şey yoktur dünyada. Tesadüf, gafillerin sırra verdiği isimdir. Sırrı bilmeyen ona tesadüf der ancak. Hakikati bilen hakikati görür. Tesadüf, cahillerin ve gönlü körlerin avuntusu.
Sustum. Susmalıydım demek ki. Oysa ne çok söyleyeceklerim vardı! Ne çoktu anlatacaklarım. Günlerce neler düşünmüştüm oysa! Sadece sustum. Anlamıştım ki eğer susarsam anlatacaktı. Ve anlatmaya başladı yaşlı adam.
Bir bardak sıcak çayın ne büyük bir nimet olduğunu işte o zaman anladım.
Şimdi sadece aynı masada oturan ve tek bir kelime bile konuşmayan iki kişiydik.
Gelişimin maksadı başka, benim maksadım başka. Aklım ve gönlüm. İkisi de bambaşka
Artık burada kalacaktım. Geceleri metruk bir sandalı kendime yatak ettim. Bundan sonra güzel bir mesken bulabilir miydim ki? Odam İstanbul’un cennet misal bir köşesi, yatağım Marmara Denizi, üzerime örttüğüm yorgan İstanbul yıldızları
Gideceğim yer belliydi, sevdiğine giden bir aşık gibi heyecanlı, pervasız ve düşünmeden gidiyordum sadece. Belki gitmemem gerekti, öyle olmalıydı; ama gidecektim.
İşte o an İstanbul Leyla’m oldu benim.
Nedensiz bir şairanelik doldu sineme. Ne o adam vardı orada ne de bir başkası. Ne elimde tuttuğum dumanı tüten çay bardağı ne de bu çayhane Sanki dünyada insan ismine matuf bir tek ben vardım ve bir de İstanbul insandan daha üstün bir mertebede.
Belki de benim tek hayalim benimle aynı hayali hayal edenlerle bir çayhanede oturup demli bir çay içmekti. Ne güzel bir hayaldi!
Boğazın iki yakası arasından kendine mahsus bir sükunet ve hatta asaletle akan suyu seyre daldım.
Sen hiç İstanbul’da Boğaz’ı seyre dalıp da bir bardak çay ile bir simit yemediysen eğer İstanbul’u ne görmüş ne tanımış ne de gezmişsindir. Hani yaşamamıssın, ömür dediğin beyhude geçmiş desem mübalağa etmiş olurum, lakin yalan olmaz.
Öyle güzel bir belde ki, bir yanı yeşil, bir yanı mavi. Denizin hemen kıyısına resmedilmiş bir renk cümbüşü sanki. Yanak yanağa, diz dize duruyor derya ile. Hani bir adım ileri atsan umman, bir adım geri atsan orman
Yazılmamış ne çok şey vardı, gidilmemiş ne çok yer ve bir hikayesi olmayan ne çok insan.
Hani diyor ya bir eski zaman seyyahı İstanbul’a bir bakışımı bütün bir cihana değişmem. diye başka bir cümle bulamıyorsun söyleyecek, sadece hayran kalıyorsun.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir