İçeriğe geç

İsa Bu Köye Uğramadı Kitap Alıntıları – Carlo Levi

Carlo Levi kitaplarından İsa Bu Köye Uğramadı kitap alıntıları sizlerle…

İsa Bu Köye Uğramadı Kitap Alıntıları

Kaderin karşısında yaşamak, susmak, beklemekten başka türlü olamaz. Nutuklar neye yarar.
Nereye başvurursanız başvurun; devlet ile köylü arasında hep bir uçurum olacaktır. Bu uçurumu, yalnızca köylülerin de kendini bir parçası hissettiği bir devlet biçimi yaratmayı başardığımızda köprüleyebiliriz.
Her köylü ayaklanması, yüreklerinin karanlık sularından doğan temel bir adalet arzusundan kaynaklanmaktadır.
Köylüler için devlet, Tanrı’dan daha uzaklardadır; çünkü devlet hiçbir zaman onlardan yana olmamıştır
… hepimizi ellerinde tutuyorlar; kimimizi tehdit ederek, kimimize de umut vadederek.
İşler kötüye gidecek, göreceksin; ama önemli değil, artık bu şekilde devam edemeyiz.
Sabretmek ve sessiz olmak dışında yazgıya karşı yapacak bir şey yoktur. Kelimeler neye yarar? Hem ne yapılabilir ki zaten, hiçbir şey.
Ne yaparsınız? Bu memlekette kitap okumak boşuna.
Sabretmek ve sessiz olmak dışında yazgıya karşı yapacak bir şey yoktur. Kelimeler neye yarar? Hem ne yapılabilir ki zaten, hiçbir şey.
Köylülerin hükümetle, gücü olanlarla, devletle ne işleri olabilirdi ki? Devlet, ne tür olursa olsun Roma’dakilerin devletiydi; Roma’dakilerse, Belli ki artık bizim Hristiyan gibi yaşamamızı istemiyorlar. dolu neyse toprak kayması neyse kuraklık neyse sıtma neyse; devlet de öyle bir şeydi onlar için. Bunlar kaçınılmaz birer felaketti, her zaman olmuş ve ebediyen olacaklardı. Bize keçilerimiz öldürtüyorlar, evdeki eşyalarımızı alıp götürüyorlar, şimdi de savaşa yolluyorlar bizi. Ya sabır!
Köylülere göre Amerika da çifte yaradılışa sahiptir. İnsanların işe gittiği, ter döküp didindiği, az bir miktar paranın binbir zorluk ve yoklukla biriktirildiği, arada ölümlerin olup kimsenin ölüp gidenleri bir daha hatırlamayacağı bir ülkedir Amerika; fakat aynı zamanda hiçbir çelişki olmaksızın, cennettir, vaat edilmiş krallık toprağıdır.
Memleket dediğin, ölülerin kemikleridir.
Faşizmin ne olduğunu ne biliyor ne de onunla ilgileniyordu. Ona göre parti başkanı olmak, bir başa geçme yoluydu sadece.
Büyük gezginler kendi dünyalarından öteye gidememişler. Carlo Levi, İsa Bu Köye Uğramadı
– Okuma yazma bilseydik, haklarımızı yiyemezlerdi böy­le, diyorlardı. Şimdi okullarımız var sözde, ama bir şey öğrettikleri yok bize yine. Roma’dakiler bizim hayvan kalmamızı tercih ediyorlar.
Asker olmaktan korktukları yoktu aslında. Ha burada köpek gibi yaşamışsın, ha orada köpek gibi ölmüş­sün, hepsi bir, diyorlardı.
Alet­ler ister New-York’tan gelsin, ister Roma’dan hepsini seve se­ve kullanırlar. Ama Roma’dan bir şey gelmez. Romadan bura­ya gele gele yalnız tahsildar ve radyo nutukları gelir.
Köylüler için Devlet Tanrıdan daha uzaklardadır, çünkü Devlet hiç bir zaman onlardan yana olmamıştır. Devletin po­litika yolu, kuruluşu, programı ne olursa olsun. Köylüler an­lamıyor bütün bunları; bir başka dil bu onlar için; anlamak is­temeleri için bir sebep lazım, o da yok. Devlete karşı, propa­gandaya karşı bir tek korunma çareleri var, o da sabretmek: tabiatın belaları karşısında nasıl cennet umudu olmadan bo­yun eğip sabrediyorlarsa öylesine sabretmek. İşte bunun için politika savaşlarından hiç bir şey anlamamalarına şaşmamak Iazım. Politika savaşı onlar için Romadakilerin birbirleriyle geçinememesinden doğar.
Hiçbir alışkanlık, hiçbir kural, hiçbir kanun zorunlu bir ihtiyaca, coşkun bir isteğe dayanamaz: Bu âdet de nihayet görünüşü kurtaran bir kalıp olmakla kalıyor, ama bu kalıba ister istemez giriyor herkes.
Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir.Bu bilimsel bir deney veya herhangi bir kuram içinde geçerlidir.Mesela bir proton normalde bize sadece yükü ve kütlesi hakkında bilgi verir.Ama herhangi bir hızlandırıcıda çarpıştırılıp parçalara ayrılan bir proton ,bize bu yükü veya kütleyi nasıl kazandığı hakkında daha detaylı bilgi verir.Yada nöroloji için konuşucak olursak sağlam bir insan beyni bize içindeki hangi kısmın ne işe yaradığı konusunda pek az bilgi verir.Ama nezaman ki bu beynin bir kısmı hasar görür ve bu hasar sonucu kişi bazı duyuşsal yeteneklerini kaybeder.İşte o zaman beynin yapısına dair daha detaylı bilgiye sahip oluruz.Yada biyoloji içinde durum farklı değildir.Mesela tasarımlarında belli hatalara sahip canlılar görmemiz onların varoluşlarını oluşturan mekanizmalar hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmamıza yararlar.Aynısı bilimsel kuramlar içinde geçerlidir.Mesela eski insanlar ısıyı,maddenin hareketi olarak değilde maddeden dışarı çıkan birşey olarak düşünüyorlardı.Ve sonra birgün kalayı ısıttıklarında yanan kalay, metal kirecine dönüşüyordu.Ama ilginç bir şekilde yanmadan önceki halinden daha ağır oluyordu.Ve o dönemin bilim insanları bu nasıl olabilir diye düşündüler.Eğer ısı maddenin yanınca dışarıya attığı bir fazlalıksa o zaman bu maddenin yanınca daha hafif olması lazım.Yani bu tarz deneysel bir çatlak o dönemin bilim insanlarına sahip oldukları ısı kuramının yanlışlığı hakkında daha detaylı bilgi verdi.Sosyoloji içinde durum pek farklı değildir.Mesela bir sistemin kendi içindeki çatlakları o sistemin işleyişi hakkında daha detaylı bilgi verir.Aynı bunun gibi insan ilişkilerinde de durum benzerdir.Mesela nezaman ki bir ilişki bozulur ozaman insanlar sahip oldukları gerçek kişilikler hakkında daha detaylı bilgi verirler.Yada konuya dair son bir örnek verecek olursak: Psikolojideki anormal insanlar olmasaydı bugün normal insanın psikolojisinin işleyişi hakkında bukadar detaylı bilgiye sahip olmazdık.Yani demem o ki örnekleri çoğaltmak mümkündür ama bu konunun ana fikrinin önemini arttırmayacaktır.Bu yüzden yazının başında dediğim şeyi tekrarlamakta fayda var:Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir!
Durgun bir suya gökten düşüvermiş bir taşa benzetiyorum kendimi.
Kadın elinden hiçbir şey almayın. Ne şarap, ne kahve ne de hiçbir yiyecek içecek. Büyülü ilaç koyuyorlar içine.
günahsız sevapsız karanlık dünyada kötülük bir ahlâk olayı değil, bir gündelik derttir yalnız. Her şeyin yalnız nesnelere dayandığı bu dünyaya İsa hiçbir zaman inmedi. İsa Eboli’ye uğramadı.
Devlet, Güney meselesini şunun için çözemez ki, dedim. Bizim Güney meselesi dediğimiz şey, devlet meselesinin ta kendisidir zaten. İster faşist, ister liberal, ister sosyalist devletçiliğe gidin, sizin kuracağınız her çeşit devletle köylüler arasında bir uçurum olacaktır, çünkü köylüler devleti kendilerine karşı biliyorlar. Öyle bir devlet kurulmalı ki köylüler ona kendilerinin katıldıklarına inansınlar. Bu mesele ancak o zaman çözülür. İş kurumları, sağlık kurumları, toprak reformları, hep iyi şeyler bunlar; ama bu meseleyi çözemezler.
Kimine göre köylü meselesi sadece ekonomik ve teknik bir meseleydi. Bunlar milletçe çalışmadan, sağlam temeller kurmadan, endüstrileşmeden ve iç sömürgecilikten söz ediyor ve eski sosyalist ülküsünü ”İtalya’yı yeniden kurmak ” diye özetliyorlardı. Kimi bu meseleyi tarihin acıklı bir kalıntısı, Burbon kulluğunun devamı olarak görüyor ve liberal demokrasi içinde kendiliğinden eriyip gideceğini söylüyordu. Kimine göre de Güney davası kapital baskının yarattığı özel bir durumdu ve proleter diktatoryası bunu kestirip atıverecekti. Daha başkalarına göreyse Güney’de düpedüz bir ırk bozulması vardı. Orası Kuzey İtalya için ölü bir ağırlıktı sadece; bu acıklı duruma devlet yukarıdan bir son vermeliydi artık. Hepsinin ortak istedikleri şey bir Devlet’in bir şeyler yapması, en hayırlı, en gökten inme çareyi bulmasıydı. Onların düşündüğü gibi bir devletin bu sorunu çözmesi şöyle dursun yapılacak her şeyin karşısına çıkacak büyük engelin ta kendisi olduğunu söylediğim zaman hepsi şaşkın şaşkın yüzüme baktılar.
Herkesten o kadar kopmuş, uzaklaşmıştım ki. Politikayla uğraşanlar benim gittiğim yerlerdeki hayatı hiç ama hiç bilmiyorlar, anlamıyorlardı. Hepsi bana Güneyden haber sormuş, hepsi söylediklerimi dinlemiş, ama pek azı anlar gibi olmuştu gerçeği. Her biri ayrı kafada, ayrı huylarda insanlardı konuştuklarım. Aşırı ilericiler de vardı içlerinde, kaskatı gericiler de. Hepsinin zekasına diyecek yoktu doğrusu, hepsi de ” Güney problemi ” üstünde bir hayli durduğunu iddia ediyor, ve vardığı sonuçları hazır formüller, şemalar içinde sayıp döküyordu. Ama bu formüller ve şemalar, hatta kullandıkları kelimeler köylülerin anlayışından ne kadar uzaksa, köylülerin hayatı ve ihtiyaçları da onlar için anlıyamadıkları, anlamaya çalışmadıkları kapalı bir dünya idi. Şimdi daha iyi anlıyordum ki bu aydınların hepsi aslında, bilerek bilmeyerek, Devlet’ inanıyor, farkına varmadan bir put haline sokuyorlardı devleti. İster şimdiki devlet olsun, ister hayal ettikleri devlet olsun, her iki türlüsü de insanları ve halkın hayatını aşan bir üstün varlıktı. Bu varlık, aydınına göre, ya zorba ya babacan ya diktatör ya demokrat oluyordu, ama her çeşit devlet onların kafasında Tanrı gibi tek başına var olan, her şeyi kendinde toplayan bir uzak üstvarlıktı. Bu yüzden de benim politikacılarımla köylülerimin ortak bir dili olamazdı. Politikacıların felsefe terimlerine bulayıp ileri sürdükleri düşünceler pek basitti aslında. Buldukları soyut çareler yaşayan gerçeğe bir türlü uymuyor, şematik, yarım kalıyor, bu yüzden de çarçabuk yıpranıyordu. Onbeş yıllık faşizm herkese Güney sorununu unutturmuştu. Şimdi köylüleri düşünmeye başlayanlar da ancak kendi kafalarında kurdukları bir düzene bağlı olarak düşünebiliyorlar, her şeyi parti, sınıf ya da ırk açısından görüyorlardı.
köylüleri yalnız gün doğarken ve batarken, uzak bir dünyanın insanları olarak görürdüm.
Yıldız, uzaktan baktığım yıldız, selam sana
Gözüm yüzüne, tükürüğüm ağzına.
Söyle dönsün bana,
Kalsın yanı başımda.
İnsanın yalnızlığını arttıran bir kalabalıktı bu..
Türlü kaygılara, işlere karışan günler, bu ölü, bu zamansız, aşksız, hürriyetsiz dünyada, kasvetli bir tek renkle geçip gidiyordu.
Köy dünyası devletsiz, ordusuz bir dünyadır.
Tarihe bir bacağını vermiş, ama Tarih’in ne olduğunu bilmiyordu.
İnsana bağlanıyordu, ama kul olmuyordu.
Bir erkekle bir kadın kimsenin görmediği bir yerde buluştular mı, hiç bir şey kucaklaşmalarına engel olamaz.
Ne yemin kâr eder, ne namus, ne hiç bir şey
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Ne yaparsınız? dedi; bu memlekette okumak boşuna.
Kaderin karşısında yaşamak, susmak, beklemekten başka türlü olamaz. Nutuklar neye yarar.
Bu hayat yapışkan, manasız bir örümcek ağı gibi tiksindiriyordu beni.
etliye sütlüye karışmak istemiyormuş gibi, susuyordu.
Kim bilir kimler iyi bir şeyler yapalım derken türlü haksızlıklar ediyorlar.
Burada yaşanmaz. Çekip gitmek lazım buradan.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Her parti ötekine en korkunç suçları yükler,
Yıkılırsa yıkılsınmış dünya : vahlanacak hiç bir yanı yokmuş.
çatlayacağım burda,
Şu ilaç, bu ilaç umurunda değildi. Hiç birini bilmiyor, bilmek merakına da düşmüyordu.
Hiç bir şey bildiği yok, hep kafadan atıyor.
ama para vermeğe geldi mi, hayır, olmaz öyle şey.
Kimseye güvenmemeliymişim. En iyisi kimseyle
ahbap olmamak.
Yaradılışım böyle: nerden kopsam canım yanar.
Biz hıristiyan değiliz, derdi köylülerim; İsa Apuleia’ya
uğramadı.
Hıristiyan onların dilinde insan demektir.
..Bütün bu çocukların garip bir halleri vardı : Bir yandan hayvanlara, bir yandan olgun insanlara benziyorlardi.Doğustan
sabırlı olmaya, acı çekmeden acının ne olduğunu bilmeye hazır gibiydiler. Oyunları şehirdeki, her yerdeki halk çocuklarının oyunlarından bir başka türlüydü. Tek can yoldaşları hayvanlardı. Köylüler gibi içine kapalı, susmasını bilen, bütün saflıklarına rağmen sır vermeyen insanlardı hepsi. Avutulmaları falan da küçümsüyorlardı. Zalim bir dünyaya karşı canlarını koruyan köylülerin ürkekliği sinmişti içlerine. Genel olarak şehir çocuklarından daha anlayışlı, daha olgun düşünceliydiler.
sezgileri daha çabuk, öğrenme istekleri daha ateşliydi: bilmedikleri dünya karşısında daha coşkun bir merak gösteriyorlardı..
..Hepsinde vaktinden önce gelişmiş bir yaşama gücü vardı, ama yıllar, akmayan, zindana benzeyen zaman hakkından gelecekti bu yaşama gücünün
..Benim dostlarımdı bu çocuklar, utangaç, çekingen, susmaya, düşünceleri saklamaya alışmış dostlarım; bu esrarlı, yakalanmaz hayvanlar dünyasında benim, hep kaçmaya hazır şirin keçi yavrularım
..Yeni yıl uykuda bir ağaç gövdesi gibi durgun yatıyordu yerde. Boş ve bir örnek saatler içinde ne anıların bir anlamı kalıyordu, ne de umutların: geçmis, gelecek iki ölü su birikintisi gibiydi
Buranın çok eski bir adetine göre, fakirler bayramda zenginlere saygı göstermek, her birine hediyeler götürmek zorundadırlar. Zenginler bu hediyeleri, karşılığında bir şey vermeden, teşekkür bile etmeden rahat bir yürekle alırlar. O gün ben de şişe şişe zeytin yağları, şaraplar, sepet sepet kuru incirler, yumurtalar aldım. Köylüler bu hediyeleri bir vergi gibi sıkılmadan almayışıma, karşılığında her birine ufak tefek hediyeler verişime şaşıyorlardı. Ne biçim beydim ben! Hiç insan bey olur da evine eli boş gidilir miydi? Yoksa ben, herkes gibi, Üç Kırallar efsanesinin tam tersini doğru saymıyor muydum? Bu üç yaman kıralın İsa doğduğu zaman, bu fakir bir marangozun oğluna, bir yıldızın kılavuzluğuyla gelip bütün hazinelerini getirmeleri dünyanın sonu yaklaştığına alametti.­
Ama İsa bu köye uğramamıştı, üç kırallara benzer hiç kimse de görülmemişti buralarda .
..İkiden fazlayız, diyordum; hem ikidoğru adam da yeter Sodom ve Gomorra’yı Tanrının öfkesinden kurtarmaya
-Ne güzelsin, ne yağlısın, maşallah!
Doğu’da olduğu gibi burada da güzelliğin ilk şartı yağlı olmaktır:yiyecekleri kıt köylülerin yasak olan şişmanlığa erişmek için zengin ve güclü olmak lazım da ondan belki
..Devletler, Papalar, ordular dağınık köylü milletinden daha güçlüdürler elbet. Boyun eğmekten başka çareleri yok köylülerin, ama kendilerine kökten düşman olan bu medeniyetin şanlı maceralarını nasıl kendilerinin sayabilsinler?
Yüreklerinde yankı bulan tek savaşlar, bu medeniyete ve Tarih’e, Devlete, Papa’ya, Ordulara karşı kendilerini korumak
için yapmış oldukları savaşlardır: Kendi kara bayraklarının altında düzensiz, bilgisiz ve umutsuzca giriştikleri savaşlar, mutsuz, önceden yitirilmiş, vahşi, çılgın ve tarihcilerin bir türlü akıl
erdiremedikleri savaşlar
Tarih, o hep başkalarının yap-
tığı ve bu köylerin katlandığı Tarih
..Ne devlet, ne din bağlarını benimseyen bu insanlar arasında kan birliğinin büyük bir önemi vardı. Aile, toplum, hukuk duygusu da değildi bu aslında:
esrarlı, büyülü bir içten yakınlık duygusu. Bütün köy karmakarışık bir takım bağlarla birbirine bağlıydı. Bu bağlar akrabalık gibi, amca oğlunun düpe düz kardeş sayılması gibi sadece kandan gelme de değildi. «Comparaggi» diye bir ocak kardeşliği de vardı aralarında. San Giovanni kardeşliği nerdeyse ana baba bir kardeşlikten daha üstün tutuluyor. Bu kardeşlikte bir seçme, bir de uyarış töreni olduğu için gerçekten bir aile içine girersin. Bu ailenin içinde herkes birbirine kutsaldır: San Giovanni kardeşleri birbirleriyle evlenmezler. İnsanlar arasındaki en güdü bağ böylece kardeşlik bağıdır onlar için
Kişi kendi kendini de bilemezdi burada, çünkü her şey karşılıklı, görülmez,
farkedilmez bağlarla birbirine bağlıydı, büyülerin aşıp geçmiyeceği hiç bir insan sınırı yoktu. Öyle bir sınırsız dünya ki bu, insan güneşinden, hayvanından, sıtmasından ·ayırdedemez kendini; orada ne kimi ilkellik dostu yazarların hayal ettiği mutluluk, ne umut, ne de bunlara benzer kisisel duygular vardır.
Tek gerçek acılı bir yaradılışın karanlıkta bekleyişidir. Yaşayan tek şey ortak bir insan kaderi duygusu, ortak bir tevekküldür. Bu da bir düşünce, bir bilinç değil, bir duygudur. Nutuklara sözlere gelmez : çöllerin ortasında, birbirine benzeyen günler boyunca hep içinizde taşırsınız onu
..Bu içine çevrik kardeşlik, bu ortak acı duygusu, bu boynunu büküş, sabır, bu binlerce yıllık dert ortaklığı, köylüleri
birbirine bağlayan tek duygu budur
işte : dinsel değil, tabii bir duygu. Bir politika bilinçleri yoktur, olmaz; çünkü dindaşlığın da, yurttaşlığın da ne olduğunu bilmezler. Devletin ve şehrin tanrıları bu kurtların, kara kara yaban domuzlarının hüküm sürdüğü, bu insanların hayvanlardan ve cinlerden, bu ağaç dallarının yaprakların derin köklerinden ayrılmadığı kil birikintileri, çöküntüleri arasında tutunamazlardı
..Köylüler için Devlet Tanrıdan daha uzaklardadır, çünkü Devlet hiç bir zaman onlardan yana olmamıştır. Devletin politika yolu, kuruluşu, programı ne olursa olsun. Köylüler anlamıyor bütün bunları; bir başka dil bu onlar için; anlamak istemeleri için bir sebep lazım, o da yok
Köylüler hayvanlarıyla birlikte ağır ağır yokuşu çıkıyor, evlerine dağılıyorlardı. Karanlık, esrarlı, umutsuz dünyaları içinde her gün, her akşam hep aynı
gidiş gelis; bir denizin sonsuz uzanış ve çekilisleri gibi Ötekilerin, ağaların gündelik hayatını da yeterince biliyordum artık: Bu hayat yapışkan, manasız bir örümcek ağı gibi tiksindiriyordu beni. Üstümde hissetiğim bu ağ, çıkarların, aşağılık hırsların, sıkıntıların, aç gözlülüklerin, düşkünlüğün, tozlu, küflü ama esrarsız kör düğümüydü
..Bu zorunlu, bu çekici sömürme gücünü elde etmek içindi bütün bu sürekli sa-
vaş
..Grassano’da, Lucanya’nın bütün köylerinde olduğu gibi burada da, beceriksizlik, parasızlık, erken evlenme çifti çubuğu bekle kadere bağlı ana sebeplerle Napoli veya Roma cennetlerine göç edememiş ağalar, umut kırgınlıklarını, kendi iç sıkıntılarını toptancı bir öfkeye, amansız bir kine çevirirler, durmadan eski duygularını diriltir, ve yasamak zorunda oldulaları bu köşecikte herkesten üstün olduklarinı ileri sürüp herkesle çatısırlar. Gagliano yollardan ve insanlardan uzak ufacık bir köydür: bundan ötürü de tutkular arda daha ilkel, daha yalın, ama daha sert oluyor .
Durgun bir suya gökten düşüvermiş bir taşa benzetiyorum kendimi
En azılı bir eşkiya çetesinin başı Caruso demiş ki bir gün: Dünyanın kocaman bir tek yüreği olmalıydı ve ben o yüreği göğsünden söküp çıkarmalıydım.
Durgun bir suya gökten düşü­vermiş bir taşa benzetiyorum kendimi.
Bir canavar hıncı var için­de zavallı köylü sürüsüne karşı. Bu hınçla öldürdüğü köylü­lerin az olması hiç de onun iyi niyetlerinden ötürü değildi; hepsini öldüremiyordu, çünkü bir insanı öldürmek için bile bi­raz olsun bilim gerekiyordu.
Ama bu günahsız sevapsız karanlık dünyada kötülük bir ahlak olayı değil bir gündelik derttir yalnız.
Hıristiyan onların dilinde insan demektir. Onların ağzından sık sık duyduğum bu söz belki aşağılık duygusunun acı be­lirtisiydi sadece. Biz Hıristiyan değiliz, biz insan değiliz; in­san diye değil hayvan diye bakarlar, bize, birer yük hayvanı gi­bi. Hayvandan da aşağı sayılırız, ecinnilerden bile aşağı, çünkü onlar melekçe olsun şeytanca olsun kendi hayatlarını yaşarlar; bizse ufkumuzun ardındaki Hıristiyan dünyasının baskısı, üs­tünlüğü altında ezilmişiz.
Bütün bu çocukların garip bir halleri vardı: Bir yandan hayvanlara, bir yandan da olgun insanlara benziyorlardı. Doğuştan sabırlı olmaya, acı çekmeden acının ne olduğunu bilmeye hazır gibiydiler.
Ama ne yazık ki bu da hayatın bize verdiği ve bizim tembellik, budalalık ya da ihmal yüzünden kaçırdığımız fırsatlardan biri oldu benim için.
Bütün ağalar partiye yazılmıştı. Doktor Milillo gibi tek tük ayrı kafada olanlar bile. Neden dersiniz, parti demek hükümet demek, devlet demek, baştaki güç demekti; onlar da tabii kendilerini bu güçle birlik sayıyorlardı. Bunun tam tersi bir düşünceyle köylüler partiye yazılmış değillerdi, hangi parti olursa olsun yazılacakları da yoktu. Faşist değillerdi, liberal de olamazlardı, sosyalist de, daha bilmem ne de. Çünkü bütün bu işlerin onlarla ilişiği yoktu. Bir başka dünyanın işleriydi bunlar. Hiçbir anlamları yoktu onlar için. Hükümetle, gücü kuvveti olanlarla, devletle ne alışverişi olabilirdi onların? Devlet, ne türlü olursa olsun Roma’dakilerin devletiydi. ( ) Dolu neyse, toprak kayması neyse, kuraklık, sıtma neyse devlet de öyle bir şeydi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir