İçeriğe geç

İradenin Davası / Devlet ve Demokrasi Kitap Alıntıları – Nurettin Topçu

Nurettin Topçu kitaplarından İradenin Davası / Devlet ve Demokrasi kitap alıntıları sizlerle…

İradenin Davası / Devlet ve Demokrasi Kitap Alıntıları

Izdırap, ruhun kendi kendisiyle karşılaşması, baş başa kalmasıdır. İnsanların çoğu bundan korktukları için topluluğa atılırlar ve orada hayatın meyhanesinde kendilerini unutmaya çalışarak neşelenirler ve birbirlerinden kuvvet dilenirler. Halkın karşılıklı tebessümleri, vaad edici olur. Lakin dağılan kalabalıkta her ferdin içini yoklarsanız bomboş ve perişan bulursunuz. Fert topluluğa, kendi hastalığına şifa bulmak için koşmuş ve yine kendi hastalığı ile dönmüştür.
Bu yüzden iradenin davası, bizi bir gün mutlaka mahkum edecektir. zamanımızın meselesi ne teknik, ne atom, ne siyaset meselesidir. zamanımızın meselesi irade meselesidir.
Üç musibet bizi esir gibi sürüyor: İşsizlik, merhametsizlik, iradesizlik veya iktidarsızlık. Üçünün de elele verip çiğnediği aynı kutsal kavramdır: Hak. Her tarafta haksızlık görerek şikayet eden hak sahipleri bilsinler ki her taraftan bize saldıran zulmün sebebi kendimizdedir: Her yerde işsizlik ve işsiz yaşamanın sırrı aranıyor; her yürekten merhametsizlik taşıyor; bütün hayat kuvvetlerimiz iradesizliğin kurbanıdır.
Eğer duyguların irademizi doğuruşu mekanik bir hadise halinde kendiliğinden olsaydı aynı tesirlerin herkeste aynı iradeyi doğurması ve bir cemiyet içinde aşağı yukarı hep aynı istek ve iradelerle yaşayan insanların bulunması icabederdi.
Kin ile din birleşmez.
Bunların inkılâp anlayışları, garp medeniyetinin kılık kıyafetine uymaktan ibaret bir istekten ileriye gitmiyor.
Kıtalar kaybetmekle kalmadık. Kendi milli ruhumuzu kaybettik ve bu harekerimize kurtuluş dedik.
Bizim inkılâbımız kin ile fitnenin, cehaletle tecavüzün eseri değil, aşk ile yaratıcılığın, ilim ve sevginin eseri olacaktır.
Bizim de inkılâbımız var. Ancak bizimki yıkıcı değil, yapıcı inkılâp olacaktır. Devirmeyeceğiz, kuracağız; öldürmeyeceğiz, hayat sunacağız.
Sürekli huzur ve saadet çok kere fitneyi doğurucudur; fitneden bazı kere selâmet doğuyor.
İnkılâp yapıldı artık kımıldama yok, başka fikir, başka hareket yasak. Dünya işleri bitti, artık kimse düşünmeyecek. Düşünüldü, söylendi, yapıldı. Bundan sonra yalnız itaat!” İşte ruhlarımıza süngülü nöbetçi dikmek isteyen dâvanın gerçek tercümesi budur. Halbuki insan yaşıyor, düşünüyor, fikirler ilerliyor; birkaç formül halinde ezberleyip tekrar ettiğiniz şekle ait kat’i kumandalar gerilerde kalıyor.
Hakikat fikirlerin çarpışmasından ortaya çıkar.
Bu büyük bir milletti ve bu milletin dünyaya değişilmez bir ahlâkı vardı. Birbirimizi seviyorduk; çünkü Allah’ı seviyorduk.
Bugün kullandığımız kelimelerin bir sözlüğü yapılsa kaçta kaçı güzel dilimizin kendi kelimeleri olacaktır?
Toprak reformundan, yani yeryüzünde ıslahattan korkanlar, devletin menfaatlariyle köylünün hürriyet ve refahına ağaların zulüm ve ihtiraslarını tercih edenlerdir.

Yeni İstanbul, 7 Şubat 1965

İsimsizlik, şahsiyetsizliğin delil ve alâmetidir.
Birbirlerine çelme takarak iktidara koşan partiler, olsa olsa hırs partileri olabilir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Siyasî partilerin gayesi tabiî halde, birbirini yıkmak değil, belki tamamlamaktır.
Öyleleri vardır ki, her zümreye yaranmaya kabiliyetli yaradılıştadırlar. Böylelerini düşünürken karakter düşüklüğünün aşırı halini ifade eden hikmet dolu şu dost sözünü daima hatırlarım. Öyle namussuz adam ki, hiç düşmanı yok!
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Mesul olanlarsa yarın hesabını verecek­leri hareketlerini her zaman adalet ölçüsüne vurmak mecburiyetini his­sederler.
Devlet otoritesini selametle yaşatarak, zulüm olmaktan koruyacak unsur ise, mesuliyettir.
Büyük millet kavramı, büyük devlet kavramından hiçbir zaman ayrılmaz.
Devletçilik, her şeyi devletten beklemek gibi bir dilencilik değildir.
Aile hayatında kutsal bağlar tanımayan hörmetsiz hürriyetin bugün batının aile hayatını ne hale getirdiğini görmek güç değildir.
Dünyanın hiçbir tarafında millî devlet bırakmamaya kararlı olan Yahudi yumruğu mason teşekkülleri halinde ve zehirleyici bir kasırga gibi dünyayı dolaşıyor.
Hissettiğin ve düşündüğün şeylerin kontrolünü bir başkasına bırakırsan, insanlığından uzaklaşırsın.
İyi insanların elinde bile mutlaka zararlı olacak hiçbir rejim de tasavvur olunamaz. Hiçbir rejim kendiliginden, mutlak surette ne iyidir, ne de fenadır. Esas olan, onu kullanacak, insanın ruh ve ahlâk yapısıdır.
Millî devlet teknikten önce insanı yetiştiren, insana önem veren devlettir. O, temelinde iktisat devleti değil, ahlâk devletidir.
Dünyanın hiçbir tarafında millî devlet bırakmamaya kararlı olan Yahudi yumruğu mason teşekkülleri halinde ve zehirleyici bir kasırga gibi dünyayı dolaşıyor.
Milletleri iyiye doğru götürecek idare, başların sayısında aranmamalıdır. Hareketlerinde mesuliyetle otoriteyi yaşatırken her an Büyük Mahkeme huzurunda hesap verme durumunda bulunan büyük ruhlar işbaşına getirmeye ve bu ferdî değerlerin hareketlerini engelleyecek yıkıcı kuvvetleri önlemeye en kabiliyetli idare, bizce en iyi devlet idaresidir.
Monarşi gibi demokrasi de, bu hörmet esasını kaybettikten sonra zulüm ve tasallut oluyor. Birincisinde bir ferdin millete musallat olması, ikincisinde ise bütün fertlerin birbirlerine musallat olmaları ve hep birbirlerine zulmetmeleridir.
Türkiye’nin kurtuluşu, liberal ekonomi esasına dayanarak milletimizin tarihî ve geleneksel devlet anlayışını gömmeyi gaye edinen bir demokrasi rejimi ile değil, devrin umumi idare çerçevesine uygunluğu zorunlu görünen şekli ne olursa olsun, onun içinde otorite ve mesuliyet ruhunu yaşatabilecek devletin eliyle ancak başlayacaktır.
İnsan ruhu kendini bütünü ile ancak din içinde tanıyabilir.
Aklın temeli bizde değil, bizden akseden bir namütenahidedir.
Kalbi bütün olan, sağlam olan insan sever.
Kalbin yollarında aşk ile dolaşılır. Kalbin yemişi aşktır. Aşk, Allah’a hulûsun ifadesidir.
Hakikate iman ile varılır; iman kalbe uymaktır.
Din hakikattir; zira kalbin en büyük eseridir.
Kalbimizin ilham kapıları açık olduğu zamanlarda ise her tarafta hakîkatler sezeriz. İçimizde binbir hayat kaynar.
Bilmek ve öğrenmek başka, düşünmek başka şeydir.
Kalp, tertemiz olarak ele alınırsa, bütün hakikatlerin kaynağıdır. Kalp, aydınlıklar kaynağıdır.
Paskal’ın dediği gibi kalbin öyle görüşleri var ki akıl onlara hiç sahip değil.
Varlığımızın karşısında akıl, dünyamıza nazaran güneş gibidir. Karanlıklarımızda yolumuzu şaşırmaktan kurtarır.
Beni önceden bulmasaydın hiç aramazdın.
Zira tatmin, tamam olmadığı müddetçe daima artan bir iştahdır.
Zevkin düşüklüğü insanın düşüklüğü demektir.
Bugün devlette en yüksek makam olan milletvekilliğini kabilse maaşsız ve ikbâlsiz, şöhretsiz bir makam haline getirmek lâzımdır. Onun ancak ahlâkî şöhreti​ olabilir.
Kanun, fertlerin durumunu takip ettikçe o durumlar nisbetinde çoğalır ve kanunun çokluğu yokluğundan beter bir felâket olur.
Öğretmen devleti dershanede, İmam mihrapta, tüccar pazarda ve asker nöbet yerinde aramalıdır.
İyi ve namuskâr devletin gayesi, yaşattığı iradeyi, gayelerin gayesi olan Allah’a ulaştırıcı yoldan götürmektir. Yıkılması lâzım olan devlet, iradesini fertlerin ve zümrelerin menfaatleri uğrunda harcayan devlettir.
Konuşmayan, yazmayan, okumayan, hareket edemeyen insanın fikrî hayatı da inkişâf edemez.
Şiîlik, komünistlik ve masonluk yer altında yılan gibi barınıyorlar; İslâm idealinin güneş halinde âleme yayılması zaruri idi.
Hepimizi gerçek iradesine ulaştırıcı olan bu iman yolu bir kere elden gitti mi, istenildiği kadar meydanlarda ateşli nutuklar verilsin, salonlarda kalabalıklar toplansın, hiçbirinde kararan hayatımıza neşve bulunmaz.
Bir milletin kendi tarihini inkâr etmesiyle ferdin intihara karar vermesi arasında fark yoktur.
İnsan bir çıraktır, elem ve ızdırap onun üstadı. Izdırap çekmedikçe insan kendini bilmiyor.
Büyük hareketler büyük ıztırapların eseridir.
Iztırap çekmedikçe hiçbir şey bize nüfuz etmiyor.
İstemek yani irade, insan denilen öznel varlığın cevheridir.
Benliğimizde barınan iradeyi âlemin iradesinden, daha şahsî ve tam adı ile Allah’ın iradesinden ayırıp onunkine denk bir kudret gibi düşünmek, zavallı insanlığımızın aczinden fışkıran bir kibirden başka bir şey değildir.
Düşündüğü gibi hareket edemeyen insan, düşüncelerinden uzaklaşır.
Bir milletin kendi tarihini inkar etmesiyle ferdin intihara karar vermesi arasında fark yoktur.
İrade hızını, hamlelerini, acılarla ıztıraplardan alıyor.
Din kardeşlerinin birbirlerini öldürmesi İslam’da var mıdır. Allah’ın emirlerini böylesine pervasızca çiğnedikten sonra yine de kendilerinin müslüman olduklarına inanmalarının sebebi sakallı, salavatlı ve hacı oldukları mıdır? Onlar böyle bir vehimle kendile­rini avutacak yerde Kur’an’ın ruhuna nüfuz etmeye çalışsınlar, Peygamber’in şahsiyetini biraz daha yakından tanımaya gayret et­sinler, o zaman yaptıklarından ve kendilerinden iğreneceklerdir. Ci­had, din kardeşlerini öldürmek midir? Acaba asıl cihad insan öldür­mek midir? Evvela nefislerini öldürsünler. İslam dinini kendi nefis­leri ile hırsları için böyle şuursuzca alet yaparak, Amerikan donan­masına yaranırcasına savaşmak cihad ise, İslamiyet gelmeden önce insanlar en şiddetli en barbar savaşları yapıyorlardı. Öyle olsaydı İslam’ın gelmesine ne hacet vardı? Allah’ın emirlerine itaat ettir­mek için cihad yapılırmış. Nerede ve hangi devirde yumruk ve bal­ta ile kalpler kazanılmıştır? Balta ile kazanılan kalp ve ruh değil, bedenler, menfaatler ve ihtiraslardır.
Bizim de inkılabımız var. Ancak bizimki yıkıcı değil, yapıcı inkılap olacaktır. Devirmiyeceğiz, kuracağız; öldürmiyeceğiz, ha­yat sunacağız. Bir kelime ile bizim inkılâbımız kin ile fitnenin, ce­haletle tecavüzün eseri değil, aşk ile yaratıcılığın, ilim ve sevginin eseri olacaktır.
Dinde ıslahat sanki hiç lazım değilmiş. Sanki kapıları sıra sıra dilencilerle sarılı camilerde yapılan ibadetler, hep dini hayatı yaşa­tıyorlarmış. Sanki İslam’da imam denen büyük şahsiyetin işi, mih­raptan çekilince pabuçlarını alıp gitmekmiş. Sanki lslam’ın insana uzanan eli yokmuş. Henüz orucu para ile tutmayan, Kur’an’ı hem de pazarlıklı, kifayetli para ile okuyan, merasimle sakal öptüren ho­canın eli öpülünce murada erilirmiş. Kim demiş bu safsataları? Ha­kikatte bunlar gibi daha birçok hususlarda, İslam’ın ruhunu terte­miz, samimi olarak yaşatabilecek ve lslam aleminin bugünkü sefa­letine deva getirecek pek derin ıslâhâtâ ihtiyaç vardır.
Kalbin öyle görüşleri var ki akıl onlara hiç sahip değil.
Halkın iradesi, umumi menfaatı tam olarak içine almadığı gibi istikbali de ihata edemez.
Halk, kendi hayır ve şerrini çok kere iyi bilmez. Ruh ve maddenin farkını ölçemez. Teraziye koyduğu zaman, ufak bir maddi nimeti büyük bir ruh eserine çok kere üstün görür. Halk kendini şaşırtan ve perde arkalarından idare eden sinsi kuvvetleri de göremez. Halkın cehaleti en büyük düşmanı iken, bu cehlini hayatına hakim kılmak kendi kendisine zulüm değildir de nedir?
Yalnız o gün, vatandaş hür olduğunu hisse­der. Kendine güvenir, cesaretini sezer ve gururlanır; Devlet be­nim! der Seçim günü vatandaş büyüktür, o gün kendi kudretini hisseder. Hükümdarlık şerefine, dört beş yılda bir gün bütün vatandaşlar sa­hip olurlar. Demokrasinin sofrasında hep birlikte yaşanan bugün, ferahlatıcı, sanki temizleyici bir duygunun yaşanmasiyle geçirilen gündür. Fakat sonra?
Basın, ancak sermaye sahiplerinin emrinde çalışan bir şahsi menfaat organıdır. Her devrin siyaset rüzgarına uymak suretiyle ve bir de kendi sürümünü arttırmak endişesiyle çalışır. O, sırtını kalın bir sermaye kasasına dayadığı zaman rahatlanır, onun dilini kullanır. Bir partinin yakın istikbalde iktidara geleceğini tahmin edince onun hoşuna gidecek havaları çalar. Hangi sınıf halk kendine sü­rüm sağlıyorsa imanını onunkine akord eder.
Memleket davalarının muhtaç olduğu kültür ve tam faziletle genel menfaat fikir ve idealine sahip olmayıp da, seçmenlerin arzularına söz vermek suretiyle seçilenlerin kuracağı demokrasi, tam manasıyla demogoji haline gelmeye mahkumdur. Böyle bir idarede fertlerin, zümrelerin ve bölgelerin birbirine yer yer aykırı olan is­tekleri çarpışır; menfaat cepheleri ayrılır; her cephe bir partiyi mey­dana çıkartır. Bunlar birbirleriyle bir nevi düşman savaşına girişir­ler. Demokrasi, düşmanlık fikriyle birleşir; fikirlerin çarpışması olacakken menfaatlerin çarpışması olur. Bu çarpışma, partilerin ar­kasında ayrı ayrı sıralara dizilen millet cephesine sirayet eder. Fit­ne ateşiyle halk, orta çağ beyliklerinin birbirleriyle boğuşmalarında bile görülmeyen bir nefret ve taassupla döğüşür. Milli birlik bu mü­cadelede erir. Demokrasi her çeşit anarşist emellere hazırlanmış sahne olur.
Halkın bir kısmı en büyük devlet yardımının çiftçilere yapılma­sını istediği halde diğerleri sanayicilere yapılmasını isterler. Bir kısmı devletin din işlerinde önderliği lüzumunu ileri sürerken, baş­kaları bu işin devlet müdahalesinden uzak tutulmasını isteyebilirler. Nüfusu süratle artan bir kazanın vilayet olmasını o kazanın halkı ıs­rarla istediği halde, vilayet merkezi bu tezin aleyhinde savunma ya­pabilir. Seçilen vekillerin her biri bir fırsatta kendi seçmenlerini mem­nun edecek şekilde davranır ve meclisten bu yolda kanunlar çıkar­ma sevdasına kapılırsa memleketin hayatı sonunda bir hercümrece sürüklenir. Bir yerde elde edilen fayda, yurdun başka tarafında da­ha ağır zarar doğurabilir. Tatbik edilen rejim, bir fırsatçılık rejimi şeklini alır. Seçilecek insanın ideali, şu veya bu zümrenin, şu veya bu bölge halkının değil de, umumun menfaatını düşünmektir.
Filhakika bu rejimde (demokrasi) bilenle bilmeyen bir olmaktadır. Zira her vatandaş aynı oy hakkına sahip­tir. Bu hususta cahille âlimin, filozofla amelenin, şerir ile velînin farkı tanınmıyor. Hayatının kemal mevsimine ulaşmış olgun ve fa­ziletli bir hakim ile psikopat bir katil yan yana oy kullanıyorlar. Her ikisinin oyları tatbikatta aynı değeri taşıyor. Cemiyet içerisinde her zaman bulunan cahillerle menfaatçilerin sayısı, olgun ve faziletli insanlardan daha çok olduğundan, sayıları sebebiyle bu rejimde on­lar ağır basacak ve cemiyeti hep kötüler idare edecektir.
Batıda 18. asrın, bizde geçen asrın sonlarından beri demok­rasi, cemiyet için bir nevi dünya cenneti olarak tasarlanmış ve in­sanlığın mukaddes hayali halinde karşılanmıştı. 20. asır, demokra­siyi bir din gibi benimsemiş bulunuyor. Zira bu rejim, eski monar­şilerin zulmünü asırlarca çeken insanlığın kurtarıcısı olmuştur. Zor­ba idarelere karşı bir tepkidir. Ancak demokrasi, kendisinden bek­lenen gayeye ulaştırabilmek için, onu kullanan insanlardan kemal ve fazilet ister. Hem de monarşide bir fert veya zümrenin fazileti çok kere kâfi olduğu halde; demokrasinin selameti için, idareye iş­tirak eden her ferdin, hatta oy kullandıkları için bütün halkın fazi­letli olması lazım gelecektir.
Hakikata nasıl, ne ile gidelim? Bedenle değilse, zeka ile mi, zeka ile değil de hayal ile, yoksa irade ile mi gidelim? Buna en sağ­lam cevabı Eflatun verdi: “Hakikata bütün ruh ile gidilir.” Ruh ise zeka, duygu ve dileklerin bütünüdür.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir