İçeriğe geç

İnsanın Acısını İnsan Alır Kitap Alıntıları – Şükrü Erbaş

Şükrü Erbaş kitaplarından İnsanın Acısını İnsan Alır kitap alıntıları sizlerle…

İnsanın Acısını İnsan Alır Kitap Alıntıları

Ölüm korkusuyla, yaşama sevincini unutan insan, dünyaya nasıl iyilikler katabilir..
İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık.
Bütün insani değerlerin paramparça olduğu bir coğrafyada kaç zamandır ‘bütünlük’ün tanımını yapmaya çalışmaktan aklına ağrılar giren genç adam, dilinde Emerson’ın, ‘insan düşündüğü kadar özgürdür’ sözü, toplumdaki çağdaş köleliğin gizini çözmek istercesine, pencereden sızan gün ışığının aykırı iyimserliği ile baktı savcıya.
‘Bütün, parçalardan oluşur sayın savcı,’ dedi. ‘Zaten parçalı bir şeyin parçalanmasını istemek sizce de anlamsız değil mi? Biz, bütünü oluşturan parçalardan bir kısmını görürken, diğerlerini görmüyorsak, gerçekte bütünü tanımıyor, bütünün ne olduğunu bilmiyoruz demektir. İnsanın bilmediği bir şeyi bölmeye kalması da, zaten parçalı bir şeyi parçalamak istemesi kadar anlamsız değil midir sizce de?’
Işıklar, mermerler, ihaleler ve üniformalar içinde bir baş dönmesini yaşayan ve yönetme yetkisini aldığı halkla arasında baskı, yalan, vergi ve ceza dışında bir ilişkisi kalmayan devlet, kendi rengine ve duruşuna uymayan her sesi bir ihanet paranoyası ile boğuyor; varlığını korumakla görevli olduğu ve varlık gerekçesini oluşturan halka karşı, ne anlama geldiğini ancak çıkar sahiplerinin bildiği ‘ülkenin âli menfaatleri’ni korumak için açık bir küçümseme, örtülü bir kin, ve örümcek ağını andıran gücüyle hayatın her alanına sızarak taşlar gibi katı duruyordu.
Kalabalık, anlamı ve gereği üzerinde en küçük bir kuşku duymadan söyleneni yapmanın ruhsuz huzuru ile trafik ışıklarında durup, taşları yerinden oynamış kaldırımlara kişiliksiz bir öfkeyle söylenerek, akşama dek bir kez bile kullanmadığı, ne işe yaradığını çoktan unuttuğu aklının sağır uğultusuyla, başı sonu belirsiz günlük yalnızlığını akıyordu. Bu akış içerisinde her gün biraz daha eğilen gövdesinden, şimdi çok derinlerde pır pır eden ve yaşama sevinci adına elinde tek olanak olarak kalan ışıklardan biri daha sönüyordu her seferinde. Plastik saksılarda tıkanan çiçekler, balıka tezgâhlarında bir etikete dönüşmüş balıklar, döviz büfelerin de tükenişin sayacı kur panoları, ışıklı vitrinlerin mevsimlik modaları ve lokantaların önünde üst üste yığılmış içki kasaları bu büyük yalnızlığa uzak, soğuk, üzgün ve ezici bir dekor oluşturuyordu.
Herkesin hızla uzaklaştığı bir yol kenarında yapayalnız kalmıştım. Elini aradım, yoktu..
Durduğu yerde değersiz bir bütün olarak kalmaktansa, parçalana parçalana gitmenin büyük doğruluğuna inandırmıştı kendini
Sevinci değişen insanın acısı da değişir elbet.
Seni hiçbir dünya telaşına değişmedim ben
Hüznün rengini sorsalardı, o çocuğun çatlamış bilyeler gibi damar damar gözlerini gösterirdim
Kadınlarımız külden yataklarda yatmaktan bembeyaz kesildi.

Ölerek değil yaşayarak çoğalmak istiyoruz

Gamzeli sular yürürdü dünyada, kirpiğin kaşına her değdiğinde
Bir düşü büyüten onun uzaklığı değil midir biraz da?
Herkes eliyle göğüs kafesine yerleştirdiği kocaman bir kayanın altında kirpikleriyle kuş resimleri çiziyor gökyüzüne.
İnsanlık ne kadar büyük bir yalnızlığı, yabancılaşmayı, sevgisizliği ve yıkımı yaşıyor olursa olsun, dünyanın herhangi bir yerinde şiir yazan birisi varsa ve onu okuyan bir başkası varsa, barıştan, aşktan, özgürlükten ve güzellikten umudu kesmeye yer yoktur.
İnsan, bağışlayarak yener yanlışı. İnsanın acısını insan alır. İyilik böyle kolay yenilemez…
Dünyayı senden geçirerek sevdim
seni hiçbir dünya telaşına değişmedim ben
Herkesin ruhunu bedeninin çarmıhına gerdiği, bırakın acıyı, sevincin bile paylaşılamadığı bir dünyada, kimse boyunu incelik ve derinlikle ölçmeye kalkmazdı. Ama yine de ‘insanın acısını insan alır’ sözüne inanıyordu bütün yüreğiyle.
İnsan geçmişe gülümseyerek bakıyorsa, başka bir umarı kalmadığındandır.
Dalgınlığın tavana çizdiği resimleri bir görsen… Birinde bir kadın yaz günleri gibi gülümsüyor, birinde bir çocuk yağmurlarla yarışıyor, bir adam, üstünde gökkuşağının yedi rengi, sular, ekinler ve toprak damlardan uzak kentlere yola çıkıyor ötekinde.
Durduğu yerde değersiz bir bütün olarak kalmaktansa, parçalana parçalana gitmenin büyük doğruluğuna inandırmıştı kendini.
“Bunaldım. İnsan gövdesiyle çarpmıyor kötülüğe. Yüreğinden alıyor yarayı. Bencillik, yalan, hırs, kabalık…
Para sesini yükselttikçe susan insan artıyormuş; hapishaneler birer büyük kent olmuş; herkes eşyalarıyla sevişiyormuş; gurbet artık evlere gelmiş; sular bile deterjanla temizleniyormuş; aşkın hiçbir gizi kalmamış.
Ekmeklerden sonra şarkılarda bozulmuş.
Susmak gövdelerimizin ayini olmuştu. Rüzgar senin ağzından esiyordu, ay ışığı benim gözlerimden.
Bizim ölümsüzlüğümüz ardımızda bırakacağımız sevgi geleneği olacak.
Günlerin bize aitmiş gibi görünmesi ne tuhaf değil mi. Suyun içine konduğu kabı sahiplenmesine benziyor tıpkı.
Bir şeyin olmasını istiyorsan onu çok iste; gerçek dediğimiz şey, kan ve gözyaşıyla sulanmış hayalden başka bir şey değildir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
İnsana verilen en büyük ceza, sınırlı bir hayatla sonsuzluğu kavrama yetisi olsa gerek.
Her sözü yalnız kendini değil bizi de vuran bumerang gibi gidip gidip dönüyordu masamıza. Gelecek düşlerimizden yontulmuş kıymıklar batırmıştı canımıza ve yanıtımızı beklemeden kalkmıştı.
Çocuklardan başka alnında ışık taşıyan kalmamıştı içimizde.
Yalnızlık onlara baba mirası, onlardan çocuklarına biricik armağandır.
Ayrılık ne biliyor musun? Ne araya yolların girmesi, ne kapanan kapılar, ne yıldız kayması gecede, ne güz, ne ceplerde tren tarifesi, ne de turna katarı gökte İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık.

Şimdi anlıyor musun gidişinin neden ayrılık olmadığını?

İçtenliğimden aldım en çok yarayı.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Kimsenin ortak türküsü yoktu ve kimse türküsünü bir başına söyleyemiyordu.
Bir gönül kırgınlığının acısını dindirecek bir yolculuk yapılmadı henüz.
Yaptıklarından değil, yapmadıklarından pişmanlık duymalı insan.
Bencil gibi görünen bir serdengeçtidir yalnızlık; gider kalabalıkla yıkanır; gelir kalabalıktan yıkanır.
Birini gerçekten özlemişseniz ancak o zaman yüreğiniz etinize batar.
Gelin, hazır yağmurdan bir bahanemiz varken, duvarlarınızdan izin alın bir kerecik, ağaçlar, kuşlar, gün ışığı, rüzgar ve toprağın o büyük şölenine bir sigara içimi olsun konuk olun.
Güvenlik duygusu, kasım ayında bir top nergisle çalabileceğiniz bir kapınız olmasıdır; hesabını şaşırdığınız para, çelik kapılar, ömrünüzü değersiz bir nesneye dönüştüren eşyalarınız değil.
İnsan başkalarıyla nasıl özgür olur?
Ne tuhaf, insanın en büyük hazinesi, ona en büyük acıyı çektiren yüreğiydi ve gökyüzünü içine alacak kadar genişti. İnsan bunu ne geç öğreniyordu.
Başkalarını soyunup kendini giyinen herkesin güzelliği içindeydiler.
Türkülerimize nefreti karıştırmak istemiyoruz.
Arkasına baka baka yürüyen insanın gideceği hayal, hatırasıdır.
Ey acıdan damıtılmış yaşama sevinci, sen ne güzel, ne büyük, ne değerlisin…
Herkesi babama benzetirdim. Ya da hiç kimse babama benzemezdi. Evimizde yapraklanan bir çınar ağacıydı babam. Gölgesi yazın serinlik, kışın sıcaklık verirdi. Yanımda olduğu zamanlar iki kat yaşardım. Yüreğimde karıncaların yürüdüğü bir yeni zamandı. Kim birazcık ona benziyorsa gizlice seviyordum. Bütün erkeklere mavilik veren bir gökyüzüydü. Bir gün gelmeyiverdi. Ben inanmadım. Sonraki günler de gelmedi. Ben bir çınarın yaprağından defalarca düştüm. Annem sustu. Gözbebekleri büyüdü, büyüdü; kirpiklerinden taştı. Konya ovasında öyledir ancak keder, güneşin battığı saatlerde. Birdenbire yalnızdık. Babamın uzun boyları başka kapılarda kırılıyordu. Gözlerinin değdiği her yerimiz üşüyordu.
Senin kabın küçükse dünyanın günahı ne?
İnsanlık ne kadar büyük bir yalnızlığı, yabancılaşmayı, sevgisizliği ve yıkımı yaşıyor olursa olsun, dünyanın herhangi bir yerinde şiir yazan birisi varsa ve onu okuyan bir başkası varsa, barıştan, aşktan, özgürlükten ve güzellikten umudu kesmeye yer yoktur.
​Sevmeyi özledim biliyor musunuz?
Kayıtsız şartsız bir gülüşü…
bir doğruya sevinmekten çok bir saçmalığa gülümseyebilen hoşgörüyü. Nerde kaldın ayazını değil, hoş geldin iyiliğini. Hiçbir şeyle yatışmayan yürek telaşını. Kapı zilleriyle telefonlar arasında tükenmeyi… Geceyi bir hayâl hazinesine çeviren uykusuzluğu. Kendimi severek yürümeyi kalabalıkta; ‘göğe bakma duraklarını’ özledim!. Yağmuru kirpiklerinden içmeyi, yumruk kadar bir yüreğe dünyayı sığdırma hünerini. ‘Sana sevinç verdiğim sürece ben buradayım’ zenginliğini özledim başka kentlere vuran rengini güneşin. Başka sokakların telaşıyla çoğalmayı;
dünyayı yudum yudum aşka çeviren yalnızlığı…”
“Kendini yenileyen, kendine sahip çıkan bir yalnızlıkla dönmüştü, yedeğinde insan gerçeğinden binlerce altın anahtarla…”
“Seni hiçbir dünya telaşına değişmedim ben. Evlerin ve kalabalığın ağırlığını sana üstün tutmadım. Yoksulluğun acısından hafif bilmedim acını. Yenilen herkesin boğuntusuydu kaybolduğum uzaklık, yüzün her bulutlandığında. Nereye gidersem gideyim seni yürüdüm hep. Sevincini bir barış, bir bayram sabahı gibi taşımdım içimde. Sesine güvendim, gözlerine en çok yakışan o sürekli yaz ikindisinde. Gökkuşağının altından geçen çocukların şımarıklığıydı, kaküllerini her araladığımda gövdemdeki ürperti. Ağzımdaki meneviş sendin insanlara şiilerler okurken. Bütün öksüzlerin kederiyle baktım yüzüne, ne zaman geleceği düşündüysem. Bir haksızlığı haykıran herkese senin soluğunu verdim. Bütün hapishanelerin penceresi yaptım seni. Sonra tuttum kenar mahallelerin yalnızlığını gösterdim, bir özür, bir bağışlanma umuduyla. Kirpiklerinin ömrüme açtığı yolda yaptım bütün kavgalarımı. Söze inandım, gövdene ondan çok. Dönüp dönüp sana geldikçe anladım özgürlüğün Aşk olduğunu… Alışkanlıklara yenilmedim ben, seni bir alışkanlığa dönüştürmek istemedim yalnızca…”
Bilgiyi parayla, sevgiyi sahip olmakla, güveni kurnazlıkla değiştire değiştire, bir ucuz metaya çevirirler dünyayı.
Her şeyi anlıyorum da parayı kendi yerine oturtan insan, kendisi nereye oturacak? Sahip oldukları insana değil, insan sahip olduklarına değer biçebilir değil mi? Eşyaların onuru olmaz ki..
Farkında mısınız bilmem, kimse kendi acısını bile duymuyor artık. Kimse bir başkası için kederlenmiyor. Birbirine ihtiyacı olanlar özenle uzak duruyor birbirinden.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir