İçeriğe geç

İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu Kitap Alıntıları – Friedrich Engels

Friedrich Engels kitaplarından İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu kitap alıntıları sizlerle…

İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu Kitap Alıntıları

Kapitalist sanayileşme ile öyle bir dünya yaratıldı ki, bu dünyada “yalnızca hem fiziksel hem ahlaki olarak hayvani bir düzeye gelmiş, insanlıktan çıkmış, alçalmış bir insan ırkı kendini bu dünyalı hissedebilir.”
Önce proleterierin kanını emiyorsunuz sonra onlara kendinizi rahatlatırcasına, ikiyüzlü bir insanseverlik göstererek sanki hizmet etmiş oluyorsunuz; yağmaladığınız mağdurlara, zaten onların olan şeyin yüzde birini geri vererek kendinizi dünyanın önünde kudretli iyilikseverler gibi gösteriyorsunuz.
Onun için yeryüzünde her şey, kendisi dahil para uğruna vardır, başka hiçbir şey uğruna değil. Hızlı
kazançtan başka bir mutluluk, altın yitirmekten başka bir sızıdan haberli değildir. Bu hırs ve kazanma şehveti karşı­sında, tek bir insancıl duygunun lekelenmeden kalması kabil değildir.
Yasa burjuvazi için kutsaldır, çünkü kendi kompozisyonudur; kendi rızasıyla, kendi çıkarı
ve kendi korunması için yapılmıştır. ( ) Toplumun bir kesiminin aktif iradesiyle ve öteki kesiminin pasif kabulüyle kurulan düzenin kutsallığı, onun toplumsal konumunun en güçlü desteğidir.
1831’de, şiddetli bir işçi hareketi sırasında; Manchester yakınında Hyde’daki bir sanayici genç Ashton, bir akşam bir tarladan geçerken vuruldu, katil hiç iz bırakmadı. Kuşku yok, bu emekçilerin intikam eylemiydi.
Eğer benim kızartma tavamda cızır cızır kızartılmak istemiyorsan, bir yürüyüşe çıkabilir ve ateşin içine yürüyebilirsin.
Artık hiç kimse, insanlarla barış
içinde yaşamayı düşünmüyor; tüm karşıtlıklar tehditle, zorbalıkla ya da mahkemede çözülüyor. Kısacası herkes komşusunu, ya ortalıktan temizlenmesi gereken bir düşman ya da en fazlasından kendi yararı için kullanabileceği bir araç gibi görüyor.
Burjuvanın adam olacağı falan yoktur; her ne kadar liberal bir görünüşe bürünüyorsa da o temelde muhafazakardır.
Cezasız kalma umudu suçu yüreklendirir.
İşçi seçimini yapmalıdır; ya kaderine razı olmalıdır, iyi bir işçi haline gelmeli, burjuvazinin çıkarlarını sadakatle gözetmelidir – böyle bir durumda kesinlikle bir hayvan haline gelir- ya da isyan etmeli, insanlığı için sonuna kadar savaşmalıdır, bunu da ancak burjuvaziye karşı savaşarak yapabilir.
Bakan, burjuvazinin sadık hizmetkarıdır.
Zenginin hayırseverliği, okyanustaki bir damla gibidir;
düştüğü anda yitip gider.
Eski kölelere göre bugünün işçisi, sanki özgürmüş gibi görünür; çünkü, o bir kez ilk ve son olarak satılmaz, gündelik, haftalık, yıllık olarak parça parça satılır; özgürmüş gibi görünür, çünkü onu, sahibi bir başkasına satmaz; bunun yerine belli bir kişinin kölesi olmadığı, tüm mülk sahibi sınıfın kölesi olduğu için, kendisi, kendini satmaya zorlanır.
İşçi hukuken ve gerçekte, mülk sahibi sınıfın kölesidir; o dereceye kadar köledir ki, bir eşya gibi satılır, bir meta gibi değeri artar ya da azalır. İşçilere olan talep artarsa, işçilerin fiyatı da artar; talep düşerse, fiyatları da düşer.
Çayın içilmediği yerde en şiddetli yoksulluk egemendir.
İşçilerin aldığı patates genelde kötüdür, sebze pörsümüştür, peynir bayat ve kötü kalitedir
Hiçbir yer kötü değildir, yeter ki daha iyisine gücü yetmediği için orayı kiralayacak zavallı bir yaratık bulunsun.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Her yerde bir yandan barbarca bir kayıtsızlık, katı bir bencillik, öte yandan adı konmamış bir sefalet, her yerde toplumsal bir savaş; herkesin evi bir çember alınmışlık içinde; her yerde yasa koruması altında karşılıklı yağmalama; ve bütün bunlar öylesine utanmazca, öylesine açıktan ki, kendisini burada apaçık ortaya koyan toplumsal durumun sonuçlarından insan ürküyor ve bu çılgın dokunun hâlâ birarada durabilmesinden hayrete düşüyor. 
Beyinsel olarak ölüydüler; yalnızca küçük, özel çıkarları için, dokuma tezgahları ve bahçeleri için yaşarlardı; onların ufkunun ötesinde insanlığı baştan sonra saran güçlü hareket hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Sakin, otsu yaşamlarında huzurluydular.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Her yerde, yasaların koruması altında yağma yapan soyguncular vardır.
.
Geçtiğimiz sayfalarda yüzlerce defa gösterdiğim ve daha da gösterebileceğim gibi bugün toplumumuzda işçi ancak burjuvaziye karşı nefret duyarak ve ona karşı çıkarak insanlığını kurtarabilir.
Bir kral var, insafsız bir kral;
Şairlerin düşlediği değil,
Bir despottur bu, iyi tanır onu beyaz köleler.
İnsafsız ve acımasız bu kral, adı Buhar.

Tek bir kolu var, demir’den;
Ve sadece bir tek olmasına rağmen,
Bu güçlü kolda sihirli bir kudret var.
Milyonlarca insanı perişan eden!

Moloch’tur acımasız atası,
Yuvası Himmon ovası.
Canlı ateştendir yüreği,
Ve yemeğidir o küçücük çocuklar!

Yönetirler onun dev elini;
Kana susamış, gururlu, cüretkâr,
Ve şu doymak bilmeyen papazlar.
Ve altına dönüşür akan kanlar!

Pranga vururlar tüm doğa haklarına,
Onlara kulluk eden zincirlerle.
Yiğitçe gözyaşlarını hiç umursamadan,
Kahkaha atarlar bir kadının acısına.

..Kaz gelecek yerden tavuğu esirgemeyen kapitalist, kaz geldikten sonra tavuğu seve seve işçilere bırakır. Böylece kapitalistler birbiri ardına işçi aramaya çıkarlar .
Yoksullar, birbirlerine zenginlerin yoksullara verdiğinden daha fazlasını veriyordu
Hiçbir yer kötü değildir, yeterki daha iyisine gücü yetmediği için orayı kiralayacak zavallı bir yaratık bulunsun.
Nerede kuytu yer ve köşe varsa oraya bir ev dikildi; nerede fazladan bir geçit varsa oraya hemen birşey konduruldu; imalatın gelişmesiyle birlikte toprağın değeri arttı ve toprağın değeri arttıkça da içinde oturanların sağlığını ya da rahatını düşünmeksizin yapı çalışması çılgınlaştı.
Emek-gücünün değerini zorunlu geçim araçlarının değerine indiren yasayla, emek-gücünün ortalama fiyatını, kural olarak o geçim araçlarının asgarisine indiren yasa, bu ikisi, o insanlar üzerinde hükmünü yerine getirir, otomatik bir makinenin dayanılmaz gücüyle, onları dişlileri arasında ezer.
Ne var ki, emekçilerin büyük bölümüne gelince, içinde
yaşadıkları ne olacağını bilmezlik ve sefalet eskisinden daha
fazla değilse, eskisi kadar yakadan-paçadan akmaktadır. Londra’nın doğu kesimi, bir işte çalışıyorsanız fizik ve moral
aşağılanmanın, bir işiniz yoksa açlığın, umutsuzluğun ve sefaletin
sürekli genişleyen durgun havuzu gibidir.
Ücretli işçi, emek gücünü belli bir gündelik karşılığı kapitaliste satar. Bu gündeliğin karşılığı olan değeri, birkaç saatlik bir çalışmayla üretmiştir; ama sözleşmeye göre iş gününü tamamlamak için daha bir dizi saat çalışmak zorundadır; bu ek arti emek saatlerinde ürettiği değer, kapitaliste hiçbir maliyeti olmayan ama yine de onun cebine giren artı-değerdir.
İşçi sınıfının sefil durumunun nedeni, o ufak-tefek yakınma konularında değil, ama kapitalist sistemin kendisinde aranmalıdır. Ücretli işçi, emek-gücünü, belli bir gündelik karşılığı kapitaliste satar. Bu gündeliğin karşılığı olan değeri, birkaç saatlik bir çalışmayla üretmiştir; ama sözleşmeye göre, İşgününü tamamlamak için daha bir dizi saat çalışmak zorundadır; bu ek artı emek saatlerinde ürettiği değer, kapitalistçe hiçbir maliyeti
olmayan, ama yine de onun cebine giren arti.-değerdir. Uygar
toplumu, bir yanda bütün üretim ve geçim araçlarının sahipleri
bir avuç Rothschildsler’le Vanderbiltsler’e, öte yanda emek-güçlerinden başka hiçbir şeye sahip olmayan çok büyük sayıda ücretli işçilere bölme eğilimi taşıyan sistemin temeli budur. Ve bu sonucu, şu ya da bu ikincil yakınma konusunun değil ama sistemin kendisinin yarattığı gerçeği, kapitalizmin 184 7’den ·bu yana İngiltere’de gösterdiği gelişmeyle açık-seçik ortaya çıkarılmıştır.
EMEKÇiLER!

Durumunuzu, çektiğiniz acıları, giriştiğiniz savaşımları,
umutlarınızı ve beklentilerinizi ülkedaşlaşlarımın önüne
koymaya gayret ettiğim bu çalışmayı size adıyorum. Aranızda,
koşullarınız hakkında bir şeyler öğrenecek kadar uzunca bir süre yaşadım; koşulları öğrenmek için çok ciddi bir çaba harcadım; elime geçirebildiğim resmi ve gayri-resmi çeşitli belgeleri inceledim – bunlarla yetinmedim; konuma ilişkin soyut bilgilerden daha fazlasını istedim; sizi kendi evlerinizde görmek,
gündelik yaşamınızda gözlemlemek, koşullarınız, yakınlarınız üzerine sizinle söyleşmek, sizi ezenlerin toplumsal ve siyasal gücüne karşı verdiğiniz savaşıma tanık olmak istedim. Öyle de yaptım: Şirketten, ziyafetlerden, orta-sınıfın porto şarabından ve şampanyasından vazgeçtim; boş zamanlarımın, neredeyse tamamını sade emekçilerle ilişkiye adadım. Böyle yaptığım için hem mutluyum, hem gururluyum. Mutluyum, çünkü öyle yaptığım için, yaşamın gerçeklerine ilişkin bilgiler derlediğim çok hoş saatler geçirdim. Öyle yapmasaydım o saatler, protokol konuşmalarıyla ve moda konular üzerinde çene çalmakla boşa gidecekti; gururluyum, çünkü bütün hatalarına ve bütün dezavantajlı durumlarına karşın, yine de İngiliz parababalari dışındaki herkesin saygısını kazanan insanların suçlanan ve ezilen sınıfına hakkını teslim etme fırsatını elde ettim; gururluyum, çünkü sizin egemen orta-sınıflarınızın, vahşice bencil politikasının
ve genel davranışının· zorunlu sonucu olarak Kıta Avrupası’nda İngilizlere karşı taşınan küçük görme duygusunu önleyebilecek bir konuma ulaştım.

Aynı zamanda, orta-sınıfı, karşıtlarınızı, gözleme fırsatını
da bol bol buldum ve kısa sürede şu yargıya vardım ki, onlardan
herhangi bir destek beklememekte haklıydınız, tepeden tırnağa haklıydınız. Çıkarları sizinkiyle taban tabana karşıt olmasına karşın her zaman tersini iddia etmeye ve sizin yazgınıza yürekten sıcak baktıklarına sizi inandırmaya çalışacaklardır. Yaptıkları, onları ele veriyor. Orta: sınıfların iş söze gelince ne derlerse desinler- gerçekte sizin emeğinizin ürünlerini satabildikleri sürece, o emekle kendilerini zenginleştirmekten ve bu dolaylı insan eti ticaretinden kazanç sağlayamaz duruma geldiklerinde sizi açlığa terketmekten başka bir niyetleri olmadığını göstermeye yetecek kadarından ,da fazla kanıt topladığımı umuyorum.

İşçiler kendi durumlarına değişik tepki gösterirler. Bazıları
yenik düşer, ahlaksal açıdan çöker: bunlar arasında sarhoşluk,
ahlak bozukluğu, suç ve mantıksızca para harcamada
görülen artış toplumsal bir olaydır; kapitalizmin ürünüdür;
bireylerin zayıflığı ve çaresizliğiyle açıklanamaz. Bazıları
yazgısına boyun eğer, olabildiği ölçüde yasalara saygı
duyan, saygın bir kişi olarak yaşamaya çalışır; topluma ilişkin
konularla ilgilenmez ve böylece, işçileri bağlayan zincirleri
daha da pekiştirmelerinde orta sınıfa yardım etmiş olur.
Ancak, gerçek insanlık ve onur, işçilerin yaşam koşullarının
kaçınılmaz olarak yarattığı işçi hareketi içinde burjuvaziye
karşı verilen savaşta bulunabilir. Bu hareket çeşitli aşamalardan geçer. Bireysel isyan -suç- bu aşamalardan biri olabilir, makineleri kırmak bir başkası. Ama bunlardan hiçbiri yaygın değildir. Sendikacılık ve grevler, hareketin tuttuğu ilk genel yoldur. Sendikacılığın ve grevlerin önemi, etkililiğinde değil, verdiği dayanışma ve sınıf bilinci dersinde yatmaktadır. Siyasal bir hareket olan çartizm, daha üst bir gelişme aşamasını işaret eder. Engels, bu hareketlerin yanıbaşında, 1844’e kadar büyük ölçüde işçi, hareketinin dışında kalan, orta-sınıftan düşünürlerin, sosyalist teoriler geliştirdiklerini, ama en iyi işçilerin küçük bir azınlığını kazanabildiklerini ,savlar. Ne var ki, kapitalizmin
bunalımı giderek geliştikçe, hareket sosyalizme yönetmelidir.
Kapitalizm, ne tür bir işçi sınıfı üretir? Bu sınıfın yaşam
koşulları nelerdir; bu maddi koşullar ne tür bir bireysel ve
kolektif davranış yaratır? Engels, kitabının büyükçe bir bölümünü
(bölüm III, V-XI) bu konuları tanımlamaya ve çözümlemeye
ayırarak toplumsal bilimlere en olgun katkısını yapmıştır; kapitalist sanayileşmenin ve kentleşmenin toplumsal
etkilerine ilişkin çözümlemeleri birçok yönüyle hala
aşılabilmiş değil. Okunmalı ve ayrıntılı olarak ,incelenmelidir.
Ortaya koyduğu kanıtlar kısaca şöyle özetlenebilir: Çoğu
zaman, sanayi öncesi bir geçmişten gelen göçmenlerin oluşturduğu yeni proletaryayı kapitalizm bir toplumsal cehenneme küreler; o cehenneme takılıp kalırlar, düşük ücret alırlar ya da açlık çekerler, gecekondularda çürümeye bırakılırlar,
ihmal edilirler, hor görülürler; yalnızca, rekabetin kişisel olmayan
gücünün değil, ama bir sınıf olarak burjuvazinin de
zorbalığıyla yüzyüze gelirler; burjuvazi onları insan olarak
değil nesne olarak görür; insani varlık olarak değil emek ya da el olarak görür (bölüm XII). Burjuva yasalarla desteklenen
kapitalist, fabrika disiplinini dayatır, onlara para cezası verir, hapislere attırır; dilediği zaman kendi arzularını onlara zorla kabul ettirir. Burjuvazi bir sınıf olarak onlara karşı ayrımcılık güder; maltusçu nüfus teorisini karşılarına diker ve onlara 1834 tarihli maltusçu Yeni Yoksullar Yasası nın zulmünü reva görür. Ne var ki, bu sistemli insanlıktan çıkarma girişimleri, işçileri, burjuva ideolojisinin ve yanılsamalarının -örneğin burjuva bencilliğin, dinin, ahlakın uzağında tutar. İlerlemekte olan sanayileşme ve kentleşme, işçileri, kendi toplumsal konumlarından ders almaya zorlar; onlan toplulaştırarak güçlerinin farkına vardırır. İşçiler sanayi ile ne kadar yakından bağlantılı duruma gelirlerse, o kadar çok ileri olurlar.
Bu nedenle büyük kentler Engels’e göre kapitalizmin en
tipik yerleşim yerleridir ve bunlan bölüm lll’te tartışır. Oralarda
sınırsız sömürü ve rekabet, en çıplak biçimiyle ortaya çıkar: Bir yanda barbarca bir umursamazlık ve katı bir bencillik, öte yanda tanımsız bir sefalet, her yanı kaplamıştır; her yerde toplumsal savaş vardır;·her erkeğin evi bir kaledir; her yerde, yasaların koruması altında yağma yapan talancılar vardır. Bu anarşi ortamında, geçim ve üretim araçlarina sahip olmayanlar yenik düşer ve kann tokluğuna çalışmaya ya da istihdam edilmediğinde açlığa mahkum olur. Ve daha da kötüsü, derin bir güvensizlik içinde yaşamaya mahkum olur; işçinin geleceği karanlık ve belirsizdir. Gerçekte işçinin geleceğini, Engels’in bölüm IV’te tartıştığı kapitalist rekabet yasaları yönetir.
Sınai kapitalizmin ilk zamanlarındaki dehşetin kuşattığı, ailesinin dar ve kendini üstün gören bağnaz dindarlığına tepki duyan genç Engels, 1830’ların sonuna doğru, genelde ilerici genç Alman entellektüellerin tuttuğu yolu tuttu.
“Bir insan, bir başkasına ölüme yol açan bedensel bir zarar verdiği zaman buna adam öldürme diyoruz; saldırgan, vereceği zararın öldürücü olduğunu önceden biliyorsa o zaman buna cinayet diyoruz. Ama toplum, yüzlerce proleteri, çok erken yaşta doğal olmayan bir ölümle yani kılıç ya da kurşunla ölüm gibi zorba yollardan ölümle karşı karşıya geleceği bir konuma koyduğu zaman, toplumun o yaptığı bir bireyin yaptığı gibi ve aynı kesinlikle cinayettir; toplum binlerce insanı yaşamın gereklerinden yoksun bıraktığı, içinde yaşayamayacakları konumlara soktuğu -kaçınılmaz sonuç olan ölüm gelinceye dek o koşullarda kalmaya yasanın güçlü eliyle zorladığı- bu binlerce mağdurun yok olacağını bildiği ve gene de bu koşulların sürmesine izin verdiği zaman, toplumun o yaptığı, bir bireyin yaptığı gibi ve aynı kesinlikte cinayettir; örtülü, kasıtlı cinayettir; hiç kimsenin kendisini savunamadığı bir cinayettir; kimse katili görmediği için, mağdurun ölümü doğal göründüğü için cinayet gibi olmayan cinayettir; çünkü suç bir şeyi yapmaktan çok yapmamanın sonucudur. Ama cinayettir.”
Yoksulluk, emekçiyi, yavaş yavaş açlıktan
ölmek, kendini bir anda öldürmek ya da gereksindiği şeyi nerede bulursa almak, açık bir deyişle çalmak, arasında bir seçim yapmakla karşı karşıya bırakır. Ve çoğunun çalmayı açlığa ve intihara yeğlemesinde şaşacak bir şey yoktur. Doğru, işçi sınıfı içinde de birçokları, en aşırı durumlarda bile çalınayı çok ahlakdışı bulanlar vardır ve bunlar ya açlıktan ölür ya intihar eder. Eskiden üst sınıfların kıskanılası ayrıcalığı olan intihar, İngiliz işçiler arasında da moda haline gelmiştir; birçok yoksul, başka çıkış yolu görmedikleri zaman sefillikten kurtulmak için kendini öldürüyor.
Toplum binlerce insanı yaşamın gereklerinden yoksun bıraktığı, içinde yaşayamayacakları konumlara soktuğu, bu binlerce mağdurun yok olacağını bildiği ve gene de bu koşulların sürmesine izin verdiği zaman, toplumun yaptığı, bir bireyin yaptığı gibi cinayettir; örtülü, kasıtlı cinayettir; hiç kimsenin kendisini savunamadığı bir cinayettir; kimse katili görmediği için, mağdurun ölümü doğal göründüğü için cinayet gibi olmayan cinayettir; çünkü suç bir şeyi yapmaktan çok yapmamanın sonucudur. Ama cinayettir.
Çünkü komünizm sadece işçilerin değil tüm insanlığın sorunudur. Üstelik, komünistlerin bireylerden intikam almak gibi bir arzusu yoktur ve genel olarak da bu koşullar altında herhangi bir burjuvanın birey olarak davrandığından başka türlü davranacağına inanmaz. İngiliz sosyalizmi, yani komünizm tamamen bireyin sorumsuzluğu ilkesine dayanır. Bu yüzden, İngiliz işçileri Komünist fikirleri ne kadar benimserlerse, böyle devam etmesi durumunda hiçbir sonuca ulaşamayacak olan bugünkü aşırı coşkuları da ol aşar dinecek, burjuvaziye karşı giriştikleri hareketin vahşeti ve şiddeti azalacaktır.
Avrupa’nın ilk gazetesi Times, Haziran 1944’te şöyle yazıyordu:

“Saraylara savaş, kulübelere barış! Çok geçmeden bütün ülkede duyulabilecek dehşetli bir savaş narasıdır bu. Zenginler dikkatli olsun!”

Liberal bir çoğunluk tasarıyı hazırlamış, Muhafazakar bir çoğunluk onaylamış ve “Asil Lordlar” her seferinde bunu kabul etmiştir.: Böylece proletaryanın devletten ve toplumdan kovulduğu açıkça belirtilmiştir. Zaten proleterlerin insan olmadıkları ve onlara insanca davranılması gerekmediği resmî olarak bildirilmişti.
Yeni Yoksullar Yasası ve sonuçları üstüne çizilen bu tablodan sonra umarım İngiliz burjuvazisi için söylediğim hiçbir söz fazla sert sayılmaz.
Bir şairin sözlerinden alıntı yapar: “Yoksul bir adam doğanın verdiği bir ziyafete gelir; ama kendisi için hazırlanmış tabak çatal bulamaz.” ve şöyle devam eder: “Doğa, ona geri gitmesini emreder. Çünkü doğumundan önce topluma kendisini isteyip istemediğini sormamıştı.” Bunlar doğal olarak bütün İngiliz burjuvalarının en çok hoşlandıkları kuramlardandır.
Ve mektubun altına “Bir Bayan” diye imza atıyor. Çünkü artık kendisine bir kadın deme cesaretini kaybetmiş!
İngiliz burjuvazisi sırf kendi çıkarı için iyilikseverdir.
Burjuvazi, devleti ortadan kaldıramadığından en azından proletaryayı kontrol altında tutabilmek için ona ihtiyacı vardır; böylece birinciyi ikinciye karşı kullanır ve devleti mümkün olduğu kadar kendi işinden uzak tutar.
Sanayiciyle işçileri arasındaki ilişkide insanca hiçbir yön yoktur ve bu ilişki tamamen ekonomiktir. Sanayici “sermaye”, işçi ise “emek”tir.
Sanayicilerin ceplerine giren her şey, işçilerin ceplerinden çıkmaktadır.
İşçiler yapmaları gereken şeyleri, kendileri yaparlar.
Serfin efendisi, köylüyü hayvanlarının başı olarak gören bir barbardı; işveren ise uygardır ve “işçilerine” bir makine gözüyle bakar. Kısaca, her ikisi de oldukça eşit durumdadırlar. Daha kötü durumda olan biri varsa o da özgür işçidir. Her ikisi de esirdir. Aralarında ki tek fark, birinin esaretinin açıkça ve dürüstçe uygulanmasıdır; diğerininki ise, sinsi, örtülü, kendisinin ve herkesin gözünden ustaca gizlenmiş, eskisinden çok daha kötü bir esarettir.
Anne çocuğundan günde on iki saatten fazla bir süre uzaktır.
Bugün toplumunuzun aile yapısı çözülüyorsa, bu çözülme, tabanda aileyi bir araya getiren bağın aile sevgisi değil, sahte bir hakimiyet toplumu görünümüne bürünmüş özel çıkarlar olduğunu göstermektedir.
Hiç evlenmemiş olmayı, hatta doğurmamış olmayı istediğini söyledi. Ama Mary ile evlendiklerinde bu hale düşeceklerini hiç düşünmemişti.
Çünkü kadının fabrikada her gün on iki ya da on üç saat çalışmasıyla birlikte, kocasının da benzer süreyi aynı ya da başka bir yerde çalışarak geçirdiği düşünüldüğünde, çocukların hali ne olacaktır? Söyleyelim, vahşi otlar gibi büyüyeceklerdir.
İşçiler, kendilerini bir bütün, bir sınıf olarak hissetmeye, birey halinde zayıf oldukları halde birleştikleri zaman bir güç vücuda getirdiklerini kavramaya başlarlar.
Onların başka düşünceleri, idealleri, gelenekleri ve ahlak yasaları, burjuvazininkinden farklı dinleri ve politikaları vardır.
Yarım yamalak eğitimi onu dinsel tarafgirlikten kurtarır; o dini meseleleri anlamaz, onları kendine dert edinmez ve burjuvaziyi pençesine almış olan bağnazlığı tanımaz. Kazara bir dini olmuşsa bu, ancak ismen böyledir; teorik olarak değil. Pratikte o sadece bu dünya içi yaşar ve onun üzerinde kendine bir yer edinmeye uğraşır.
Ancak işçi sınıfı bu sosyal düzen var olduğu sürece ondan kaçamayacaktır ve yek bit işçi buna karşı koymaya kalktığında en büyük zararı yine kendisi görecektir.
İki elinden başka hiçbir şeyi olmayan, dün kazandığını bugün tüketen, olası her riske maruz bırakılan ve en temel ihtiyaçlarını kazanabilmek için bile en ufak bir garantiye sahip olmayan, her krizle, patronunun her kaprisiyle kolayca ekmeğinden olan proleter, bir insanın düşebileceği en iğrenç, en insanlık dışı duruma itişmiştir. Kölenin efendisinin çıkarı dolayısıyla hiç olmazsa basit bir hayat sürme garantisi vardır. Serfin ise en azından üstünde yaşayabileceği bir parça toprağı. Her ikisi de yaşamlarını sürdürebilmek için en kötüsünden de olsa bir güvenceye sahiptir. Proleter ise yalnızca kendine bağlı olmak durumundadır.
“ kısaca onu proleter yapan şeyler sefaletin kendisinden çok daha moral bozucudur.”
İşçi sınıfı içinde hakikaten, en aşırı koşullarda bile hırsızlık yapamayacak kadar ahlaklı olan çok sayıda insan vardır. Bunlar ya açlıktan ölürler ya da intihar ederler.
Symons, sarhoşluğun bedene yaptığı harap edici etkiyi sefaletin de aynı şekilde zihne yaptığını belirtmektedir.
Bu dünyanın Tanrısı paradır; burjuva, proleteryanın parasını elinden alarak onu pratikte bir ateiste dönüştürür.
“İşçinin okulda göremediği, en azından burjuvazi nezdinde bir kıymeti olan ahlaki eğitimi onu hayatın diğer koşulları da sunmaz. İçinde bulunduğu durum, onu saran ortam, işçiyi sürekli olarak ahlaksızlığa davet eder. Yoksuldur; hayat onu hiçbir şekilde cezbetmez. Hayatın ona sunabileceği hemen her zevkten mahrumdur .”
Hayvan muamelesi gören işçilerin bu duruma boyun eğmeleri mümkündür ancak bir kor gibi yanan nefretlerini, başka bir deyişle, burjuvaziye karşı ardı arkası kesilmeyen ruhsal bir isyanı besleyerek insanlık bilincini koruyabilmelerine de şaşmamak gerekir. Egemen sınıfa karşı nefretle yandıkları sürece insandırlar onlar. Boyunduruğa tahammül ettikleri ve bu boyunduruğu kırmak adına tüm çabalardan vazgeçip, sırf hayatlarını daha dayanılır kılmaya çalıştıkları anda hayvanlaşırlar.
Dört yanda beş yıl süreyle kafaları dini öğretilerle doldurulan bu çocuklar sürecin sonunda baştakinden daha fazla şey bilmezler.
Eğlenmeye ihtiyacı vardır. Katlandığı zahmeti değerlendirmek, bir sonraki günü dayanılır kılmak için bir şeylere ihtiyacı vardır. Bitkindir, kendini iyi hissetmemektedir, bütün tepkileri aşırıdır.
Ancak en bunalımlı dönemler en kötü hallerde bile bir, iki ya da iki buçuk yıl kadar koşa sürdüğünden bu insanların çoğu krizden sağ çıkarlar. Ama kriz daha sonra da göreceğimiz gibi hastalık gibi nedenler dolayısıyla kendine birçok kurban bulur.
Antik Çağ’da açıktan yapılan köle ticaretiyle kıyaslandığında tek fark, bugünkü işçinin bir kez değil günlük, haftalık ya da yıllık olarak parça parça satılmasının ve tek bir sahip tarafından bir başkasına satılmaktan ziyade bir kişinin değil, tüm mal sahibi sınıfın kölesi olarak kendi kendini satmaya mecbur olmasının onu özgürmüş gibi göstermesidir. Onun için sorun temelde değişmemiştir. Bu özgürlük kılıfı ona ister istemez biraz fiili özgürlük sağlıyorsa da, öbür taraftan geçiminin garanti altına alınmaması gibi bir dezavantaj ortaya çıkar.
İşçilerin fiyatı kendilerine olan taleple doğru orantılıdır.
Fakat en kötü durumlarda bile her işçi hayatta kalabilmek için küçük bir lüksünden vazgeçmeyi tercih eder; barınaksız kalacağına bir domuz ahırında yaşamayı, çıplak dolaşmaktansa paçavralar içinde gezmeyi, açlıktan ölmektense patates perhizini uygulamayı tercih edecektir. Hiçbir işi olmayan birçokları gibi sokağa düşüp dünyanın gözleri önünde ölmektense, yarım bir ücret ve iyi günlerin umuduyla yetinecektir. Hiçbir şeyin biraz fazlası demek olan bu küçük şey asgari ücrettir.
Rekabet, modern burjuva toplumunda hüküm süren, herkesin herkese karşı verdiği savaşın en kusursuz ifadesidir. Hayat için, var olmak için, her şey için gerektiğinde bir ölüm kalım savaşı haline gelen bu savaş, sadece toplumun farklı sınıfları arasında değil, tek tek üyeleri arasında da verilmektedir. Herkes, bir başkasının yolu üstündedir ve herkes yolunun üstünde duranları kenara itmek ve yerine geçmek peşindedir.
Tabii, hayatın tahammül edilebilirliği ve ücretin yeterliliği işçinin bakış açısına göre değişebilir. En kötü durumlarda, evsiz barksız kalmaktan ölmeye dek giden acı bir yoksulluk vardır.
Büyük kentlerdeki işçi sınıfı, farklı düzeylerdeki hayat standartlarında yaşıyor. Bu, en iyi durumlarda bir an için tahammül edilir cinsten bir hayattır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir