Salman Rushdie kitaplarından İki Yıl Sekiz Ay Yirmi Sekiz Gece kitap alıntıları sizlerle…
İki Yıl Sekiz Ay Yirmi Sekiz Gece Kitap Alıntıları
Korku,korkanları değiştiriyor,diye düşündü Mr.Geronimo,silahın namlusuna bakarak.Korku,kendi gölgesinden kaçan bir adamdı.Kulaklık takmış bir kadındı ve duyduğu tek ses kendi dehşetinin sesiydi.Korku bir solipsist,bir narsistti ve kendinden başka her şeye kördü.Korku,etikten,
sağduyudan,sorumluluktan,uygarlıktan daha güçlüydü.Korku,kendisinden kaçarken çocukları ayaklarının altında ezen bir hayvandı.Korku bir yobaz,bir despot,bir ödlek,kırmızı bir sisti,bir fahişeydi.Korku,kalbine yönelmiş bir kurşundu.
sağduyudan,sorumluluktan,uygarlıktan daha güçlüydü.Korku,kendisinden kaçarken çocukları ayaklarının altında ezen bir hayvandı.Korku bir yobaz,bir despot,bir ödlek,kırmızı bir sisti,bir fahişeydi.Korku,kalbine yönelmiş bir kurşundu.
Şeylerin, bedeninin,duygularının,umutlarının ağırlığını hissetti.
Dünya sıradan insanların kabullenemeyeceği kadar vahşi,ölümcül,anormal bir yerdi.
sadakati de nefreti kadar güçlüydü.
İyimserliğin yenilgisi karşısında yapılacak tek şey yüksek duvarların arkasına çekilmekti;hem kişinin içindeki hem dünyadaki yüksek duvarların arkasına çekilmek ve kaçınılmaz sonu beklemek.
tarihin bu noktasında artık insanlık hakkında umut beslemenin olanaksızlığı
Dün yoktu artık.Yarın da asla gelmiyordu ve geriye yalnızca bugün kalıyordu.
Korku insanın kaderidir. İnsan karanlıktan, bilinmeyenden, yabancılardan, başarısızlıktan, kadınlardan korkarak onlardan doğar. İnsanı inanca götüren korkudur, korkusuna çare olsun diye değil, Tanrı’dan korkmanın insanlığın doğal ve doğru hali olduğunu kabullendiği için inanır. Onlara sözcükleri uygunsuz biçimde kullanmaktan korkmayı öğret.
Aptallaşma, dedi Zeberdest, kurnaz bakışlarla. Dünya üzerinde bir korku krallığı kurma sürecindeyiz ve bu vahşiler göre bunu meşrulaştıran tek bir yasa var; şu ya da bu tanrının yasası. İlahi bir varlık adına yaptığımıza inanırlarsa ne istersek yapabiliriz, aşağıdaki sersemler de hepsini acı ilaç niyetine yutar.
Artık hikayelerimizi çok daha hızlı anlatıyoruz, hıza tutkunuz, eski, yavaş şeylerden tat alamaz olduk; aylaklığı, boş boş dolaşmayı, üç ciltlik romanları, dört saatlik filmleri, on üç bölümlük dizileri, süreçten ve oyalanmaktan haz almayı unuttuk. Artık yapmamız gerekeni yapıyor, hikayemizi anlatıyor, hayatımızı yaşıyor, işimiz bitince hemen gidiyoruz, pat diye.
Yeni mahşerin dört atlısı nefret, aptallık, adanmışlık ve açgözlülüktü. Ama yine de bu sefil insanları seviyor, içlerindeki karanlığı besleyen, sulayan, açığa çıkaran karanlık cinlerden kurtarmak istiyordu. Bir insanı sevmek, hepsini sevmeye başlamak demekti. İki insanı sevmek zokayı sonsuza dek yutmak, aşkın pençesinde çaresiz kalmaktı.
seçtiği ve istediği türde bir deliliktir bu; çünkü hepimiz aşkı isteriz, sonsuz aşkı, ölümden geri dönüp yeniden doğan aşkı, bizi ölene dek besleyecek ve kucaklayacak olan aşkı isteriz hepimiz.
Bütün aşkların başlangıcında taraflar kendileriyle özel bir anlaşma yaparlar. Karşılarındaki kişide yanlış olan her şeyi, doğru olanlar uğruna görmezden gelirler. Aşk, kıştan sonra bahardır. Sevgisiz soğuğun açtığı hayat yaralarını iyileştirmek için gelir. O sıcaklık kalpte belirince sevgilinin kusurları silinir, yok olur ve kişi kendisiyle yaptığı anlaşmayı kolayca imzalayıverir. Kuşkunun sesi duyulmaz olur. Daha sonra, aşk solup gittiğinde o gizli anlaşma insana aptalca gelir, ama öyle olsa bile sevgililerin güzelliğe duyduğu inançtan, yani imkansız olan şeye, gerçek aşk ihtimaline duyulan inançtan kaynaklanan gerekli bir aptallıktır.
Sonradan gelenlerin çağında yaşıyoruz ve kendimizi itici güç değil sonuç olarak kabul ediyoruz.
Mantıksızlık kendini yenilgiye uğratır, dedi İbn Rüşd’ün tozu, Gazzali’nin tozuna. Mantıksızlığıyla yapar bunu. Akıl bir süre kestirip kedi uykusuna yatabilir ama usa aykırı olan şey sıklıkla koma halindedir. Mantıksız olan şeyler sonunda düşlerde kafeslere kapatılacak ve mantık galip gelecek.
Zira yaşayanların hayat dediği şey, sonrasında gelecek olana kıyasla ehemmiyetsiz bir saçmalıktan başka bir şey değil.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Zamanla göreceksin ki, dedi İbn Rüşd, insanların sonunda Tanrı’dan yüz çevirmesine din neden olacak. İnançlılar Tanrı’nın en kötü avukatları. Binbir yıl da sürse sonunda din silinip gidecek ve ancak o zaman Tanrı’nın hakikatini yaşamaya başlayacağız.
İnsanlığı tek bir insanmış gibi düşünelim, diye söze başladı İbn Rüşd. Bir çocuk hiçbir şeyi anlamaz, yeterli bilgisi olmadığı için inanca sarılır. Mantık ve batıl inanç arasındaki mücadele için insanlığın uzun ergenlik dönemi diyebiliriz, mantığın zaferi de insanın yetişkinliğe ulaşması olacaktır. Tanrı yok demiyorum, ama her gururlu ebeveyn gibi o da çocuğunun kendi ayakları üzerinde duracağı, dünyada yolunu çizeceği, ona bağımlılıktan kurtulacağı günü bekliyor.
Zenginleri anlamak bizim için güçtür, normal mutsuzluk nedenleri ortadan kalktığında bile mutsuz olmanın yollarını bulurlar.
Bela geldiğinde, ki yaklaştığına hiç kuşku yok, herkesten önce dışlanmışlar okkanın altına gider.
Çünkü büyük düşünürlerin argümanlarının sonu yoktur, argümanın kendisi zihni geliştiren bir araçtır ve araçların en keskinidir, çünkü bilgi sevgisinden, yani philosophia’dan gelir.
Şehrazad veya Şehrazade adlı bir sultan öldürülmemek için cinayet saplantılı kocasına anlatıyordu hikayelerini. Ölüme karşı, bir barbarı medenileştirmek için anlatılan hikayeler.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Gerçek hayat hikayelerimiz başkalarının hikayelerini içerir ve kendileri de daha büyük anlatıların, aile tarihçelerimizin, ülkelerimizin ya da inançlarımızın hikayesinin kapsamındadırlar.
Günahkârları ancak korku Tanrı’ya yöneltebilir. Korku, Tanrı’nın parçasıdır, çünkü insan denen zayıf varlığın her şeye kadir Tanrı’nın sınırsız gücü ve cezalandırıcı doğası karşısında verdiği en münasip karşılıktır.
Cinlerin varlığı ahlak felsefecileri için en başından beri sorundur. İnsanların eylemlerini iyiliksever ya da kötücül başka varlıklar yönetiyorsa, iyilik ve kötülük insanın içinde değil dışındaysa, ahlaklı bir insan tanımı yapmak olanaksızlaşıyordu. Doğru ve yanlış eylemleri sorgulamak kafa karıştırıcı bir hal alıyordu.
Tanrı yok demiyorum, ama her gururlu ebeveyn gibi o da çocuğunun kendi ayakları üzerinde duracağı, dünyada yolunu çizeceği, ona bağımlılıktan kurtulacağı günü bekliyor.
“Akıldan yoksun fantezi imkansız canavarlar yaratır, ama akılla birleşince sanatların anası, mucizelerin kaynağıdır “
Francisco de Goya
Francisco de Goya
Eğer böyleyse insanlar ne kadar şanslı demek istiyordu, şanslı ve lanetli. Kalpleri heyecanla çarpmaktadır başladığında ruhları da aynı şekilde atıyordu, gözleri mutluluk gözyaşlarıyla nemlendiğinde sevinci zihinlerinde duyuyorlardı. Zihinleri parmaklarının dokunduğu insanlara dokunuyordu ve başkaları da karşılığında onlara dokunduğunda sanki iki bilinç kısa süre için birleşiyordu.
Durumu anlıyordu. Kendisi de aynı yoldan geçmişti. Felakete yakın olmak insanların sevme kapasitesine artırıyordu.
Bu eski sokak sahnesinin ortasında etrafına bakınırken, bu okült holograma bakarken başına gelen bütün üzücü şeylerin etkisindeydi ve doğduğu yerden hiç ayrılmamış olmayı diledi. Keşke ayakları çok sevdiği toprağa sık sık sık bassaydı hep, keşke hayatı boyunca çocukluğunun sokaklarında mutlu olabilseydi ve orada yaşlanıp her kaldırım taşını, her betel cevizi satıcısının tezgahını, trafik ışıklarında korsan kitap satan her çocuğun yerini, düşüncesizce kaldırıma park eden her zengin adamın arabasını, geceleri kilise bahçesinde kaçamak öpücükler çaldığı her kızın yaşlılığını bilseydi keşke; bu kayıp toprağın, yitirdiği sevgili yuvasının her santimine kökleri yayılsaydı, bir şeyin parçası olsaydı, kendisi olabilseydi ve seçilmemiş yoldan gidebilseydi; kaderi bir göçmenin içi boş yolculuğu değil bağlamı olan bir hayat olsaydı
delilik böyle bir şeyse onun için sakıncası yoktu, seçtiği ve istediği türde bir delilikti bu, çünkü hepimiz aşkı isteriz, sonsuz aşkı, ölümden geri dönüp yeniden doğan aşkı, bizi ölene dek besleyecek ve kucaklayacak olan aşkı isteriz hepimiz.
Felsefeci Leydi’nin bir tür mazoşistik stoacılık damarı da mevcuttu; hava kötüyken genelde dışarıda vakit geçirir; rüzgara ve yağmura aldırmadan, daha doğrusu onları dünyanın sakinlerine karşı giderek artan düşmanlığının gerçek işaretleri olarak kabul edip geniş dalları şemsiye gibi uzanan bir meşenin altına oturur, Unamuno ya da Camus’nün sayfaları ıslanmış kitaplarından birini okurdu. Zenginleri anlamak bizim için güçtür; normal mutsuzluk nedenleri ortadan kalktığında bile mutsuz olmanın yollarını bulurlar.
Geçmişimize dair bir hikaye bu, o kadar uzun zaman önceden kalma ki bazen buna tarih mi desek, mitoloji mi, bilmiyoruz. Bazılarımız peri masalı diyor. Ama şu konuda hemfikiriz: Geçmişe dair bir hikaye anlatmak, bugüne dair bir hikaye anlatmak demektir. Bir fanteziyi, hayali bir hikayeyi anlatmak, gerçekler hakkında bir hikaye anlatmanın da yoludur. Bu doğru olmasaydı hikaye anlatmak anlamsız olurdu ve bizler gündelik hayatlarımızda anlamsızlıktan mümkün olduğunca kaçmaya çalışırız. Tarihimizi araştırır ve yeniden anlatırken kendimize sorduğumuz soru şudur: Oradan buraya nasıl geldik?
Bütün aşkların başlangıcında taraflar kendileriyle özel bir anlaşma yaparlar. Karşılarındaki kişide yanlış olan her şeyi, doğru olanlar uğruna görmezden gelirler. Aşk, kıştan sonra bahardır. Sevgisiz soğuğun açtığı hayat yaralarını iyileştirmek için gelir. O sıcaklık kalpte belirince sevgilinin kusurları silinir, yok olur ve kişi kendisiyle yaptığı anlaşmayı kolayca imzalayıverir. Kuşkunun sesi duyulmaz olur. Daha sonra, aşk solup gittiğinde o gizli anlaşma insana aptalca gelir, ama öyle olsa bile sevgililerin güzelliğe duyduğu inançtan, yani imkansız olan şeye, gerçek aşk ihtimaline duyulan inançtan kaynaklanan gerekli bir aptallıktır.
bu bizim trajedimiz, diyordu babasının sözcükleriyle, kurmacalarımız bizi öldürüyor ama bu kurmacalar olmasa belki bu da öldürür bizi
hepimiz kendi tekbenci anlatımızda hapisiz, her aile kendi aile hikayesinin tutsağı, her topluluk kendi hikayesinin içinde kilitlenip kalmış, her insan kendi tarih anlatısının kurbanı ve dünyada anlatımları çarpışıp savaştığı yerler var, iki ya da daha fazla sayıda uyumsuz hikayenin aynı sayfada yer almak için mücadele ettiği yerler
Yeni mahşerin dört atlısı nefret, aptallık, adanmışlık ve açgözlülüktü.
Aşk, kıştan sonra bahardır. Sevgisiz soğuğun açtığı hayat yaralarını iyileştirmek için gelir.
Öfke, ne kadar haklı olursa olsun sonunda öfkelenen kişiyi yok eder.
Dünya sıradan insanların kabullenemeyeceği kadar vahşi, ölümcül, anormal bir yerdi. Sıradan insanlar bir tür masumiyet içinde yaşıyor, gözlerini gerçeğe kapatıyorlardı. Dünyanın örtüsüz hali onları korkutur, ahlaki değerlerini yok eder, bunalıma girmelerine, dine ve alkole sarılmalarına neden olurdu. Olduğu haliyle değilse de kendisinin yarattığı haliyle dünya böyle bir yerdi. Dünyanın bu manzarasında yaşıyordu ve onunla başa çıkabiliyordu, kumanda kollarının ve motorların, anahtarların, basılacak ve basılmaması gereken düğmelerin yerini biliyordu.
“Olmayan şeyleri olmuş gibi sunma ihtiyacı, hayatta kalmak için sürekli mücadele eden bu insanlar için tehlikeliydi, aralıksız savaşmak gerçeğe kafayı bulandırmadan odaklanmayı gerektiriyordu.”
“Her yerde asılı altın yaldızlı aynalar sayesinde ev sahibi yansımasını gümüş ya da bronz üzerinde değil, yansıtan malzemelerin en kıymetlisi olan izzetinefis üzerinde görüyormuş.”
“Neden ben” diye sormamak kolay değildi, ama artık zor bir gerçeği anlamaya başlamıştı; bir şeyin bir nedeni olabilirdi ama, bu amacı olmasıyla aynı şey değildi.
“Kendini nasıl tarif edeceğini bilmeyen, topluluk içinde işlerin nasıl yürüdüğünü bilmeyen, ‘durumun’ ne olduğundan haberdar olmayan her topluluğun başı dertte demektir.”
En küçük ünlü olma olasılığının mahremiyetten vazgeçmeye değer olduğunu herkes öğrenmişti, ancak mahremiyetini koruyan bir bireyin gerçekten özerk ve özgür olduğu düşüncesi televizyon dalgalarının statiğinde kaybolup gitmişti.
Âşık olmak için bir yaratığın kalbi olmalıdır, ruh
dediğimiz şeyden de olmalıdır onda ve biz insanların ‘karakter’ diye nitelendirdiği bir grup özelliğe de sahip olmalıdır muhakkak.
dediğimiz şeyden de olmalıdır onda ve biz insanların ‘karakter’ diye nitelendirdiği bir grup özelliğe de sahip olmalıdır muhakkak.
“Şimdikinde değil de kendi zamanımda yaşadığım için memnunum.“
“Bir mucize,” dedi İbn Rüşd, “Tanrının oynamayı tercih ettiği oyunun kuralları değiştirmesinden ibarettir ve mucizeyi anlamıyorsan nedeni sonuçta Tanrı’nın kelimelerle ifade edilemez, yani kavrayışımızın ötesinde oluşudur.”
Aklın uykusu canavarlar yaratır.
Masumiyetini uzun zaman önce kaybetmiş bir dünyanın düş kırıklığı veren acılığını kavramakta zorlanıyordu.
Dünya sıradan insanların kabullenemeyeceği kadar vahşi, ölümcül, anormal bir yerdi. Sıradan vatandaşlar bir tür masumiyet içinde yaşıyor, gözlerini gerçeğe kapatıyorlardı.
Bu bizim trajedimiz, diyordu babasının sözcükleriyle, kurmacalarımız bizi öldürüyor ama bu kurmacalar olmasa belki bu da öldürür bizi.
Ve hepimiz kendi tekbenci anlatımızda hapisiz, her aile kendi aile hikayesinin tutsağı, her topluluk kendi hikayesinin içine kilitlenip kalmış, her topluluk kendi tarih anlatısının kurbanı ve dünyada anlatıların çarpışıp savaştığı yerler var..
Bir şeye yapışır gibi sıkı sıkı tutunmazsan asla başarılı olamayacaksın.
Bütün aşkların başlangıcında taraflar kendileriyle özel bir anlaşma yaparlar. Karşılarındaki kişide yanlış olan her şeyi, doğru olanlar uğruna görmezden gelirler. Aşk, kıştan sonra bahardır. Sevgisiz soğuğun açtığı hayat yaralarını iyileştirmek için gelir. O sıcaklık kalpte belirince sevgilinin kusurları silinir, yok olur ve kişi kendisiyle yaptığı anlaşmayı kolayca imzalayıverir.
” Bir mucize dedi İbn Rüşd, Tanrı’nın oynamayı tercih ettiği oyunun kurallarını değiştirmesinden ibarettir ve mucizeyi anlamıyorsan nedeni sonuçta Tanrı’ nın kelimelerle ifade edilemez, yani kavrayışımızın ötesinde oluşudur.
“Dilediğim gibi yaşayabilsem kütüphaneden bir hayat kurar, dillerin ve fikirlerin dünyasında mutluluk içinde kaybolup giderdim ”
Yaklaşan felaketi görmezden gelme konusunda olağanüstü yetenekli bir türle karşı karşıya olduğunu anladı.
Az düşünmek çok tehlikeli olabilir.
İncinen gurur en son iyileşen yaradır.
Kendini, düşünerek düzeltmeye çalışan dava adamına (veya cinine) dikkat. Az düşünmek çok tehlikeli olabilir.
Yıkıcı ve irrasyonel olanın zaferi, yıkıcı ve irrasyonel bir tanrıda tezahür ediyor.
. Tanrı’ya karşı haddini aşmanın laneti, zamanımızın ilerisinde ya da gerisinde olma laneti; kim bilir belki de rüzgarın estiği yönü gösteren rüzgar fırıldaklarıyızdır, havada zehir olduğunu kanıtlamak için ölen kömür madeni kanaryalarıyız veya fırtınanın gönderdiği ilk yıldırımlarız. Tanrı’nın ibret olsun diye yumruğuyla ezdiği seçilmiş insanlarız.
Hassas, durendiş ve toksözlü olmak demek diyordu, derinden hissetmek, net görmek ve serbestçe konuşmak demektir. İncinmez olduğuna inanan dünya karşısında kolay incinir olmaktır, değişmez olduğunu sanan dünyanın değişkenliğini anlamaktır, neyin yaklaştığını başkalarından önce süzmek, başkaları yoz ve boş geçmişe sıkı sıkı tutunurken barbar geleceğin şimdiki zaman kapılarını yıkmakta olduğunu bilmektir. Şansları varsa çocuklarımız yalnızca senin kulaklarını miras alirlar, ama ne yazık ki benim de çocuklarım olduklarından erkenden çok şey duyacaklar, özellikle de duyulması ve işitilmesi yasak olan şeyleri.
Adem’le Havva, tanrıyı icat ettikleri gün, diye devam ediyordu makale, kontrolünü hemen yitirdiler.Dünyanın gizli tarihinin başlangıcı budur
Öfke ne kadar haklı olursa olsun, sonunda öfkelenen kişiyi yok eder.
Savaşta her türlü zaiyat olur; görünmeyen hasarların, akıl sağlığını etkileyen hasarların sayısı da ölümler ve fiziksel yaralar kadar çoktur.
İki kıdemli karanlık cinin daha kontrollü, daha içedönük ve sakin konuşanı olan Zeberdest (gerçekte Zümrüt’ten daha az zalim değil, hatta belki ondan daha beterdi çünkü daha zekiydi) yeni sultanlığın da ZÜmrüt’ün parçaladığı bedenler gibi dörde bölünmesini önerdi. İmparatorluk tek merkezden yönetilemeyecek kadar büyüktü ve Zümrüt’ün uzak bir memleket olan A.daki Vakıf’ına başkent olmaya layık büyük bir metropol denemezdi. Zümrüt’ün faaliyetlerini çoğunlukla Doğu” denebilecek tarafta gerçekleştirdiğini söyledi, kendisinin en iyi çalışmalarını güçlü Batı”da yaptığına, en çok burada kargaşa ve korku yarattığına dikkat çekti. Böylece Afrika ve Güney Amerika da Kan İçici Rahim ve Dırahşan Yakut’a kalıyordu. Dünyanın geri kalanı —Avustralasya, Polinezya ve penguenlerle kutup ayılarının bölgelerişimdilik görmezden gelinebilirdi.
Herkesin ulaşamadığı odalarımızdaki mühürlü kutularımızda, yamyam asalak cinlerin Florida, Miami’de insanların yüzlerini yediğini gösteren filmler var. Başka filmlerde, çöllerde kadınları taşlayarak öldüren katil cinler, içlerine girdikleri insan bedenlerini ordu karargâhlarında patlatan ve sonra sağ kalan bir askeri ele geçirip ona kendi arkadaşlarını öldürten cinler, Doğu Avrupa’da tankları yöneten ve havadaki yolcu uçağını vuran çıldırmış milis cinler görülüyor, ama bu kadar ayrıntı yeter.
Işığın olduğu yerde karanlık, karanlığın olduğu yerde de ışık hep vardır.
‘Aptallaşma,” dedi Zeberdestı kurnaz bakışlarla. Dünya üzerinde bir korku krallığı kurma sürecindeyiz ve bu vahşilere göre bunu meşrulaştıran tek bir yasa var; şu ya da bu tanrının yasası. İlahî bir varlık adına yaptığımıza inanırlarsa ne istersek yapabiliriz, aşağıdaki sersemler de hepsini acı ilaç niyetine yutar.”