İçeriğe geç

İki Gözüm Türkçe Kitap Alıntıları – A. Yağmur Tunalı

A. Yağmur Tunalı kitaplarından İki Gözüm Türkçe kitap alıntıları sizlerle…

İki Gözüm Türkçe Kitap Alıntıları

Dindar görünmenin bâzı ezberleri var. İnşallah, maşallah onlara yetmez. Her cümlede bir din tabiri kullanmalıdırlar. Elhamdülillah, Rabbime şükür, Rabbim sana da versin.. gibi tâbirler günde yüzlerce kere geçer. Anlarsınız ki onlar için Allah demekten daha kuvvetlisi bu Rabbim hitâbidır. Bu kelimenin belli kesimlerin dilinde ideolojik bir kod hâlini aldığını da düşünürsünüz. Bütün bildiklerimiz, bin yılda yarattığımız dil gider bunlar kalır. Bu din dilinin dili ne kadar fakirleştirdiğini ve dini de ne kadar darlaştırdığını görmek lâzımdır. Çünkü bu dilde dinden çok siyâsî tercihlerin dar ideolojik kalıpları hükümrandır.
Halbuki dinler selâmlaşmaya kelime dayatmaz ve sınır getirmez. Selâmlaşma, her milletin diliyle olur.
Rabbini arayan bir dindi aşkım!
Kemâleddin Kâmî
Yalnız Yağmur, şu tabelalar nedir Allah aşkına? Bunlarda Türkçe isim ara ki bulasın! Dil bilmeyen biri gelse, kendini bir batı ülkesinde zanneder. Yâhut bir İngiliz sömürgesinde. Bizim büyük Türkiyemiz sömürge mi?
Bahtiyar Vahapzâde
Öncelikle Türkçe ve her şeyden önce Türkçe
Millî Eğitim Bakanlığımız dilimizi iyi öğretemiyor. Sevgisini hiç veremiyor. Dil dikkati çocukluktan başlar, ilkokulda tam yerleşir.
Ankara’da Kızılay’da Cumhurbaşkanı Elçibeyle bir kalabalık dost grubu yürüyorduk. Ümit Özdağ’ın babası rahmetli Muzaffer Özdağ, Elçibey’e hararetle kuracakları derneği anlatıyordu. Elçibey derneğe koyacakları adı bir daha sordu. Doğru duymuştu: Muzaffer Bey, Türkiye-Azerbaycan Dostluk Derneği dedi. Elçibey, Muzaffer Bey dedi, koyduğunuz ismi bir daha düşünün lütfen! Dostluk sonradan olur. Kazanılır, kaybedilir. Azerbaycan Türkiye arasında bir aynılık vardır, doğuştandır, değişmez, kazanılmaz, kaybedilmez. Bunun adı kardeşliktir. Biz aynıyız, bu tabiidir, yaradılıştandır. Siz niçin hemen herkes için kullanılacak bir tâbiri tercih ediyorsunuz?
Ben sizi anlıyorum, siz beni anlıyorsunuz. Başka bir dilde konuşmuyoruz. İkimizin de anadili bu. O zaman neden sizinkine Türkçe diyorsunuz da bana Âzerice konuş diyorsunuz? Aynı dili konuşuyor ve anlıyor, anlaşıyorsak ayrı ayrı isim vermenin mantığı var mı? Siz televizyoncusunuz. Ne dediğiniz halkı etkiler. Doğru yayın yapacak ve bölücülük etmeyeceksiniz. Unutmayınız lütfen, bir Türk vardır ve bir Türkçe. Farklı söyleyen gāfildir ve Türk’e göre düşünmemektedir.
Elçibey
Bayram dolayısıyle Yahyalı’ya gittim. Kardeşlerimle doğduğum Toroslarda pınar, dağ, koyak, yamaç isimlerini hayranlıkla saydık. Şu kişneyen at gibi suyu kayadan fırlayan Aygır Pınarıydı. Şu süzüle süzüle suyu akan Ağ Pınar’dı. Şu elinizi bir dakika altında tutamayacağınız Dişdöken’di. Şu Kardelen, şu baba yurdu Göğoluk’tu. Şurası gerçekten sanki o anda düşüp yamaca konmuş gibi duran Düşmüşün Taş’tı. Şu çetin yokuş Eşek Yoran’dı. Şu bembeyaz akan Ağsu, şu yüz metre boydan boya yarılmış iki kayanın yüzyüze dimdik bakışı Su Çatı’ydı. Her biri bir sırlı ve şiirli mânâyı duyuran bu isimlendirmeler, Türkçenin dehâsını söyler.
Dünyâ uyanıkken uyuyan gözdeki perde
Korkunç oluyor, üç denizin aktığı yerde.
Midhat Cemâl Kuntay
Türkçe’de Tv1 denmez, 1.Kanal veya 1. Tv demek lâzım
Meselâ, Arapça salat demedik, Farsça namaz dedik. Savm demedik, Farsça’dan rûze’yi oruç şeklinde Türk sesiyle aldık. Peygamber, abdest ve günah gibi daha onlarca kavramı Farsça’dan aldık. Allah-Tanrı karşılığı Hüdâ kelimesini de onlardan aldık.
Bu gün gibi hatırımda
İlk gün, ilk ders, ilk hece
Şiirler yazmak için öğrendiğim
Güzel Türkçe
Ziyâ Osman Saba
Ben Türkçenin ezeli bir âşığıyım. Hepimiz öyle değil miyiz? Türkçeyi muhtelif devirlerinde, muhtelif libaslarla, muhtelif şekillerde gördüm ve sevgilimi o şekiller, o libaslar altında kendi cevherinde sevdim.

Ben eski Bâbiâlî kâtiplerinden işittiğim süslü dili sevdiğim gibi, Aksaray’da karpuz sergisinde müşteri ayartmak için çığırtkanlık eden Türk delikanlısının türlü zarâfetlerle dolu olan Türkçesini de sevdim.

Ben divan edebiyâtının gazelleriyle mest oldum. Fakat sevgili İzmir’imin ismini yâd ettikçe ciğerimi sızlatan sevgili İzmir’in İkiçeşmelik kızının incir işlediği esnada okuduğu Türkçe şarkıyı da mest oldum. Ben, o sevgiliyi, atlas şalvarıyle, başının üzerinde altın işlenmiş takkesi ile gördüm. Ben onu (perişan gönüllü şairin):
O gül endam bir al şâle bürünsün yürüsün
Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün

beytinde olduğu gibi, bir şala sarılıp büründüğünü görerek de sevdim. Sonra üç peşli entârisiyle, canfes terlikleriyle salınırken yine gördüm, yine sevdim.

Başında hotozu, belinde kuşağı, sedef kakılı serîri üzerinde uzanmış yâhut Sa’dâbâd’da, Göksu’da seyrâna çıkmış hâliyle gördüm, yine sevdim. Fakat tabiatta her şey tekâmülden, inkılâptan ibâret olduğu için, her devrin zevki de birbirinin aynı olmuyor. Ben son devrin, İpekiş’in kelebek kanadı kadar ince, zarif, dört metrelik kumaşı ile giyinmiş, başında küçücük beresiyle bir rüzgâr gibi kaldırumlar üzerinde seke seke giden ve rüzgâr mı onu götürüyor, o mu rüzgârı götürüyor diye insanı şüpheye düşüren hâliyle de Türkçeyi gördüm ve sevdim.

Hâlid Ziya Uşaklıgil

Müziğin dildeki sesleri kısaltma yetkisi yok.
Müzik, dil bahsinde tiyatroya göre daha temel bir göstergedir. Tiyatro, dili sâdece kullanır ve o bakımdan gösterge rolü oynar. Müzik, dili sâdece kullanmaz, ölçüsünü verir ve sesini tâyin ediciliğiyle öne çıkar.
Okuduğunu anlamayanlar kolay güdülür.
Bu ülkede dil konuşmak sağıra seslenmek, dilsize konuş demekten farksızdır.
Türkçe’nin problemi, vitrindeki temsilcilerinin temsile yetecek bilgi, görgü ve tecrübeye uzak düşmeleridir. Dilcilerimiz böyledir. Tiyatro ve sahne sanatçılarımız böyledir. Üniversitelerimiz böyledir. Ve nihâyet öğretmenlerden başlayarak millî eğitim câmiamız böyledir.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Bizde ve bâzı orta şark milletlerinde yarım sesten daha küçük, değişken ses değerleri vardır. Müzikte koma denen sesler bunlardır. Batılılar onu falso olarak duyarlar, kulakları alışmamıştır. Bizim için ve gerçekte bir inceliktir. Her kulağın duyamayacağı bir incelik.
Türkçe ileri atışlı bir dildir. Geriye çekilerek veya durarak telaffuz edilmez. Yâni vurgular genellikle başta değildir. Milletimizin karakteriyle uyuşan olağanüstü bir şifre gibidir. Vurgu başta olunca sesin ve nefesin gücü onda toplanır. Bu da bir telin geriye doğru çekilmesi ve bırakılması gibidir.
Dilden tâviz vermeyen ülkeler sıralamasında Fransa hâlâ başı çekiyor ama en küçük devletler bile o anlayışın dışında değil. Büyük Türklüğün muazzam dili Türkçe bu îtibardan mahrum.
Meselâ, şarj kelimesini halk söyleyemediği için şarz şekline çevirdi. İyi bir örnekti. Gel gör ki biz Fransızlar gücenmesin diye şarj’ı standard dile yerleştirmeye çalışıyoruz.
Bizimkiler, bizim Filibe’ye Bulgarlar gibi Plovdiv, Şumnu’ya Şumen, Hasköy’e Haskova demeye başladılar. Daha can yakıcısını söyleyeyim: 93 Harbi’nde Gazi Osmanpaşa ile kalplerimizde ayrı bir yer verdiğimiz Pilevne’ye Pleven diyorlar.
Bugünkü İngilizce’de saf İngilizce yüzde iki (%2)’ye düştü. Yâni, İngilizce dediğimiz dilin yüz kelimesinden sâdece ikisi kendi dillerinden. Ve İngilizce bugün dünya dili.
Bu yakınlarda hikâyeci-romancı Füsun Menşure’den dinledim. Almanya’da doğmuş bir yazarımızdır. Füsun, Düsseldorf’ta bir semtte tam bilemediği bir yeri İngilizce sorar. Muhâtabı Alman, İngilizceniz çok iyi, Almancayı da bu şekilde öğrenin ve o sûretle kolayca adresi bulacaksınız! der. Elin adamı böyle milliyetçi.
Uydurma söz yapmayız,
Yapma yola sapmayız,
Türkçeleşmiş, Türkçedir;
Eski köke tapmayız.
Ziyâ Gökalp
Nihad Sâmi Banarlı merhum anlatır. Bir Türk hoca, Paris’te Fransız profesör dostunun bir talebesini imtihanına şâhid olur. Hatırımda kaldığına göre bu bir fizik imtihanıdır. Öğrenci, bütün soruları bildiği halde hocası geçemediniz der. Çocuk çıkar ve bizimki sorar: Neden geçemez dediğinizi merak ettim. der ki: Dostum, mutlaka fark etmişsinizdir, bir yerde affedilmeyecek bir Fransızca hatâsı yaptı.
Zihniyetin yanlış olduğu, artık tahakkuk zemîninde gün gibi doğmuştur. Yeter ki, gözümüzü bağlayıp güneş yoktur demeyelim. Zîra memlekete edilecek düşmanlıkların başında, bu noktada ayak dirememiz irfan hayâtımız bâbında en korkunç suikastı teşkil eder. Bir gün gelecek târihin tarafsız dudağı, bu dâvânın mes’ûllerinin de yakasına yapışmakta tereddüt etmeyecektir.
Sâmiha Ayverdi
Üslup ve ifâden çok tatlı. Fakat yaşın ve neslinizin kültür terbiyesi yüzünden Türkçeyi parmağında oynatacak kuvvete gelmediğin için ifâde ve üslûbu kuvvetli muharrirleri okumalısın. İnşallah ben sana lisan bakımından istifâde edebileceğin kitaplardan göndereceğim
Bugün televizyonların en önde aktörleri olan spiker, sunucu ve muhâbir kadroları yanlışa kodlanmış ordular gibidir.
Türkiye’nin en büyük sıkıntısı okumuş nesillerinin iki yüz yıllık yabancılaşmasıdır.
Başka millet ve devletlerde, kendine düşman nesiller yetiştiren böyle bir millî eğitim örneğine rastlamak mümkün değildir. Sömürgelerde bile yoktur.
Bin kelimeyle iktifâ edersek zihnî melekelerimiz dümûra uğrar. Herkesin ağzında bir stres. İyi de stresten maksadın ne güzelim? Dert mi, gam mı, kahır mı, keder mi, gussa mı, yeis mi, tasa mı, mihnet mi, elem mi, üzüntü mü, endîşe mi, kasvet mi, nedâmet mi, melâl mi, enduh mu, hüzün mü, hüsran mı, hicran mı, ızdırap mı, inkisar mı, kâbus mu, hafakan mı, teessüf mü, teessür mü, vehim mi, buhran mı, mâtem mi, gaile mi? Söyle hangisi?
Prof. Dr. Halil İnalcık
Baraka, sayyaha, karâme ve aldığımız binlerce kelimenin aslı -ve belki kökü- Arapçaydı, ama bereket, seyâhat, kerâmet ve aldığımız, kendi sesimizi verdiğimiz binlerce kelime Türkçeydi. Gul, rûze, nerdübân ve aldığımız binlerce kelimenin aslı -ve belki kökü- Farsçaydı, ama gül, oruç, merdiven ve aldığımız, kendi sesimizi verdiğimiz binlerce kelime Türkçeydi ve dilimizin malı olmuştu.
Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.
Atatürk
Hayat karşılığı olarak önce yaşantı uyduruldu. Günün yirmi dört saati devlet radyo ve televizyonu ve gazetelerin büyük çoğunluğu bu sözcük ü yerleştirmek için hayat demedi. Eşler, sevgililer bir dönemde birbirlerine hayatım diyemez oldular. Hayat kadını tâbirine varıncaya kadar yüzlerce tâbir, kavram ve deyim unutuldu. Düşünmediler ki, hayat gibi bâzı kelimeler dilde tek kalmaz, âile kurar. İçinde hayat geçen onlarca deyimle kurula ifâde ve anlam askıda kaldı. Bütün gayret ve baskılara rağmen, hayat ölüme direndi ve hayatta kaldı. İşe bakın ki, yaşantı hayat olmadı ama hayâtın bir kesiti anlamına gelip oturdu.
Çinli filozof Konfüçyüs (d. M.Ö. 551) de kendisine sorulan Bir milleti idâre etmek durumunda olsaydınız ilk önce ne yapardınız? sorusuna şöyle cevap veriyor:
Dili düzenlerdim. Dil düzgün olmazsa söylenilen söz, demek istenilen değildir; söylenilen söz demek istenilen değilse, yapılması gereken yapılmaz; gereken yapılmazsa ahlâk ve sanat yozlaşır; ahlâk ve sanat yozlaşırsa, adâlet yolunu şaşırır; adâlet yolunu şaşırırsa insanlar güçsüzlük ve şaşkınlık içinde aylak olurlar. Onun için söylenilen sözü doğru söylemeli. Bu her şeyden mühimdir.
Çünkü Türkçe, 20. asrın başında, batılı dilcilerin ifâdesine göre, İngilizce’yle berâber dünyânın en zengin iki dilinden biriydi.
Ukuş körki til ol bu til körki söz, kişi körki yüz ol bu yüz körki köz (Akıl süsü dil, dil süsü sözdür; insanın süsü yüz, yüzün süsü gözdür). diyen Yusuf Has Hâcib’ti. Kuru kaşık ağza, kuru söz kulağa yakışmaz. diyen eki atasözü Kâşgarlı Mahmud’taydı.
Osmanlı’nın son, Cumhûriyetin ilk neslinin Türkçesi muhteşemdir. O zamânın okulları dil öğretimini yüksek seviyede başarıyordu. Okumuş okumamış toplumun her kesimi dile titizlenirdi. Sözün değeri, en çok kullanılan, en yaygın deyim ve atasözleriyle devamlı dikkatte tutulurdu.
Türkçe’nin çekilmediği yerler vatandır
Yahyâ Kemal
Türk çocuğu, Bilge Kağan’ın, Tonyukuk’un, Kâşgarlı Mahmud’un, Balasagunlu Yusuf Has Hâcib’in neslindenim diyebilmenin şuuruna varmalıdır. Söylemese de Ali Şir Nevâi dedemden el aldım, bütün varlığımda Türkçenin sesi uğulduyor. Fuzûlî’den, Yahyâ Kemal’den, Fâruk Nâfiz’den, eski-yeni bütün bir cedler silsilesinden duyuşlar taşıyorum dediğini hissetmeliyiz.
Hüküm gayet açıktır: Türkçe varsa varız.
Bu kitabın anlatmak istediği budur. Yeni zamanların tâbiriyle farkındalık yaratmak mecbûriyetinde bulunduğumuz en köklü meselemizin Türkçe olduğunu düşündürmektir.
Zihniyetin yanlış olduğu, artık tahakkuk zemîninde gün gibi doğmuştur. Yeter ki, gözümüzü bağlayıp güneş yoktur demeyelim. Zira memlekete edilecek düşmanlıkların başında, bu noktada ayak dirememiz irfan hayâtımız bâbında en korkunç sui kasti teşkil eder. Bir gün gelecek tarihin tarafsız dudağı, bu dâvânın mes’ûllerinin de yakasına yapışmakta tereddüt etmeyecektir.
Üslup ve ifâden çok tatlı. Fakat yaşın ve neslinizin kültür terbiyesi yüzünden Türkçeyi parmağında oynatacak kuvvete gelmediğin için ifâde ve üslübu kuvvetli muharrirleri okumalısın. İnşallah ben sana lisan bakımından istifâde edebileceğin kitaplardan göndereceğim.
Bugün televizyonların en önde aktörleri olan spiker, sunucu ve muhâbir kadroları yanlışa kodlanmış ordular gibidir.
Türkiye’nin en büyük sıkıntısı okumuş nesillerinin iki yüz yıllık yabancılaşmasıdır.
Başka millet ve devletlerde, kendine düşman nesiller yetiştiren böyle bir milli eğitim örneğine rastlamak mümkün değildir. Sömürgelerde bile yoktur.
Bin kelimeyle iktifâ edersek zihnî melekelerimiz dümûra uğrar. Herkesin ağzında bir stres. İyi de stresten maksadın ne güzelim? Dert mi, gam mı, kahır mı, keder mi, gussa mı, yeis mi, tasa mı, mihnet mi, elem mi, üzüntü mü, endişe mi, kasvet mi, nedâmet mi, melâl mi, enduh mu, hüzün mü, hüsran mı, hicran mı, ızdırap mı, inkisar mı, kâbus mu, hafakan mı, teessüf mü, teessür mü, vehim mi, buhran mı, mâtem mi, gāile mi? Söyle hangisi?
Halil İnalcık
Bir dil için esas olan ses ve mîmâriydi.
Baraka, sayyaha, karâme ve aldığımız binlerce kelimenin aslı -ve belki kökü- Arapçaydı, ama bereket, seyahat, kerâmet ve aldığımız, kendi sesimizi verdiğimiz binlerce kelime Türkçeydi. Gul, rûze, nerdübân ve aldığımız binlerce kelimenin aslı -ve belki kökü- Farsçaydı, ama gül, oruç, merdiven ve aldığımız, kendi sesimizi verdiğimiz binlerce kelime Türkçeydi ve dilimizin malı olmuştu.
Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.
Atatürk
Hayat karşılığı olarak önce yaşantı” uyduruldu. Günün yirmi dört saati devlet radyo ve televizyonu ve gazetelerin büyük çoğunluğu bu sözcük”ü yerleştirmek için hayat demedi. Eşler, sevgililer bir dönemde birbirlerine hayatım diyemez oldular. Hayat kadını tâbirine varıncaya kadar yüzlerce tâbir, kavram ve deyim unutuldu. Düşünmediler ki, hayat gibi bâzı kelimeler dilde tek kalmaz, aile kurar. İçinde hayat geçen onlarca deyimle kurulan ifâde ve anlam askıda kaldı. Bütün gayret ve baskılara rağmen, hayat ölüme direndi ve hayatta kaldı. İşe bakın ki, yaşantı hayat olmadı ama hayâtın bir kesiti anlamına gelip oturdu.
Çinli filozof Konfüçyüs (d. M.Ö. 551) de kendisine sorulan Bir milleti idare etmek durumunda olsaydınız ilk önce ne ya pardınız? sorusuna şöyle cevap veriyor:

Dili düzenlerdim. Dil düzgün olmazsa söylenilen söz, demek istenilen değildir; söylenilen söz demek istenilen değilse, yapılması gereken yapılmaz, gereken yapılmazsa ahlâk ve sanat yozlaşır; ahlâk ve sanat yozlaşırsa, adalet yolunu şaşırır; adalet yolunu şaşırırsa insanlar güçsüzlük ve şaşkınlık içinde aylak olurlar. Onun için, söylenilen sözü doğru söylemeli. Bu her şeyden mühimdir.

Türkçe, 20. asrın başında, batılı dilcilerin ifâdesine göre, İngilizce’yle beraber dünyanın en zengin iki dilinden biriydi.
Kuru kaşık ağza, kuru söz kulağa yakışmaz. diyen eski atasözü Kâşgarlı Mahmud’taydı.
Ukuş körki til ol bu til körki söz, kişi körki yüz ol bu yüz körki köz (Akil süsü dil, dil süsü sözdür; insanın süsü yüz, yüzün süsü gözdür). diyen Yusuf Has Hacib’ti.
Ey miskin Hoca Ahmet,
Yedi ceddine rahmet!
Fars dilini bilsen de
Sen Türkçe’ne devam et!
Hoca Ahmed Yesevi
Hangi sözlerle ninem gönlünü açmışsa bana,
Ben o sözlerle gönül vermedim sevgilime.
Sözlerim ninni kadar duygulu olmak yaraşır
Bağlıdır çünkü dilim gönlüme, gönlüm dilime.

Fâruk Nâfiz Çamlıbel

Türk çocuğu, Bilge Kağan’ın, Tonyukuk’un, Kâşgarlı Mahmud’un, Balasagunlu Yusuf Has Hâcib’in neslindenim diyebilmenin şuuruna varmalıdır. Söylemese de Ali Şir Nevâî dedemden el aldım, bütün varlığımda Türkçenin sesi uğulduyor. Fuzûli’den, Yahyâ Kemal’den, Fâruk Nâfiz’den, eski-yeni bütün bir cedler silsilesinden duyuşlar taşıyorum dediğini hissetmeliyiz.
Bu kitabın anlatmak istediği budur. Yeni zamanların tâbiriyle farkındalık yaratmak mecbûriyetinde bulunduğumuz en köklü meselemizin Türkçe olduğunu düşündürmektir.
Hüküm gayet açıktır: Türkçe varsa varız.
“Sağlam bir dil edinmeyen nesillerde millî kimliğin edinilmesi ve savunulması mümkün değildir. Dile dikkatsizlik milletin varlığına kayıtsızlıktır.”
“Şu fâni dünya saâdetleri içinde hiçbir şey, aziz Türk çocuklarına Türk dilini öğretmek kadar ‘güzel hizmet’ değildir.
“Türkçem benim ses bayrağım!”
-Fâzıl Hüsnü Dağlarca
Herkesin anlamadığı bir şeyler söylemek ilim sayılıyor.
Hayat yetişilemeyecek bir hızla akıyor.
Kolayı ve ucuzu tercih ediyor, düşünme ve anlama zahmetine girmiyoruz.
Bilen yapar, bilmeyen yıkar.
Hayalsiz gerçek olmaz.
Doğrulara savaş açtık.
Kendimize uzak, başkalarına yakınız.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir