İçeriğe geç

İki Cennet Birden Kitap Alıntıları – İrfan Öztürk

İrfan Öztürk kitaplarından İki Cennet Birden kitap alıntıları sizlerle…

İki Cennet Birden Kitap Alıntıları

Mescid ne demek? Allâh’a secde edilen yer demek, secde mekânı demek.

İnsanın ilk mescidi, gönlüdür. Önce gönlümüze secde ettirmemiz lâzım. Bir insan, gönlüne secde ettiremediyse, alnını secdeye koyamaz.

Cenâb-ı Hak, Âdem -aleyhisselâm-’ı yarattığı zaman, nakledilen bir rivâyete göre ona üç hediye takdim etmiş. Cenâb-ı Hak, Cebrâil -aleyhisselâm-’ı göndererek;

“Şu üç hediyeyi götürün, Âdem istediği bir tanesini alsın.” buyurmuş.

Nedir onlar:

1. Îman,
2. Akıl,
3. Hayâ.

Hazret-i Cibril getirmiş. İyi anlamamız için bir tepsiye benzetelim. Bu üçünü âdeta bir tepsiye koymuş ve Âdem -aleyhisselâm-’a sunmuş:

“–Yâ Âdem! Bu Allâh’ın hediyesi, ancak bu üç hediyeden sadece bir tanesini alacaksın. Hangisini alacaksan seç?”

Âdem -aleyhisselâm- yaklaşmış ve tepsiden aklı almış.

Bunun üzerine Cebrâil -aleyhisselâm- sormuş:

“–Yâ Âdem! Burada îman var, hayâ var. Niye bunları almadın da aklı aldın?”

Hazret-i Âdem babamız şu cevabı vermiş:

“–Çünkü aklın olduğu yerde, o ikisi de olur.”

Çünkü aklı olmayanın dîni yoktur. Yani akıllı insan, îmansız olmaz. Akıllı insan, hayâsız olmaz. Aklın gereği bu.

Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, hepimize akıl, îman ve hayâ duygularını nasip eylesin inşâallah.

Akıl lâzım. Nasıl bir akıl, Kur’ân’a kurban olan bir akıl… Kur’ân’ı bizlere tebliğ eden Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e teslim olan bir akıl…

Medine’deki cennet bahçesine ulaşabilmek zor. Her zaman umrede değiliz. Orada olduğumuzda da kalabalıktan kolay kolay bize sıra gelmiyor.

Fakat işte bu cennet bahçelerini oluşturmak bizim elimizde… Yüzlerce cennet bahçesi yapabiliriz.

“Hatun gel, kızım gel, oğlum gel; şurada bir Kur’ân okuyalım. Şurada bir sohbet yapalım, dinleyelim.” dediğimizde evlerimizi inşâallah cennet bahçesi yapıyoruz demektir.

Seherde kalkıp teheccüd kılıp Rabbimiz’i zikretmeye başladık. Evimiz, cennet bahçesi oluyor. Allah Teâlâ, bu bahçeleri çoğaltmayı nasip etsin.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bahsettiği başka cennet bahçeleri de var. Onlara da aynı şekilde rağbet hâlinde miyiz?

Nedir o cennet bahçeleri?

Efendimiz buyurdu:

“–Ey ashâbım! Siz, cennet bahçelerine uğradığınız zaman, o bahçelerden çok istifade edin.”

Yani fırsatı kaçırmayın, o bahçelerin içinde bulunmaya çalışın. Mânevî meyvelerinden, ikramlarından ruhlarınızı, gönüllerinizi doyurun…

Sordular:

“–Yâ Rasûlâllah! Cennet bahçeleri ile neyi kastediyorsunuz?”

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Zikir meclislerini.” buyurdu.
(Tirmizî, Deavât, 82/3510)

“Evim ile minberimin arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir.” (Buhârî, Fadlu’s-Salat 5, Fedailu’l-Medine 11; Müslim, Hacc 502)

Umreye gidenler dikkat etmişlerse görmüşlerdir. Ravza-yı Mutahhara’ya vardığımızda tam çıkışta, yukarıda levhada bu hadîs-i şerif yazılıdır.

Peygamber Efendimiz’i çok seven, O’nun için her türlü çile ve işkenceye katlanan ashâbı ise, peygamberlerden sonra insanların en fazîletlileri oldular.

İşte onlardan biri de Habbâb bin Eret -radıyallâhu anh- idi.

Hazret-i Habbâb demirci olup, kılıç yapardı. Peygamber Efendimiz; onun dükkânına gider, ona İslâm’ı anlatırdı. Bu görüşmelerinin neticesinde Habbâb -radıyallâhu anh- müslüman olmuş, ebedî saâdete erişmişti. Fakat Mekke’deki diğer, köle, zayıf ve güçsüz müslümanlar gibi o da çok çileler ve sıkıntılar çekti.

O; kendisini himaye edecek kimse olmadığı hâlde, müslüman olduğunu açıklamaktan çekinmedi. Kureyşli müşrikler onun İslâm’a girdiğini duyunca, ona işkence ve eziyet etmeye başladılar.

Onun çıplak vücuduna demir gömlek giydirir, en sıcak günde, Ramdâ adı verilen hararetiyle meşhur bölgede vücudunun yağını eritircesine, güneş altında tutarlardı.

Güneşten kızgın hâle gelmiş, ya da ateşle kızdırılmış olan taşlara, çıplak sırtını bastırdıkları hâlde, ona söyletmek istedikleri küfrü söyletemezlerdi! O, büyük bir îmanla;

“–Allah birdir, Muhammed -aleyhisselâm- O’nun Peygamberi’dir!” diye haykırırdı.

Bunun üzerine müşrikler hırslarından deliye döner, işkenceyi daha da artırırlardı. Nitekim müşrikler, bir gün, onu yakalayıp soydular. Düz bir yerde yaktıkları ateşin içine, sırtüstü yatırdılar. İçlerinden birisi, ayağı ile onun göğsünün üzerine basıp, ateşi söndürünceye kadar çiğnedi.

Yıllar geçtiği hâlde bile, Hazret-i Habbâb’ın sırtındaki yanıkların izleri, kaybolmadı!

Hazret-i Ömer, hilâfeti esnasında, Habbâb’a, o günleri sormuştu. Habbâb sözlerle anlatmak yerine sırtını gösterdi:

“–Ey mü’minlerin emîri! Bak sırtıma!”

Hazret-i Ömer, diyor ki:

“–Doğrusu ben, böylesine tahrip olmuş bir sırtı hiç görmemiştim!

Mekke’nin zulümle dolu yapısında, zayıf ve fakir insanların zorbaların şerrinden emîn olması için, birtakım zengin ve güçlü kişilerin himayesine girmeleri gerekirdi. Yoksa hiçbir can ve mal emniyeti olmazdı. Habbâb bin Eret -radıyallâhu anh- da, müslüman olmadan önce, Ümmü Enmâr adlı bir kadının himâyesinde idi. Bu azılı müşrik kadın, Hazret-i Habbâb’ın müslüman olduğunu öğrenince, çılgına döndü. O da bir kadın olduğu hâlde, işkenceciler arasına katıldı. Demirci olan bu sahâbînin başını, ateşte kızdırdığı demirle dağlayarak dîninden döndürmeye çalıştı.

Hazret-i Habbâb; Peygamberimiz’e varıp Ümmü Enmâr’ın yaptıklarını anlattı. Bunun üzerine Peygamberimiz;

“Allâh’ım! Habbâb’a, yardım et!” diyerek duâ edince, Ümmü Enmâr, kafasıyla ilgili bir hastalığa tutuldu. Ağrısından köpekler gibi ulur oldu!..

Kendisine;

“Başını, dağlatırsan geçer.” diye tavsiyede bulundular. Bunun üzerine o da, Habbâb’dan başını dağlamasını istedi. Habbâb; demiri, alır, ateşte kızdırır, Ümmü Enmâr’ın başını, onunla dağlardı! Rabbimiz, o şartlarda dahî müslümanların intikamını böyle aldırıyordu.

Hazret-i Habbâb’ın, azgın müşriklerden Âs bin Vâil’den epeyce alacağı vardı. Onu istemek için yanına gitti. Âs, Habbâb Hazretleri’ne dedi ki:

–Muhammed’i inkâr etmedikçe, sana alacağını vermem.

–Vallâhi ben ölünceye kadar, öldükten sonra ve kabrimden kalkınca da asla Peygamberim’i red ve inkâr edemem. Her şeyden vazgeçerim de, yine bu inkârı yapamam.

Bunun üzerine bedbaht Âs alay ederek dedi ki:

–Öldükten sonra dirilecek miyiz? Öyle bir şey varsa; o zaman malım da, evlâdım da olacak. Borcumu, sana o gün öderim!

Bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“Şimdi şu âyetlerimizi inkâr eden ve; «Elbette bana mal ve evlât verilecektir!» diyen adamı gördün mü? O, gayba muttalî mi olmuş, yoksa Rahmân’ın huzûrunda bir söz mü almış?

Hayır, öyle değil! Biz onun dediğini yazacağız ve azabını da çoğalttıkça çoğaltacağız! O sözünü ettiği mal ve evlâda Biz vâris olacağız, nesi var nesi yoksa Biz’e kalacak ve o, huzûrumuza tek başına (ilk yarattığımız gibi mal ve mülkten, makam ve mevkiden hattâ elbiseden bile soyunmuş olarak) gelecektir.” (Meryem, 77-80)

İşte Allah Rasûlü’nün duâsına erenler, O’nun sevgisi uğrunda çile çekenler, O’nun verdiği Kur’ân vazifesini canları pahasına yerine getirenler… Dünyada azizler, âhirette de azizler…

Diğer tarafta da O’ndan ve O’nun getirdiği tertemiz dinden nefret eden zulüm, kibir, cimrilik, haksızlık ehli… Dünyada da kahr u perişan oldular, âhirette de zillet ve hüsran onları bekliyor.

•Allâh’ım, Habbâb Hazretleri’nin, Sana ve Rasûlü’ne olan aşk ve muhabbetini bizlere de nasip eyleyip, bizleri Habîb’inin ve Habîb’ini sevenlerin şefaatlerine nâil eyle! Yâ Erhame’r-Râhimîn…

Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz buyurur:

“Kim Allah Teâlâ’nın Rasûlü’ne itaat ederse, Allah Teâlâ’ya itaat etmiş olur.” (en-Nisâ, 80)

Musa -aleyhisselâm- zamanında, şirret mi şirret bir adam vardı. Günün birinde bu adam her fânî gibi öldü. Her türlü şenaati işleyen bu adamı, tabiî olarak kimse sevmezdi. Bu sebeple kendisine cenâze merasimi dahî yapmadılar. Ayaklarından tutup bir çukura atıverdiler.

Allah -celle celâlühû-, Musa -aleyhisselâm-’a buyurdu:

“–O zâtı çukurdan çıkar… Yıka, kefenle, üzerine duâ et ve öylece defnet…”

Hazret-i Musa -aleyhisselâm-, bu emr-i ilâhîyi aynen yerine getirdi. Halk sordu:

“–Yâ Musa! Bu adam, çok kötü bir kimse idi. Kendisine niçin böyle güzel bir muâmelede bulundun?”

Hazret-i Musa -aleyhisselâm-;

“–Allah -celle celâlühû-, bu adamın bu şekilde defnolunmasını emir ve ferman buyurdu.” dedi ve kendisi de bu emrin çok merak ettiği hikmetini el açıp Cenâb-ı Hakk’a sordu:

“Yâ Rabbî! Emrini yerine getirdim. Fakat, herkes bu zâtın çok kötü bir insan olduğunu söylüyor ve kendisinden şikâyette bulunuyor.”

Allah -celle celâlühû- buyurdu:

“–O zât, gerçekten âsî bir kul idi. Fakat bir gün Tevrât-ı şerîfi okurken, suhuflarımda şânını tebcil eylediğim Habîbim’in evsâfını beyan eden âyetleri öptüğünden dolayı, ona bu muameleyi lâyık gördüm. Habîbim’e muhabbet edene, Ben de muhabbet ederim.”

Şu kıssadaki hikmete bakın!

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i sevenler, geçmiş ümmetlerden olsalar dahî; böyle ilâhî ikrama erişirlerse; O’nu cân u gönülden seven ümmet-i Muhammed’e ne mertebeler verileceğini, ne gibi ihsan ve ikramlarda bulunulacağını bir düşünelim.

Peygamber-i Zîşân’a muhabbet, niçin bu kadar kıymetli?

Çünkü O’nu sevende, Allah Teâlâ’ya da muhabbet meydana gelir. O’nu sevmeyen, Allah Teâlâ’ya da muhabbet edemez. Allah Teâlâ’ya muhabbet edenler de; dünyada ve âhirette huzura, safâya ve rahata kavuşurlar.

İbrahim bin Edhem Hazretleri; mahallenin en fakir berberine tıraş olurken, berbere acıdı ve içinde beş yüz altın bulunan bir keseyi kendisine verdi.

Berber, teşekkür ederek aldığı keseyi tezgâhın bir köşesine koydu ve işine devam etti. Tam bu sırada berber dükkânına kıyafeti perişan, avurtları çökmüş, yaşlı ve hastalıklı bir fakir geldi ve;

“–Allah rızâsı için bana bir yardımda bulunun.” diye inledi.

Berber, kesenin içindekinin ne olduğuna bakmadan, keseyi tuttuğu gibi fakire verdi. Sanki hiçbir şey olmamış gibi işine devam etti. Berberin altınlara itibar göstermediğini gören İbrahim bin Edhem Hazretleri;

“–Ben hayatımda bu berberden daha cömert bir insan görmedim.” buyurdular.

İşte meselenin cevabı; muhtaçken muhtaca veren kimse.

Kâbe’nin avlusunda hurma satan üç kişi aralarında konuşuyorlardı. Söz, döndü dolaştı; ihsana, iyiliğe, mertliğe ve cömertliğe geldi.

Bunlardan birisi;

“–Devrimizde insanların ihsan ve iyilik bakımından en üstünü, en cömerdi Arabetü’l-Evsî’dir.” dedi.

Diğeri buna itiraz etti:

“–Hayır, en cömert kişi Kays bin Sa‘d bin Ubâde’dir.” dedi.

Üçüncü şahıs, kestirip attı:

“–Hayır; ne o, ne öteki… Bugünün en iyilikseveri ve en cömerdi Abdullah bin Câfer’dir.” dedi.

Sonunda bizzat tecrübe ederek görüşlerini ispatlamaya karar verdiler. Her biri, adını verdiği iyiliksevere gidecek ve ondan bir şey isteyecekti. Sonunda tekrar bir araya gelerek, hangisinin daha cömert olduğunu ortaya çıkaracaklardı. Dedikleri gibi de yaptılar.

Birisi Abdullah bin Câfer’e gitti ve;

“–Ey Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in amcaoğlu; çok fakir ve muhtacım. Lutfet, bana bir şeyler ihsan eyle ki, onunla kendimi idare edeyim…”

Abdullah bin Câfer, çok kıymetli bir Arap atına binmek üzere ayağını atının üzengisine geçirmek üzere idi. Abdullah bin Câfer; hiç düşünmeden ayağını üzengiden çıkarıp, kendisine müracaat eden kişiye;

“Ey yolcu! Benim yerime sen gel, ayağını su üzengi kayışının üzerine koy, bineğime bin ve bineğim, yükü ile birlikte senin olsun. Heybedeki mal da senindir, yalnız şu kılıç hakkında seni aldatmasınlar çünkü bu kılıç Hazret-i Ali’nin kılıçlarındandır.” dedi ve yürüyüp gitti.

At ve kıymetli eşyadan başka, heybede dört bin altın bulunduğu görüldü.

İkinci zât, Kays bin Sa‘d’e gitti, kapısını çaldı. Bir câriye çıkarak ne istediğini sordu:

“–Garibim, yolda kaldım. Kays’tan bana biraz para vermesini isteyecektim.” deyince câriye;

“–Senin ihtiyacını karşılamak, efendimi uyandırmaktan daha kolay.” dedi ve ona içinde yedi yüz altın bulunan bir kese getirip verdi. Bunun Kays’ın evinde sahip olduğu bütün malı olduğunu da ekledi.

Kays uykudan uyanınca meseleyi öğrendi. O kadar sevindi ki, sevincinden ve kapısına gelen kişiyi boş çevirmediğinden dolayı kölesini âzâd etti ve şöyle dedi:

“Keşke beni uyandırsaydın da o adama ömrünün sonuna kadar yetecek mal verseydim. Umarım ona verdiğin mallar, onun ihtiyacını gidermesine yardımcı olmuştur.”

Üçüncü zât, Arabetü’l-Evsî’nin evine yöneldiğinde, kendisinin iki kölesinin koluna girmiş, camiye gitmekte bulunduğunu gördü. Zira bu zât âmâ idi. Ancak iki kişinin yardımıyla camiye gidebiliyor ve işlerini görebiliyordu. Kendisine yaklaştı, selâm verdi:

“–Yardım ve himmetine muhtacım.” dedi.

Arabe, derinden bir «âh» çekti;

“–Eyvah, bize eyvah!” diye inledi. “Sana verilecek bir dirhemim dahî kalmadı. Ama şu iki köleyi sana hibe ettim. Al, götür.” dedi.

Üçüncü zât her ne kadar;

“–Onlar senin hem gözlerin hem de dayanakların… Sana benden daha çok lâzım, alamam.” dediyse de Arabe;

“–Eğer sen almazsan, onları âzâd ederim.” mukabelesinde bulunarak kölelerin kolları arasından çıktı ve başını duvarlara çarpa çarpa evine döndü. (Belâzurî, Ensâb, II, 51-53)

Aziz okurlarım, kararı size bırakıyorum; hangisi daha cömert?

İşte ihsan budur. İyi olmak, iyiliksever olmak budur. Cenâb-ı Hak, cümlemize amellerimizi ve ahlâkımızı güzelleştirmeyi nasip eylesin.

Medine’deki cennet bahçesine ulaşabilmek zor. Her zaman umrede değiliz. Orada olduğumuzda da kalabalıktan kolay kolay bize sıra gelmiyor.

Fakat işte bu cennet bahçelerini oluşturmak bizim elimizde… Yüzlerce cennet bahçesi yapabiliriz.

“Hatun gel, kızım gel, oğlum gel; şurada bir Kur’ân okuyalım. Şurada bir sohbet yapalım, dinleyelim.” dediğimizde evlerimizi inşâallah cennet bahçesi yapıyoruz demektir.

Seherde kalkıp teheccüd kılıp Rabbimiz’i zikretmeye başladık. Evimiz, cennet bahçesi oluyor. Allah Teâlâ, bu bahçeleri çoğaltmayı nasip etsin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir