İçeriğe geç

İğreti Yaşamlar Kitap Alıntıları – Kürşat Başar

Kürşat Başar kitaplarından İğreti Yaşamlar kitap alıntıları sizlerle…

İğreti Yaşamlar Kitap Alıntıları

Evet artık estetik amleiyatlar var ama sözcükler hâlâ aynı gücü koruyor
İnsan kendisine rağmen yaşayamıyor
Herhalde bizim ülkede prim yapan iki şey var: Biri ‘inat etmek’, öteki ‘unutmak ve yalan söylemek’.
Başkalarının kurduğu kalabalık bir topluluk içinde yer almak, tek başına hiç bir şey olamayan bireylerin tek varoluş şansı
Takdir edersiniz ki, bu kadar el öpmeye meraklı bir millete bir el öptüren her zaman bulunur
Sonra gördüm ki; ben yanılıyormuşum, ülkemizde hayat zaten böyle bir şeymiş; olmadığın gibi görünmek, olduğunu gizlemek, başkalarına göre davranmak, emir almaya hazır olmakmış. Sonra çocuklarımıza, yapma yapma demeyi öğrenmekmiş
Ve düşünce özgürlüğünün olmadığı ülkelerde geriye sadece inançlar kalır
Düşman olmadan kimsenin varoluş nedeni kalmıyor
Etnik kökene dayalı parti kuran ensesinden tutulup içeri atılıyor, insanları inanan inanmayan diye bölenlere kimse sesini çıkarmıyor
Sürekli olarak rejim tartışması yapılan bir ülkede işlerin yoluna girmesi nasıl sağlanabilir ki?
Biz daha çoook havaya kurşun sıkarız, ‘onlara ilerlemenin yolları, bize kurşunlar’ şarkısını söyleriz
Başka ülkelerde yazarların müze haline getirilmiş evlerine ziyarete gidilir; bizde yattığı cezaevine.
“Kendi kendime düşünüyorum, biz, yaşamımızı belirleyen en önemli dönemlerden biri olan, kimlik oluşturma dönemimizi, gençliğimizi nasıl yaşıyoruz?”
Yazlıkta oturan insanlar gibiyiz. Hepimiz iğreti hayatlar yaşıyoruz.
Her an toplanıp gidecekmiş gibi
Oysa gidecek kışlık bir evimiz yok.
Evimiz burası. Ama bir türlü yerleşemiyoruz. Yıllardır yapmamız gerekip ertelediğimiz tamiratı yapmıyoruz, yeni eşyalar almıyoruz. Nasıl olsa taşınacağız diye komşularımızla tanışmıyoruz. Döküntü eşyaların içinde, kimi bavulları açmadan öylesine günleri geçiriyoruz.
“Başkalarının gözünde küçük düşmektense kimi zaman en çok istediğimiz, hayatımızı değiştirebilecek şeylere girişmekten uzak durmaz mıyız?”
“Başka ülkelerde yazarların müze haline getirilmiş evine ziyarete gidilir, bizde yattığı cezaevine.”
“Bilgi hayatımıza geçmiyorsa, kendinizi ve başkalarını tanımanıza yetmiyorsa, yaşadığımız hayata, dünyaya bakışımızı genişletmiyorsa ne anlam taşır ki?”
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
“Peki düşünce özgürlüğü olmayınca ne oluyor yani?
Kendi içine kapanmış, olayları, sorunları eski ve geçersiz kalıplarla geçiştiren, erteleyen, çözümleri hep başka yerlerde, ilahi kuvvetlerde, mistik güçlerde, kendi yarattığı ve sonra öldürdüğü kahramanlarda arayan toplumlar oluşuyor.”
Aslında hayatımızı söylediklerimizden çok, söyleyemediklerimiz belirliyor galiba.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Şu bize insan hakları dersi vermeye kalkanlara bakın, daha 50 yıl önce kitleler halinde insanları öldürmüyorlar mıydı?
Başka ülkelerde sıradan bir şey olan kitap okumak bizde ayrıcalık sayılıyor.
Herkesin çok akıllı, uslu, düzgün göründüğü ve böyle olmakla aferin aldığı toplumda biraz farklı ve renkli oldunuz mu adınız deliye çıkar zaten.
Kimlerden olduğunuz, kimlerden yana olduğunuz, kimlerin adamı olduğunuz, kim olduğunuzdan, becerinizden, zekânızdan, çalışkanlığınızdan daha önemli.
Hiçbir iş yapmayan, hiçbir şey üretmeyen insanlar sürekli başkalarının üretimlerine, yaptıklarına hakaret ederek, onları karalayarak, düşman belleyerek var olmayı sürdürüyorlar.
İnsanları inanan-inanmayan diye bölenlere kimse sesini çıkarmıyor.
Bu ülkede güç bütün suçları örtermiş.
Yasalara uymaktansa yasaları kendine uydurmak artık bizim uzmanlık alanımız olmuş. Yakında bu konuda yurtdışına da eleman göndereceğiz.
Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu! ya da Düşünüyorum, öyleyse varım, gibi sözleri okutarak çocuklarımızın bütün hayatını karartmayalım. Çünkü ülkemiz gerçeğinde, Güçlüden yana olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu! veya Güçlüyüm o halde varım, şeklinde vecizeler daha doğrudur.
Eve geç geldiğimiz zaman annem bizi idare eder, babama söylemez, böylece daha okul yıllarında evdekilere, en yakınımızdakilere yalan söylemenin sıradan bir şey olduğunu öğrenmez miyiz?
Gelin şu işi açıklığa kavuşturalım. Madem insanlar yeşil pasaportlu ve mavi pasaportlu diye ikiye bölünüyor, bari bir de yasalara uyması gerekenler ve yasalara uyması gerekmeyenler diye ayrı kimlikler dağıtın da biz salak vatandaşlar da gerçeği anlayalım, kendimizi yormayalım. Bilelim ki kırmızı ışık bize yanıyor, onlara değil.
Onurlu insanlar ın son temsilcileri de can çekişmektedirler.
Hala kafayı değiştirmiş değilim. Ara sıra okulu kırmak da hayatı kırmak da iyidir. Emin olun iyidir.
Ama asıl önemlisi tek başına olmaktı. Başkalarının denetiminden uzakta, kendi kararlarını vererek, saatleri öylesine yapacak bir şey bulamadan geçirmek, sarhoş olmak, yıllardır sıraya dizilmiş birörnek insanların içinden çıkıp kendi istediklerini yapabilmek, yasak olan bir şey yapıp bedelini ödemeye hazır olmak

İlk kez görülen sokaklar, ilk kez yaşanan duygular, ilk kez dokunduğunuz hayat

Bizim başkalarının düşünceleriyle ilgimiz yalnızca onlara körü körüne bağlanmak ya da tümüyle reddetmek, onlarla savaşmak biçiminde

Bu anlamda düşünce de bir inanç sistemine dönüşüyor.

Hep kendimi iyi, mutlu, başarılı hissettiğim anlarda o boşluğu duydum, nedensiz bir yalnızlık
Koca göbeğiyle dans ederken gülünç olacağını düşünen biri ,dans etmenin saçmalıktan başka bir şey olmadığını savunabilir.
Hayat zaten böyle bir şeymiş. Olmadığın gibi görünmek, olduğunu gizlemek, başkalarına göre davranmak ,emir almaya hazır olmakmış.
İnsanlar sağduyu gibi bu ortamda sağ kalması imkansız şeylerden söz ederler*
İşinizi en iyi şekilde yapsanız bile birilerinden olmanız gerekiyor.
Kendi kimliği, ideolojisi, idealleri, hedefleri olmayanlar ancak düşmanlariyla büyüyebilir.
Bizim heykelden anladığımız Atatürk heykelleriyle, aslanlardir.
işi çözüm üretmek olan politikacıların yapamadığını birkaç yılda askerlerin yapmasını beklemek herhalde imkansızdı.
Bu ülkede güç bütün suçları örtermiş.
Devletin asıl görevi, toplumun ruhunda yaşama zevk ve azminin geliştirilmesi, hak ve hürriyet aşkının kökleştirilmesi ve vatandaşlık bilincinin oluşturulmasıdır.
Başkalarının düşüncesine saygı duymanın kendi düşüncesine saygı duymakla ilişkili olduğunu bilen toplumlar ve devletler dünyayı yönetiyor. Onlar bizim yerimize de düşünüp o düşüncelerini ve yaptırımlarını bize kabul ettiriyorlar,uysa da uymasa da,istesek de istemesek de
İstanbul ıslaktı. Yağmur belki yalnızca bazılarının üstüne yağıyordu.
Eğer dünyamız Güneşe belli bir uzaklıkta dönüp durmasa ve yaklaşsa yanacaktık.
Ama uzaktaki sevgiliye ne olursa olsun yaklaşmak isteriz. Yanmayı da göze alarak
Aslında hayatımızı söylediklerimizden çok söyleyemediklerimiz belirliyor galiba
Her şeyin gizemini çözeceğimize inanıyoruz, ama bir türlü şu yüreğimizdeki sıkışmayı, şu gizemli kalp ağrısını, neden günün birinde karşımıza çıkan herhangi bir yüzün bunca mutluluğa, bunca kedere, bunca heyecana yol açtığını bulamıyoruz.
Eğer dünyamız güneşe belli bir uzaklıkta dönüp durmasa ve yaklaşsa yanacaktık. Ama uzaktaki sevgiliye ne olursa olsun yaklaşmak isteriz. Yanmayı da göze alarak ..
Telefon çağdaş iletişimsizliğin simgesi.
Belki bütün insanlara düşman olmak, herkesi haksız kendimizi haklı, herkesi cahil kendimizi akıllı sanmak yerine çalışma masamızda bir ‘dikiz aynası’ bulundurmayı denemeliyiz.
Böylece hem zaman zaman kendimize bakar hem de geçmişi, arkamızda neler olup bittiğini görebiliriz.
Ailelerin aldığı, en çok kadınların okuduğu gazetelerde kadınları bir mal, haberi renklendiren bir süs, erkeklerin ağzını sulandıran bir mahluk olarak gösterip düzeysizliğin en alt sınırlarında, lümpen mahallelerinde dolaşmaya başladık.
Bizim için edebiyatın kısa tarifi şöyledir ; Birtakım işsiz güçsüz acayip adamlar, herkes sokaklarda gezip dolaşırken evlerine kapanıp kitap yazarlar. Bir kısım daha acayip insanlar da yine millet gezip eğlenirken evlerine kapanıp bunların yazdığı saçmaları okur.
Herkesin çok akıllı, uslu, düzgün göründüğü ve böyle olmakla ‘aferin’ aldığı bir toplumda biraz ‘farklı ve renkli’ oldunuz mu adınız deliye çıkar zaten.
Kendi kendime düşündüm. Biz çocuklarımıza ne öğreten bir toplumuz?
Biz çocuklarımıza yalancılığı, sahtekarlığı, ikiyüzlülüğü, riyakarlığı öğreten bir toplumuz.
Bizim çocuklarımız bir yurttaş olmanın gereklerini, işini iyi yapmanın önemini, gerçeklerle hayaller arasındaki farkı öğrenmeden okul bitiriyor.
Uzun bir zaman zorunlu temel eğitimin kaç yıl olacağını, sonra o kaç yılın kaç kaç bölünmesi gerektiğini tartıştık. Biz eğitimde reform deyince nedense hep teknik sorunlarla uğraşırız. Eğitimin içeriğini tartışmaktansa hep kaçarız.
Bir ünlü devlet büyüğümüzün söylediği gibi, Bizim demokrasimiz kendi bünyemize göredir .
Bizim başkalarının düşünceleriyle ilgimiz yalnızca onlara körü körüne bağlanmak ya da tümüyle reddetmek, onlarla savaşmak biçiminde.
Çevrenize bakın, bizim için önemli olanın, kişi olarak neler yaptığınız, başarılarınız olmadığını göreceksiniz. Bizim için önemli olan ‘kim olduğunuz’ değil, kimlerden olduğunuz .
Ömrümüzün ne kadar büyük bir bölümünü ona buna kızmakla geçirdigimizin farkında mısınız?
Evet, biz (2000’e 5 kala) dünya tarihinin neresindeyiz dersiniz?
Gazetelerle verilen ansiklopediler devrinde mi?
Yazlıkta oturan insanlar gibiyiz. Hepimiz iğreti hayatlar yaşıyoruz. Her an toplanıp gidecekmiş gibi.. Oysa gidecek kışlık bir evimiz yok.. Evimiz burası. Ama bir türlü yerleşemiyoruz. Yıllardır yapmamız gerekip ertelediğimiz tamiratı yapmıyoruz, yeni eşyalar almıyoruz. Nasıl olsa taşınacağız diye komşularımızla tanışmıyoruz. Döküntü eşyaların içinde, kimi bavulları açmadan öylesine günleri geçiriyoruz.
Düşünüyormuş, öyleyse varmış!
Biz yokuz sanki.
350 yıldır aynı terane. Hep bu ‘taklitçi zihniyet’. Halbuki bizim kendi bünyemize uygun ne güzel deyimlerimiz var, Düşün düşün boktur işin şeklindeki bir tanesi, anlayana meseleyi ne güzel anlatmıyor mu?
Türkiye’de düşünce özgürlüğünü yalnız devlet mi kısıtlıyor?
Farklı çıkar grupları, dev şirketler, örgütler kısıtlamıyor mu?
Anne-babalar, ağabeyler, kocalar, komşular, öğretmenler, yöneticiler kısıtlamıyor mu?
Sonunda insanlar kendi kendilerinin özgürlüğünü kısıtlar hale gelmiyor mu?
Descartes ünlü sözü ‘Düşünüyorum, öyleyse varım’ ı söyleyeli neredeyse 350 yıl geçti. 350 yıl önce düşünmekle var olmayı eşitleyen bu adamın kitapları Cizvitler tarafından yasak listesine alınmış, dinsiz ilan edilmişti. 350 yıl sonra yazarların, düşünürlerin ya da herhangi birinin düşüncelerini, yazılarını yasak listesine alan, onları hapseden; vatan haini, bölücü ilan edenler hala var. 21. yüzyılın Cizvitleri biziz.
Bizim heykel sanatıyla fazla ilgimiz yoktur. Bizim heykelden anladığımız, Atatürk heykelleriyle aslanlardır. Bunun yanında zaman zaman modern heykeller yapılıp parklara filan konur, kimse bunlara bir anlam veremez, anlam veremediği şeyleri de sevmez. Hele evine heykel alıp koyana neredeyse hiç rastlanmaz. Devlet adamlarımızın heykellerle ilişkisi de daha çok kendi heykellerini yaptırmak ya da başka heykellere tükürmek şeklindedir.
Bundan tam 70 yıl önce Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ben Deli Miyim? adlı bir roman yayınlamıştı. Roman ‘ahlaka aykırı’ bulunarak hakkında dava açıldı.
*
Evet Hüseyin Rahmi Bey, 70 yıl sonra size sesleniyorum; bir de soruyorsunuz, ben deli miyim? diyorsunuz, evet siz delisiniz, bu ülkede ancak bir deli yazar olmaya kalkışır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir