İçeriğe geç

Hz. Peygamber ve Güven Toplumu Kitap Alıntıları – Kolektif

Kolektif kitaplarından Hz. Peygamber ve Güven Toplumu kitap alıntıları sizlerle…

Hz. Peygamber ve Güven Toplumu Kitap Alıntıları

Ahlak güzelliğine sahip olmayan bir müminin imani olgunluğa erişemeyeceğini bildiren Peygamber Efendimizin sesine kulak vermeliyiz.
Müslüman kimliğimizin ne ifade ettiğini biliyor ve bunun bizim için bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorsak İslâm’ın hayatımızın her kesitine rengini veren bir din olduğunu unutmamalıyız.
Şimdi birlikte bir şehir kuralım, inançla ve azimle. Bir şehir imar edelim güvenden ve refahtan. Taşı toprağı huzur, dağı bağı emin olan. Selam selam esenlik yayılan, saygı ve hoşgörüyle nakış nakış dokunan, afiyet ve dirlikle yol alan. Haksızlıkları, düşmanlıkları yok eden, kardeşliği ve barışı tesis eden bir şehir
Anlatılana bakılırsa insanların karşılaştıklarında tokalaşmalarının ilk sebebi, ellerinde silah taşımadıklarını göstermekmiş. Bu yüzden sağ elimizi uzatırmışız veya elimizi kaldırırmışız selam vermek için. Yani selam vermek, gerçekten selam, esenlik, güven vermekmiş. Benden sana zarar gelmez, bende güvendesin, demekmiş. Ve belki bütün işin sırrı bu.
Güven kültürü, bize arkadaşlık, vefa, dostluk, ülfet, muhabbet, hürmet, tevazu, letafet, zerafet, misafirperverlik ve yardımlaşma gibi temel insani ve İslamî erdemlerimizi yeniden hatırlatacaktır. Böylece bizlere, zorunlulukların bir arada tuttuğu bir insan yığını olmadığımızı, sevinci, kederi ve en önemlisi insanlık ailesi olarak ortak kaderi paylaşan tek bir millet olduğumuzu fark ettirecektir.
“Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.”
“İyilik, gönlü huzura kavuşturan ve içe sinen şeydir; kötülük ise insanlar sana fetva verseler de gönlünü huzursuz eden ve içinde bir kuşku bırakan şeydir.”
Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol
Kaderci anlayış, hayatın beraberinde getirdiği imkân ve risk alanları karşısında, insanın geleceği öngörme ve riskleri olabildiğince makul seviyeye getirme çabasını çoğu kez anlamsız kılan bir çaresizlik felsefesidir.
İslamî öğretinin hedefi ahlâklı, güvenilir, tek başına olduğunda bile her daim Allah’ın gözetiminde olduğu bilincini (ihsân) koruyan, elinden ve dilinden kimsenin zarar görmeyeceği, kendisine yapılmasını istemediği şeyi başkasına reva görmeyen bir Müslüman şahsiyetini inşadır. İslam’ın son derece önemsediği bu temelde bir çürüklük varsa, onun üzerine “güven toplumu” gibi bir projenin inşası nasıl mümkün olur?
Kainatı yaratan ve yöneten üstün bir kudret sahibinin varlığını kabul etmek, korunmuş fıtratın değişmez bir özelliğidir. Bu özelliğin, ruhlara yaratılış sırasında verildiği, Kur’an’ın ortaya koyduğu açık bir hakikattir.
Yüce Yaratıcı’nın vahyi ulaştırmakla görevlendirdiği elçileri insanlar arasından seçmiş olması da, peygamberler üzerinden insana duyduğu güvenin en bariz göstergesidir.
Mümin, insanların canlarına ve mallarına zarar vermeyeceğinden emin oldukları kimsedir. hadisi iman ile insanlara güven sunma arasında doğrudan bağ kurması bakımından dikkat çekicidir.
Çalıntı mal satmak kadar, bile bile ona müşteri olmak da yanlıştır. Mal ya da hizmet satıcısı olan herkes aynı zamanda sayısız alanda müşteridir. Sırf ucuz olduğu için korsan tüketim mallarına müşteri olan kurnaz insanı güven unsuru açısından hangi ölçü ile değerlendireceğiz? Gerçek güven karşılıklı olan ve sonuç üreten güvendir. S.100 / Hz. Peygamber ve Güven Toplumu, Kolektif, DİB Yayınları
İslamın Hint adalarında yılmasında Arap ve Hintli Müslüman tacirlerin etkin rol oynadıklarını hatırlatmakta yarar var. Uzaklardan gelen bu tüccarlar yerlilere iyi niyetle yaklaşıp güven duydular, yerliler de onlara. Bu tüccarlar fatih sıfatı ile birer işgalci olarak değil, ticaret için ulaştıkları bu topraklarda yerli halkın dilini öğrenmek, onlarla evlilik yapmak sureti ile sergiledikleri ahlaka dayalı ticari ve sosyal ilişkileri ile güven telkin etmişlerdi. İslam’ı kabul ettirmek için kılıç zoruna asla başvurmamışlar, sadece yaşayarak ve anlatarak örneklik etmişlerdi. Ticaret yaparak kazandıkları maddi imkanlarla, yerli halka hakimiyet kurmayı ya da servet yapmayı değil, onlarla birlikte iç içe yaşayarak İslami temsil etmeyi tercih etmişlerdir.
(T. W. Arnold / İntişar-ı İslam Tarihi)
Doç. Dr. Halil Altuntaş / Ticaret Hayatında Güven Unsuru. s104
Nebevî bir düstur kabul edilen hatayı kişinin doğrudan yüzüne söylemek yerine, genel bir yanlış tutum olarak dile
getirmek, hem kişiyi rencide etmekten kurtarır hem de aynı
düşünceye sahip başkaları varsa onların da derlenip toparlanmasına yardımcı olur.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Teslim alınan her şeyde ölçü, hasar kontrolüdür. İnsan,
üzerinde hakka sahip olmadığı her durumda bunu yapıyorsa
Yaratan, kulunu korumak için elbette yapacaktır. O günün kazançlıları, emaneti layıkıyla sahibine teslim edenlerdir.
Peygamber Efendimizin Veda Hutbesi’nde “kadınların eşlerine Allah’ın bir emaneti” olduğuna dair ifadesi, bizi başka bir emanetle karşı karşıya getirir. Burada bizden istenen dengeyi
tutturabilmek, diğerlerine nispetle çok daha zordur. Çünkü
karşımızdaki bir söz değil; hayalleri, umutları, korkuları ve
zaman zaman hızlı değişen duygularıyla bir insan; günü geldiğinde sahibine teslim edilecek bir insan.
Olmaması gerekenler değil, olması gerekenler şaşırtıyorsa bizi, o zaman bir şeyleri yanlış yaptığımızı fısıldar bütün görüntüler. Gecenin karanlığında güven içinde
tek başına dolaşan insanın; bir iş gününün sonunda meyvelerinin üstünü örtmeyip onları sokakta bırakmaya razı olan manavın; bilmediği kaldırımlarda bir oyunun peşine takılıp korkusuzca dolaşan çocuğun; eşyasını unuttuğu yere saatler hatta günler sonra döndüğünde onu bulan kişinin görüntüsü bize inandırıcı gelseydi, her şeyi doğru yaptığımıza güvenebilirdik.
Biz sadrımızda güveni sağlarsak başka sadırlara da sirayet eder bu emniyet. Sadırlardan
satırlara; satırlardan surlara; surlardan şehirlere ulaşır esenlik muştusu. Emanet ehlinde, ehlinin elinde, dilinde ve gönlünde emin olur. Şehir, imanlı kalplere emanet; kalpler de şehrin
emin kalbine…
Gelin, yürek ikliminde bir şehir kuralım. Sabır, iyi huy ve
tevekkül toprağını, temiz ve bereketli suyla karalım. Bu çamurdan kalemizi yapalım. Onu yalan ve riyanın rüzgârına karşı
sağlamlaştıralım. Şehvet kıvılcımlarına, kibir yangınlarına, tamah ve haset güllelerine karşı iffet, alçak gönüllülük ve tokgözlülükle siper alalım. Öfke hırsızlarına karşı sabırla güvenliği artıralım.
Nankörlük mesken tutuyor, ihanet çağa işliyor. Rabbine vefasız olanın
kendine, ailesine ve akrabasına hainliğini yazıyor devir. Fakiri
ve güçsüzü hakir gördüğünü ilan ediyor bir de her dem. Berekete ihaneti faizle,ticarete ihaneti tefecilikle, namusa ihaneti
fuhuşla, bedenlere ihaneti içki, kumar ve kan davasıyla gerçekleştiriyor. Rabbi birlemeyenlerin ihaneti de putlara ve yıldızlara
tapmakta karşılığını buluyor.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Müslüman, kendisine yöneltilen zararı bertaraf edecek kadar feraset, onu
iyiliğe çevirecek kadar hüsnüniyet sahibi olmalıdır.
Her zaman bir meçhule doğru gitmekteyiz. Çocuğumuzun ileride nasıl biri olacağını bilmiyoruz. Yaptıklarımızın ne
sonuçlar doğuracağından emin olamıyoruz. Ve günün birinde
pişman olma ihtimalimiz her zaman var. Ama belki de emanet
budur. Dünya, sürekli bilinemezle yüzleşmektir. Bunu göze
almaktır. Cennetten farkı budur bir bakıma. Cennet, güvende
olunan, emin olunan yerdir. Bilinemezi olmayan yer. Her ne
olursa olsun zarar gelmeyeceğinden emin olduğumuz yer. Fakat Âdem cennette bilinemez olan o ağaca yaklaştı. Onun ne
olduğunu bilmeden ve belki özellikle bilmediği için. Ve onun
meyvesine uzandı. Hata veya değil, aldanma veya değil, Âdem
meçhulü göze aldı. Bu yüzden onunla, dünyayla baş etmek
zorunda kaldı.
Evet, insan emaneti alırken cahil
ve zalimdir. Emanete sahip çıkabileceğine inanacak kadar cahildir. Emanete hakkıyla sahip çıkamayacak kadar zalim. Bir
çocuğa sahip çıkmakta bile zorlanırken, yeryüzünü emanet
almak elbette -ve en iyi ihtimalle- cehalettir.Hele de yaptığımız
herhangi bir işin sonuçlarını kontrol edemiyorken. İyi niyetle yaptıklarımız kötü sonuçlar verebiliyorken ve yaptığımız her
iyilik aynı zamanda bir şekilde kötülük de doğurabiliyorken.
Emanet
ve güven; huzurun, rızık bolluğunun, güzel ve hoş bir hayatın en önemli sebebi olurken, emanete hıyanet ve güvensizlik;
bu nimetlerin elden gitmesine, korku, açlık ve sefalete neden
olmaktadır.
Aile hayatının huzuru ve mutluluğu için emanet ve güvenin varlığı önemli olduğu gibi bunların kaybı eşlerin birbirine olan
bağlılığını baltalayan ve saadeti sefalete çeviren öldürücü bir zehirdir. Sabahleyin erkenden evinden ayrılırken karşılıklı güven duygusu içinde birbiriyle vedalaşan eşlerin hissettikleri güzel
duygularla, kimin ne yapacağı belli olmayan bir güvensizlik
içerisinde birbirinden ayrılan eşlerin ruhlarını saran karamsarlık ve ıstırabı kıyaslamak mümkün müdür? Bunun içindir
ki Yüce Allah, mutlu bir ailenin temelini teşkil eden sâliha bir
hanımı şöyle nitelemektedir: “Allah’ın, onların kocaları üzerindeki haklarını korumasına karşılık, hanımlar da kocalarının
bulunmadığı zamanlarda ve kimsenin görmeyeceği yerlerde namuslarını, onların mallarını ve çocuklarını korurlar…”
Birbirlerini severek evlenmişler, güven temelli sımsıcak bir
yuva kurmuşlardı. İki de çocukları olmuştu. Fakat zamanla
aralarında bir güvensizlik peyda olmaya başladı. Emanete hıyanet
alametleri ortaya çıkar oldu. Çünkü kadın kendi anne, baba ve aile fertlerine son derece düşkündü. Buna mukabil kocasının anne, baba ve aile fertlerine mesafeli duruyordu. Evinin kapılarını kendi aile fertlerine sonuna kadar açarken kocasının akrabalarına bu ilgiden pek az bir şey gösteriyor veya hiç göstermiyordu. Eline geçen imkânları, yiyecek, içecek, giyecek ve
paraları açık veya gizli kendi akrabalarıyla cömertçe paylaşıyor,
bir yolunu bulup bunları onlara ulaştırıyordu. Oysaki bu farklı
muameleyi gerektirecek bir durum söz konusu olmamıştı hiç.
Kocasının ailesi ona hep sevgi ve saygıyla yaklaşmıştı. Yıllar
böyle geçti, koca gördüklerini sinesine çekti. Ailenin devamını ve iki yavrucağının geleceğini düşünerek sesini çıkarmadı.
Sabretti, direndi. Ama uzun yıllar gördüklerinden ve yaşadıklarından dolayı içinde hanımına karşı tam bir güvensizlik hâli
yerleşti. Açıkça bir şey söylemese de hâl diliyle konuşmaya
başladı. Önceden kendisine emanet ettiği şeyleri artık emanet
etmez oldu. Hanımına karşı belli bir mesafe koydu, onun için kendine göre bir alan belirledi. Hesabını kitabını gizli tutuyor, bununla ilgili hanımıyla hiçbir şeyi paylaşmıyor, gerektiğinde de bazı şeyleri gizlemek için yalan söylüyordu. Var olana yok diyordu. Gizli birikiminden hanımının haberi olmaması için
bütün gayretini ve dikkatini sarf ediyordu. Sonunda birikimiyle
bir dükkan satın almak istemiş, hanımının ruhu duymadan aldığı bu dükkanı iki çocuğu üzerine kaydettirmişti. Ondan hanımına bir şey kalır da yine akrabalarına götürür korkusuyla oturduğu evini bile ölmeden önce çocuklarının üzerine almaya
çalışıyordu. Uzun bir ömür böyle güven bunalımı içinde zehir olup gitmişti…
Güven; kişinin karşısındaki insanın doğruluğuna,
samimiyetine, kendisine yalan söylemeyeceğine ve
kendisini asla aldatmayacağına tam bir kalp huzuruyla inanmasıdır. Bu konuda içinde en küçük bir şüphe taşımamasıdır.
Emanet ve güven; huzurun, rızık bolluğunun,
güzel ve hoş bir hayatın en önemli sebebi olurken, emanete hıyanet ve güvensizlik; bu
nimetlerin elden gitmesine, korku, açlık ve sefalete neden olmaktadır.
Modern insan, varlığını muhtaç olduğu
güven, hasbi hizmet, şükran ve muhabbet duygularının yabancısıdır. Ölümden sonraki hayatta kalb-i selim ve salih amel
sahiplerine ikram olunan ilahî lütufların farkında da değildir. Hizmete bir külfet olarak bakan modern insan, kendi ifadesine
göre müreffeh olduğunu söyler ama huzur içinde ve mutmain
olduğunu söyleyemez.
Varlık tümüyle
bir emanettir. Hayatta mutlak manada sahip ve malik olmak olgusu mevcut değildir.
Emanet veren ve emanet alan bir kul güven, hizmet, hoşnutluk ve muhabbetle tanışır. Bu
suretle toplumsal yapıda maddi iletişimin
üzerinde ve ötesinde manevi bir doku ve ortam
oluşur.
“Hepiniz çobansınız/ sorumlusunuz ve hepiniz yönettiklerinizden mesulsünüz. Devlet başkanı bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Evin beyi bir sorumludur ve yönettiklerinden
mesuldür. Evin hanımı da bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür.…”
Bir kişiye karşı duyulan emanet ve güvenilirlik hissi onda imanı ile ahlâkı arasında sağlam ve sağlıklı bir bağ olduğunu gösteren en önemli ölçütlerden birisidir.
Kur’an-ı Kerim’i rehber, Hz. Peygamberi örnek alan mü’min
de etrafına güven telkin eden, kendisiyle endişesiz bir şekilde
yaşanabilen insandır.
Kur’an söz konusu toplumsal illeti ortadan kaldırmak için
gıybeti Müslüman kardeşin etini yemek olarak tanımlayıp kötülemiştir. Allah Resûlü de arkasından konuşulan kimsede sözü
edilen şey varsa bunu gıybet, yoksa iftira olarak nitelemiş ve
her iki durumda da insanın hata ettiğini belirtmiştir.Bunun
vehametini ifade etmek için de, gıybet için sarf edilen sözcükler
denize karıştırılacak olsa denizin suyunun bile bulanacağını ve böyle yapan kimsenin cennete giremeyeceğini söylemiştir.
“Emanet kaybolduğu zaman kıyameti bekleyin.”
Üç yıl süren Mekke boykotu
sırasında azınlık durumundaki bir kitlenin inançlarından taviz
vermemesi ve zorlukları göğüslemesi Hz. Muhammed ile aralarında oluşmuş olan güçlü güven duygusunun bir sonucudur.
“Eğer Allah’a gerektiği gibi
tevekkül etseydiniz, o, sabah aç olarak yuvasından uçup tok
olarak dönen kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırırdı.”
Gerçek güven karşılıklı olan ve sonuç üreten güvendir.
“Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Kardeşine,
kusurlu bir şeyi, kusurunu söylemeksizin satması helâl olmaz.”
“Dört
özellik vardır ki bunlar sende varsa, dünyada elde edemediklerine üzülme: Emaneti korumak, doğru sözlü olmak, güzel ahlak
ve helal rızıkla beslenmek.”
İnsan kendini güvende hissettiği zaman her şeyin kontrol altında olduğunu düşünür. Bu sebeple kontrol yönelişi, güven duygusu ile doğrudan
bağlantılıdır. Kişinin, hayatı üzerindeki öz denetimini sağlayan
güven duygusu, korkuyla aşağıya, sevgiyle yukarıya çekilir.
Zaman ne kadar kötü, ortalık ne kadar güvensiz
olsa da her birimize düşen görev, birer “mü’min” olarak iyiliği
ilke edinmektir.
Zor zamanlarda dağılmayan, parçalanmaya, tek yürek ve tek bilek olabilen bir toplumun genetik
kodları, köyden kente tek tek her bir evde yaşanan güven ilişkisine uzanır.
Güven hissi, kabul görmeme ve dışlanma durumunda da
kaybolur. Hepimiz hürmet görmek, kabullenilmek ve kendimizi özel hissetmek isteriz. Aile içinde yaşına ya da cinsiyetine
bakılmaksızın her birey, en başta insan olduğu için değerlidir. Fikirleri, hayalleri, idealleri, duyguları önemlidir. Eşlerden biri diğerini tanımak ve anlamak istemiyorsa, güvensizlik ekiyor demektir. Anne baba çocuklarını muhatap almıyor, dinlemiyor,
adam yerine koymuyorsa, güvenlerini kaybetmesi mukadderdir. Peygamberimizin çocuklara selâm vermesi ve hatırlarını
sorması,tercihlerini öğrenmek istemesi, onları tıpkı birer yetişkin gibi dine davet etmesi, saygın birer muhatap kabul etmesi anlamına gelmektedir. Çocuklarla sırrını paylaşan, biat
ederek kendisine bağlılıklarını ifade etmelerine izin veren, onlara özel dualar eden bir Peygamber, hem çocuklara güvenmekte hem de onların gönlünü ve güvenini kazanmaktadır.
Erkek ve kadın arasındaki adaletin ve itidalin sağlanması güven hususunda son derece önemlidir.
Peygamberimizin uyarısı da buna yöneliktir: “Dikkat edin! Sizin hanımlarınız üzerinde hakkınız olduğu gibi, hanımlarınızın da sizin üzerinizde hakkı vardır.”
Aile içerisinde hak ve sorumluluk terazisi düzgün
çalışmıyorsa, bir tarafın sınırsız hakları varken diğer tarafın görevleri bir türlü bitmiyorsa güven bunalımı kaçınılmazdır.
Özgür ama yalnız, zengin ama mutsuz insan, aynı
zamanda güvensiz insandır.
Kadının aradığı güveni eşinde bulabilmesi için her türlü şiddeti yasaklayan, “Hanımlarımız hakkında ne dersiniz?” diye sorulduğunda “Yediklerinizden onlara da yedirin, giydiklerinizden onlara da giydirin, onları dövmeyin ve kötülemeyin.” buyuran Allah Resûlü, Müslüman ailelerde güven ortamını temin etmek
için yıllarını vermiştir.
Kocasının sadakatsizliğini öğrenen, küfür ve hakaretlerine maruz kalan bir kadın
ona olan güvenini ayakta tutabilir mi? Karısının boş vaatlerini ezberleyen, yalanlarından usanan bir erkek onun gözlerine güvenle bakabilir mi? Annesinin tehditleri, babasının dayağı altında ezilen bir çocuk kendisine nasıl güvenebilir? Maaşı zorla elinden alınan, azarlanıp susturulan bir yaşlı, ahir ömründe kendisini nasıl güvende hissedebilir?
Bir ailede güven
beslenemiyor, cılız kalıyorsa ya şiddetin yakıcı nefesi altındadır, ya da yalanın karanlığında kaybolmuştur.
Eşler birbirine güvenmiyorsa, el birliği ile çözüm üretemezler. Çocuklar anne babalarına güvenmiyorsa onlardan uzaklaşarak her geçen gün güçsüzleşirler, ümitsizleşirler. Kısacası güven, bir zemindir. Bu zeminde başarı, mutluluk, geçim, cesaret, hakkaniyet gibi güzellikler gelişme imkânı bulur. Güveni ailenin zemininden çekersek, bütün bu erdemler sarsılır.
İnsanın kendini tanıma ve varlığını keşfetme
yolculuğu ailede başladığı için kendine güvenin de yine ailede mayalandığını görüyoruz. Özgüveni yüksek insanlar, ilk çocukluk döneminde aile ortamında güven duygusunu tatmış insanlardır.Hayat imtihanında tökezleseler de bu güven sayesinde
ayağa kalkmayı ve problemleri aşmayı daha kolay başarırlar. Özgüveni gelişmeyen insanlar ise emniyetsizlik, huzursuzluk, sevgisizlik kokan bir ortamda büyümüşlerdir. Düştüklerinde kalkacak gücü, toparlanıp hayata devam edecek umudu kendilerinde bulmakta zorlanırlar.
Dürüstlük, sadakat, merhamet ve adalet birer hayal değildir.Bunlar sadece peygamberlere, sıddıklara, velilere has olağanüstü hâller ya da
geçmişte örnekleri pek çok olduğu halde bugün erişilmesi imkânsız hasletler de değildir. Aksine her insanın ulaşabilmek için elinden gelen gayreti sarf etmesi gereken erdemlerdir.
İman, Allah’ın insana tevdi ettiği emaneti üstlenmesi
yani kişinin kendisine güvenmesidir. Ancak tam da kendine güvenirken kendisini Allah’a emanet etmesidir.
“Emanete ehil olmayanın imanı, ahde vefa göstermeyenin dini olmaz”.
İnsanların gündelik hayatı normal ve anlamlı
şekilde yaşayabilmesi için başkalarına güven duyması kaçınılmaz bir durumdur.
Bilgi, varlığın gücüyle gücümüzü artıracak şekilde varlığın bize güven duymasını sağlamak, varlığı bir anlamda emanet almaktır.
Kaderi
anlayış, hayatın beraberinde getirdiği imkân ve risk alanları
karşısında, insanın geleceği öngörme ve riskleri olabildiğince
makul seviyeye getirme çabasını çoğu kez anlamsız kılan bir
çaresizlik felsefesidir.
Güven, daima insanın sadece kendisine güvenememesi noktasında anlamı belirginleşmeye başlayan bir “insanlar arası ilişkinin adı”dır. Sadece insanın kendisine güvenmesi gerektiğini söylemek, açıkçası şizofreninin veya
felsefî bağlamda solipsizmin (yalnızlıkçılık) onaylanmasına ve
normal kabul edilmesine yol açabilecektir.
Hiç şüphe
yoktur ki, Allah katına ulaşan her masum ve mazlum âh’ı, buna
sebep olanlar için ebedî bir hüsran vesikası olacaktır.
Dindarlığımızın göstergesi olan ahlâkî meziyetlerimizin bireysel alandan çok toplumsal alanda tezahürünün çok daha anlamlı ve önemli olduğunu
bilmeliyiz. Başkalarıyla paylaşılmayan değerlerin, onlara yansıtılmayan ahlâkî erdemlerin, söylem düzeyinden öteye geçemeyeceğini dikkate almalıyız. Ahlâk güzelliğine sahip olmayan
bir mü’minin imanî olgunluğa erişemeyeceğini bildiren Peygamber Efendimizin sesine kulak vermeliyiz.
Ülkemizin her köşesinden hemen her gün gözlerimizin önüne serilen onlarca cinayet, gasp, hırsızlık ve tecavüz olayları, tamamına yakını Müslüman olan
toplumumuzun ciddi bir değerler erozyonuna maruz kaldığını göstermektedir. Başka bir deyişle, inandığımız din, toplumsal
ilişkilerimizde belirleyici bir unsur olmaktan hızla uzaklaşmakta,böylece İslam’ın hedeflediği ahlâkî erdemlerle donanmış
mü’minler yerine, muhafazakâr ve dindar görünümlü niteliksiz bir kalabalık egemen hâle gelmektedir.
Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Dünyanın yok olması, Allah katında, Müslüman bir kimsenin öldürülmesinden
daha önemsizdir.”
Allah Resûlü Müslümanlar için tehlike oluşturmayan hiçbir gayrimüslime dokunmamış, sadece birlikte
yaşama imkânı bırakmayacak ölçüde bir tehdit ve tehlike unsuru hâline gelen kimselerle mücadele etmiştir.
Müslüman kimliğimizin ne ifade ettiğini biliyor
ve bunun bizim için bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorsak, İslam’ın hayatımızın her kesitine
rengini veren bir din olduğunu unutmamalıyız. Kur’an’ın öğretisini ve onu bize tebliğ eden
Allah Resûlü’nün hayat tarzını içselleştirmeden
iyi bir Müslüman olunamayacağının farkında
olmalıyız.
Din güvenmektir, güvenlik dindir.Kur’an bu dini, güven toplumunun ruhunu ve ona ulaşmanın
dinamiklerini anlatır. Buna göre güven, insanın beden, ruh, akıl ve duygu bakımından kendini emniyette hissetmesidir.
İnsanın fizikî ve ruhî ihtiyaçları çok çeşitlidir. Hayatta kalabilmesi için yeme, içme, soluma
faaliyetlerini yerine getirmesi gerekir. Sevgi, saygı, merhamet
gibi ihtiyaçlar da değerlidir. Fakat güvenlik olmadan, hayati
tehlike ortadan kalkmadan bunların bir değeri olmayacaktır.Bu nedenle güven var olmanın adıdır.
Mü’min kişi, toplumun huzurunu kaçırmamak için zulüm ve
haksızlık yapmaz; yalan söylemez, aldatmaz, söz getirip götürmez, gıybet etmez, başkasını çekiştirmez, başkasının namus,
mal ve canına göz koymaz,zina ve fuhuş yapmayı bırakın bunların varlığına bile tahammül edemez; buğz, kin, iftira ve dedikodudan kaçar; hırsızlık yapmaz; içki ve kumar gibi şeylere
asla itibar etmez.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir