Glenn Meade kitaplarından Huzursuz Hayaletler kitap alıntıları sizlerle…
Huzursuz Hayaletler Kitap Alıntıları
Savaş korkakları, nazikleri ve ödlekleri öldürdüğü kolaylıkla iyileri, cesurları ve yiğitleri de yok ediyor. Öldüremediklerini de kırıp geçiriyor.
Bir bakıma en çok ıstırabı hayatta kalanlar, bedenleri, ruhları ve zihinleri yaralananlar, yaslılar, arkada kalanlar çekiyor.
“Ne derler bilirsin. Şeytanla dans ediyorsan, hiçbir şey bilmiyorsun demektir. Şeytanı değiştireceğini düşünürsün, aslında şeytan seni değiştirir.”
“Daha önce de duymuş olmalısın: Bu ülke savaşı nasıl başlatacağını bilir. Ama sonra, insanların çektiği acıların maliyetini karşılamayı pek düşünmez.”
“Yaşlı babaannemin dediği gibi, zamana zaman tanı.”
İnsanlar unutulunca ölür, derler. Hatırladıkların seni yaşatır. Oysa ben bunu hiç görmedim. Benim hatırladıklarım ruhumu parça parça ediyor. Benim için, gitti her dilin en üzücü kelimesidir.
(…) insanın kendi kendine yalan söylemesi kolaydır. Kuruntularımızı korumaya, tabularımızı yıkmamaya çabalarız.
“Savaş, gerçek bir cehennem. Bundan daha doğru bir söz yok. Hiçbir söz yok.”
“Düşmanlarına yakın dur, ama dostlarını daha da yakın tut.”
“Biz kadınların bazen ne kadar ahmakça davranabileceğini hiç düşündün mü? Nasıl oluyor da görünüşe ve fiziksel çekiciliğe erkekler kadar kolay tavlanıyoruz?”
“Oysa hayallerimiz çoğu zaman bizi yanıltır. Çoğu zaman duman gibi uçup gider, gerçekleşmez tatlım. Gerçekleşmez.”
Annemin sık sık dediği gibi, bir kapı kapanınca diğeri açılır. Oysa insanı öldüren, aradaki koridorlardır.
Ölümün en acımasız darbe olduğu söylenir. Taşınacak en ağır yük. Oysa değil. Umut daha ağır. Ve aylarca, yıllarca o umutla yaşıyorsanız, her gün bir solucan gibi yüreğinizde ilerliyor, için için kemiriyorsa, bütün enerjiniz tükeniyor.
Bazen evrenin gerçekleri bizden daha iyi bildiğini ve hayatlarımızda bazı olayları düzenlediğini düşünüyorum.
İnsanın kalbinde derin koylar vardır.
En vahşi kırıklarımızı, en acılı yaralarımızı saklayan derin nehirler. Burada önemli olan, saklamak sözcüğüdür. Annem bunun kederimizi boğmakta, ıstırabımızı sular altında bırakmakta yardımcı olacağını söylerdi. Yüzleşmemiz gereken her neyse, yüzleşecek gücü bulana kadar suyun altında bırakıp unutmaya yardımcı olacağını.
En vahşi kırıklarımızı, en acılı yaralarımızı saklayan derin nehirler. Burada önemli olan, saklamak sözcüğüdür. Annem bunun kederimizi boğmakta, ıstırabımızı sular altında bırakmakta yardımcı olacağını söylerdi. Yüzleşmemiz gereken her neyse, yüzleşecek gücü bulana kadar suyun altında bırakıp unutmaya yardımcı olacağını.
Annem her zaman, hayatımızda her şeyden daha fazla hatırlayacağımız aydınlık, parlak ve mutlu bir an olması gerek derdi.
İnsanın âşık olduğu bir yüze duyduğu sevgi asla kaybolmaz.
Yirmi yıl sonra bile, o yüz insana hâlâ çekici gelebilir.
Yirmi yıl sonra bile, o yüz insana hâlâ çekici gelebilir.
İnsanın anne veya babasını yaşlanırken izlemesi kolay değil. Onlarda, kendi ölümlülüğünü görürsün. Bütün bir hayat ve ortak geçmişiniz geriler, en parlak günler gider, kesin bir ölümle ve kendi geleceğinle yüz yüze kalırsın.
“Neden hep bir şeyler okuyorsun dede?”
“Okumak insanın beyni için yararlı da ondan evlat. İnsanı uyanık tutar.”
“Okumak insanın beyni için yararlı da ondan evlat. İnsanı uyanık tutar.”
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Her nedenin bir sonucu vardır; her zaman bir arka plan bulunur. Bu klişeyi üniversitedeki ilk yılımda, kurgu roman yazma dersi aldığım sırada öğrenmiştim.
İnsan sevdiği birisinin kaybından çok şey öğreniyor. Hele bütün ailesini yitiren, daha da fazlasını öğreniyor.
(…) fotoğraflar her zaman yetersiz kalıyor, asıl gerçeği, görüntünün ardındaki ruhu, tebessümün gerisindeki güzelliği, kahkahanın arkasındaki mutluluğu bir türlü yakalayamıyordu.
Diğerini arayıp bulan her kalp ve zihin rasgele bir yolculuğun değil yazgının sonucudur, bize bir hayat dersi vermek ya da evrenin öğrenmemiz için ısrar ettiği korkunç bir gerçeğin tuzağına düşürmek için bekleyen bir yazgının.
Varlığımızın dokusunda, hiçbirimizin anlayamayacağı kadar gizemli, çağlar boyunca yankılanmış bir bağ.
Hiç birden durup belirli bir kişiyle tanışmamış olsanız, hayatınızın bambaşka olacağını düşünmediniz mi?
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Her ailenin sırları vardır. Bazıları masum olur. Bazılarıysa birbirini izleyen kuşakların damarlarına zehir gibi sızar. Herhangi bir silah kadar sakat bırakabilecek, öldürebilecek karanlık sırlar. En tatlı seslerin en korkunç kederlere neden olması gibi, en saf aşk da en uğursuz acıların tohumlarını taşıyabilir.
İsterseniz bir yere yazın ve kimsenin aksini söylemesine izin vermeyin:
Sevginin bedeli var.
Sevginin bedeli var.
Bir seferinde yatağının başucunda bir defterle kalem bulundurmaya, gecenin ortasında uyanınca da karmakarışık düşüncelerini yazmaya karar vermişti. Böylelikle hayatının düşlerinde gizlenen şifreleri çözebilmeyi, ardından da tekrar uykuya dalmayı umuyordu. Ertesi gün, kargacık burgacık yazdıklarını ayık kafayla okudu: Cuma yağ değiştirilecek, taşıt vergisini öde, bir paket sigara ve bir galon süt al. Hassas ciltler için bir paket temizlik mendili.
Annemin sık sık dediği gibi, bir kapı kapanınca diğeri açılır. Oysa insanı öldüren aradaki koridorlardır.
Ölümün en acımasız darbe olduğu söylenir. Taşınacak en ağır yük. Oysa değil. Umut daha ağır. Ve aylarca, yıllarca o umutla yaşıyorsanız, her gün bir solucan gibi yüreğinizde ilerliyor, için için kemiriyorsa, bütün enerjiniz tükeniyor. Durduramıyorsunuz. Hayatınızı yeniden kuramıyorsunuz. O umut bir şekilde umutsuzluğa dönüşüyor. Asla serbest kalmayacak bir tutsak oluyorsunuz.
Yıkıldığın zaman başka biri oluyorsun.
Para, kurşundan her zaman daha yüksek sesle ve daha hızlı konuşur.
Bağışla ama gerçek her zaman acı verir.
Savaşta iyiler bile kötüleşir.
İnsanlar unutulunca ölür, derler. Hatırladıkların seni yaşatır.
Bir çocuk kaybetmek, asla gerçekten üstesinden gelemeyeceğimiz, büyük ıstıraplardan biridir.
Kuruntularımızı korumaya, tabularımızı yıkmamaya çabalarız.
Çocuğunuz sizin özünüzdür, aranızdaki bağ tensel olduğu kadar ruhsal şeyleri de bağlar.
Bir anne, otuz yıl hatta bir ömür boyu göremediği çocuğunu yine de tanır.
Ülkeme enkaz ve kandan başka bir şey bırakmadınız; hep bu petrol açlığınız yüzünden. Yıkım, anarşi, çılgınlık getirdiniz.
Ama hâlâ uğrunda savaşmaya değer davalar var.
Umutlarımı canlandırmak, sonra da boş yere umutlandığımdan korkmak beni yıkıyordu.
Ruhunuzun durumuna ve gücüne bağlı olarak, türbeler ya ıstırabınızı azaltabilir ya da ölümsüzleştirir.
Yüksek sesle ağlamak, umutsuzluğumu haykırmak istiyordum.
İnsanlar, savaş zamanlarında tuhaf şeyler yapıyor. Başlarına tuhaf şeyler geldiği için olmalı.
Hepimizin huzursuz hayaletleri var.
Hayallerimiz çoğu zaman bizi yanıltır. Çoğu zaman duman gibi uçup gider, gerçekleşmez.
İnsanın kendini kandırması kolaydır.
Bazılarının talihi baştan yaver gidiyor sanki.
Ölümün en acımasız darbe olduğu söylenir. Taşınacak en ağır yük. Oysa değil, umut daha ağır.
Istırap o kadar yüksekti. Bir keder yüküne dönüşmüş o kadar çok sayıda güzel anı
İnsanın kalbinde derin koylar vardır.
Sokaktaki Amerikalı, askerlerimizin kötü şeyler görüp yaptığını ve vicdanlarında bu yükle döndüklerini duymak istemiyor. Çocukların ya da yaşlıların öldürülmesinden haberdar olmak istemiyor.
Çocukken, babamın beni koruyamayacağı hiçbir şey olamaz, diye düşünürdüm.
İnsanın anne veya babasını yaşlanırken izlemesi kolay değil. Onlarda kendi ölümlülüğünü görürsün.
Hayatının hangi aşamasında olursa olsun, bir çocuğun ölmesi öylesine doğaya aykırı, o kadar yanlıştır ki, insanın kendini toparlaması imkansız görünür.
Ölümlerinden sonra beni gerçekten ürküten, kendi yüreğimin katılığı oldu: Artık başkalarının ıstırabı beni ilgilendirmiyordu.
Her birimiz ayrı yollardan da olsa, göğsümüze saplanacak dikenin peşindeyiz.
Bana göre korkudan insana sokulan bir çocuğun, bizi ruhumuza işlemiş yüceliğiyle insancıl, bir o kadar da tanrısal bir ipliğe bağlayan sarılmasından daha duygulandırıcı bir şey olamaz.
Yaralarım bana her an üzüntümü hatırlatacak olsa da artık sızlamıyor, sağaltıcı bir kabuk bağlıyor. Yas hala gölgem gibi ama artık dünyam farklılaştı.
Yatağının başucunda bir defterle kalem bulundurmaya, gecenin ortasında uyanınca da karmakarışık düşüncelerini yazmaya karar vermişti.
Savaş korkakları, nazikleri ve ödlekleri öldürdüğü kolaylıkla iyileri, cesurları ve yiğitleri de yok ediyor. Öldüremediklerini de kırıp geçiriyor. Sonunda hepimizi, kıyısından seyreden bizleri bile yıkıyor; hepimiz sevdiklerimizi yok eden o acımasız fırtınaya kurban gidiyoruz.
Yasa, yirmi bir yaşına gelmeden bir bara girip içki ısmarlayamazsın diyor. Ama on sekizinde askere yazılıp ülken için ölebiliyorsun. Böyle delilik olur mu? Savaşı romantikleştiriyoruz. Oysa savaşın dehşeti o kadar çok hayatı enkaza çeviriyor ki. Her gün ölüm, korku ve dehşetle yaşayan, bunları her gün çevresinde, savaş alanında gören birinin eve dönüp hayatını bıraktığı yerden devam ettirmesini bekleyemeyiz.
Hayatının hangi aşamasında olursa olsun, bir çocuğun ölmesi öylesine doğaya aykırı, o kadar yanlıştır ki, insanın kendini toparlaması imkansız görünür.
savaş insanlara bunu yapıyor; değiştiriyor ve her seferinde daha kötüsüyle ”
Dediğim gibi,insanın kendi kendine yalan söylemesi kolaydır. Kuruntularımızı korumaya,tabularımızı yıkmamaya çabalarız.
Sanki kaderlerimiz yıldızlara kazınmış gibi.
Her şeye rağmen, gümüş çerçeve içindeki o resimler -en derin yaralarım- aynı zamanda da kurtuluşum oldu. Güler yüzlerini kaplayan camın serin yumuşaklığını hissedip parmaklarımı hatlarının üzerinde gezdirmek, yaydıkları ışıkla bir zamanla dünyamı aydınlatan ruhları hatırlatıyor.
Bir daha öpemeyeceğim dudakları, bir daha işitemeyeceğim sesleri, bir daha dokunamayacağım yüzleri.
Bir de, hayatın bana öğrettiği en acımasız dersleri hatırlatıyor.
Bir daha öpemeyeceğim dudakları, bir daha işitemeyeceğim sesleri, bir daha dokunamayacağım yüzleri.
Bir de, hayatın bana öğrettiği en acımasız dersleri hatırlatıyor.
Her anısı ayrı bir servet olan o günleri hoş kokulu bir hava gibi içime çekmek istiyordum.
Çocuklarımla, hayatım eksiksizmiş gibi geliyordu.
Bana göre korkudan insana sokulan bir çocuğun, bizim ruhumuza işlemiş yüceliğiyle insancıl, bir o kadar da tanrısal bir ipliğe bağlayan sarılmasından daha duygulandırıcı bir şey olamaz.
Yaralarım bana her an üzüntümü hatırlatacak olsa da artık sızlamıyor, üzerleri sağaltıcı bir kabuk bağlıyor. Yas hâlâ gölgem gibi, ama artık dünyam farklılaştı.
Yetişkin biri olmama rağmen hâlâ kendimi güvende hissettiren babam
Yasa, yirmi yaşına gelmeden bir bara girip içki ısmarlayamazsın diyor. Ama on sekizinde askere yazılıp ülken için ölebiliyorsun.