Necip Fazıl Kısakürek kitaplarından Hikayelerim kitap alıntıları sizlerle…
Hikayelerim Kitap Alıntıları
Bırak şu ölüleri;gel seninle mezarlığa gidelim de diriler arasında oturalım.
Ah, alışmak!.. Hislerimizin şimşeğini bir saniyenin ummânında bir katre kadar yaşatıp yutan dipsiz uçurum
Üstad, diye sormuş peygamberlere ne diye gerek duyuldu, biz kendimiz yolumuzu bulabilirdik .
N. Fazıl okuduğu kitaptan başını kaldırmadan:
Ne diye vapura bindin ki, yüzerek geçsene karşıya
– Bakmaz, baksa da görmez
– Kör mü yoksa?
– Hayır! Gözleri başka dünyaya çevrik
Dünya ve insanlık, sonsuz bir mesafe hattı üzerinde, fezanın dipsiz bir noktasına doğru kaymakta ve ruh, ahlak, din edep, gibi mefhumları gittikçe küçülen ve sönen yıldızlar gibi geride bırakmaktadır.
Ölünceye kadar ağlamak, vücudumda tek damla su kalmayıncaya dek gözyaşı dökmek ve sonra, yaz günü tarladaki kertenkele ölüsü gibi kuruyup kalmak Mümkün mü?
Bu kadarı delilik demek istiyor. Bilmiyor ki, anlamak için deli olmak lâzımdır.
Kendimi, okyanusun ortasında teknesi delinmiş bir gemi zannettim. Batıyordum.
Sağır bir odaya kapandığımız zaman dışarıda uğuldayan şehirden ne kadar eminsek, ölülerimize de o kadar inanalım! İçinden bir kere geçip, bir daha görmediğimiz bir sokakla, bir ölünün farkı ne? O sokağı görmediğimiz ve bir daha görmeyeceğimiz hâlde yerinde sanıyoruz da, ölülerimizi, belki göreceğimiz hâlde yok biliyoruz. Bir inanış farkı
Farzet ki, gözün kör, kulağın sağır, uzviyetin de, donmuş bir parmak gibi dokunduğu yerin temâsını hissetmeyecek kadar uyuşuk şimdi senin için dünya boşluk gibi bir şeydir. Fezânın ta kendisidir. Yere basmıyorsun, çünkü ayakların duymuyor. Gözün görmüyor ve kulağın işitmiyor. Havada yürür gibi yürü! Önüne bir duvar geldi. Çarp!.. Ne malûm çarptığın? Çarptığını duymayacaksın ki, duvar yoluna engel olabilsin. Sen kendini yürür farzettikten sonra yürümediğini sana kim ispat edecek? Yere düştün! Ne malûm? Sen kendini, yerde yattığın hâlde bile göğe doğru bir yol istikâmetinde yürüyor bildikten sonra Hissediyor musun?
Bir gün sınıfta ayağa kalktı ve profesöre hitap etti:
– Bugünün genç adamına ruhunu dolduracak hangi ideali tezgahlaştırıyor üniversite?
– Üniversite bir ideoloji ocağı değil,mücerret ilim yatağıdır.
– Bir şeye inanmadan kuru ilim sahibi olmanın yani gideceği istikamet olmadan arabaya malik bulunmanın bir faydası var mıdır?Hangi torbaya dolduracağım bütün bu bilgi eşyasını ve hangi hayat gayesinin yolunda kullanacağım?
Profesör gülümsedi:
– Genç adam!Sen gerçekte nadir bir istidat belirtiyorsun!Hürriyet ve demokrasi ideali sana yetmiyor mu?Genç adam acı acı haykırdı:
– Hürriyet ve demokrasi!Yani hakikati tekte bulmanın değil de sayısızda aramanın ve her defa yanılmanın rejimi…Ben merkep hürriyetiyle hür olmak yerine hakikat esaretiyle bir ideale köle olmayı istiyorum!Bunu bana kim ve ne verebilir?
– Ara oğlum,git de sokak sokak ara!
Zehra teyze,sudaki esrarlı kurşun dallarını değil,ruhundaki çizgileri okuyor:
Bu kızı sevdiği delikanlıya verin.Yoksa yüreği çatlayıp ölür.
Kadın et ve kemikten bir biçim değil,fikirdir.Erkekteki fatihliğin dışarıya aksetmiş ve bir heykel şeklinde donmuş abidesi…
Halbuki esasta ahmak olan kadın,bu üstünlüğünü bilmez ve bir posadan ibaret cesedini gezdirir.Kendini kendi kendisinin sahibi zanneder,kendisini aşan manayı göremez.
Şeytan dediğin de ne?
O da Allahın bir esiri,kuklası.Kimde mecal olabilir Allah’a karşı!
Ben insan karakterlerini yüzlerden ziyade ellerden okurum.Yüz yalan söyleyebilir,el söyleyemez.Ah surat,sen ne riyakarsın;ve sen,el,ne kadar samimi!
Elin,omuzdan kesilmiş gibi düşmesi ve hareketsiz kalmasından daha canlı bir ölüm ifadesi olabilir mi?
Demek istiyorum ki bütün yaptıklarınız:
Türk’ü, Türk’ten alıp yerine Avrupalı olmayan vahşi bir melez getirmiş bulunmanızdan ibaret.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Oğlum!Bu haşmetli blok apartmanda esen yabancılık havası,bizi birbirimizden de uzaklaştırıyor.
Herkes sırt sırta fakat yıldızlar kadar birbirine uzak..Bu bir apartman meselesi değil,ruh davası.
Her an yaşadığımız mazi,hâl ve istikbâl temposu içinde lastik bir topa bindirilmiş muvazenesini arayan bir kedi yavrusuna döndü ruhum.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Öyle ya her an yokluğa karışan bir mazi şeridi ve her an var olup peşinden yok bir istikbal zinciri;ve bunların üzerinde aktığı çark.
Bırak şu ölüleri;gel seninle mezarlığa gidelim de diriler arasında oturalım.
Felsefe tahsili gören senin,ne demek istediğimi anlayacağın ümidi içinde,dili 5-10 kelimelik bir kurbağa lügatçesine indirilmiş,dimâğî cihazı iptal,hazım cihazıyle tenasül cihazı ise ihya edilmiş bir “kuşak”tan geldiğine göre hiçbir şey anlamayacağın korkusunu da içimde taşıyorum.
Dünya ve insanlık,sonsuz bir mesafe hattı üzerinde,fezanın dipsiz bir noktasına doğru kaymakta ve ruh,ahlak,din,edep gibi mefhumları,gittikçe küçülen ve sönen yıldızlar gibi gerilerde bırakmaktadır.
Suratımızdaki uzuvlar ancak ölüm halinde müşterek bir lisana kavuşurlar ve aynı şeyi söylerler.Ölüm! Yoksa hayatta ve hayatın her meselesinde birbiriyle tezat halindedirler.Mesela bir kadına “Senin için ölmeye hazırım!” diyen bir erkeğin ağzı bunu söylerken burnu şüpheci,kaşları alaya alıcı,gözleri gizleyici ve çenesi bu hale ağlayıcıdır.
Sonra dönüp gözlerini mini-etekli kıza dikti:
– Siz dizkapaklarınızdan birer karış yukarısına açık vücudunuzda mahrem nokta tanımadığınızı ilan ederken,dizkapaklarınızdan yukarısına ait bütün tesirinizi kaybettiğinizin farkında mısınız? Erkeğin hasret ve kıymet hükmünü öldürerek mi kıymetleneceksiniz? Siz,vücudunuzun neresini açarsanız,o noktayı kesip atmış gibi kaybediyorsunuz.
Mini-etekli kız atıldı:
– Şimdi ben çarşafa girecek,sadece iki gözüm ve burnumu dışarıda bırakacak olursam sizin için ideal kadın mı olurum?
– Dinin kadın vücudunda mahrem nokta olarak görünmesini yasakladığı yerler,kadında büyük mananın sınır çizgilerinden başlar.Erkeğin hayali bu çizgilerin ötesindedir ve onlar muhafazalı olduğu nisbette çekicidir.
“Suratında,kendisinden başka bir şey olmayan Maça kızına gidiyorum.Düşünmemek için ondan ayrılmamaya mecburum! “
– “Allah,zuhurunun şiddetinden gâibtir.”
– Anlayamadım!
– Allah,o kadar belirli ki,belirişindeki keskinlik yüzünden görülmüyor.
– Çıldırıyor musun sahiden?
– Evliya kelamı bu söz..Bizse,belirişleri eksik ve yarım olan şeyleri böyle oldukları için görebiliyoruz.
Her suratın arkasında başka bir surat var!Senin de,bu iç suratı görmeden dış suratları nasıl çizebildiğine hayret ediyorum.Göz nasıl görüyor diye değil de,nasıl görmüyor diye çıldırmak lazım…
Küçük çalar saat Abdülhamid marşını çalarken sık sık ağlar ve kendi kendisine söylenir;
-Senin anlayacağın, oğul, iyi insanlar iyi atlara bindiler, gittiler!
İki aylık çocuğun,en açık lisanla,ellerine yerleştirdiği dille söylediği bunlardır:
– Ben ölüyorum,baba,sana küçük bir ihtar için dünyaya geldim ve gidiyorum.Sen yaşamaya, ama olmaya bak!…
Ah alışmak… Hislerimizin şimşeğini bir saniyenin ummanında bir katre kadar yaşatıp yutan dipsiz uçurum.
Büyükbabam gözümün önünde öldü Enseye incecik bir iplikle bağlı gibi duran kafanın göğse düşüşü Nasıl olur ? Bu adam öldü mü ? Bu adam yok mu artık ? Mümkün değil, çıldırırız, yine inanmayız. Hâlbuki çıldırmayız. O hâlde inanır mıyız? İnanmayız da Ah alışmak !..
Teras tarafından Mart kedilerinin sesi geliyor. Genç insanlardan daha mânalı konuşuyorlar.
Ve artık günümüzün genç kızı lt;Leyla gt; olmaktan çıkmış ve onun karşısında lt;Mecunun gt;a gerek kalmamıştır. Ruhlardaki kadın-erkek ukdesi, korkunç bir hârâ faaliyeti içinde silinip gitmiş ve bütün ideallerin maddi sembolü kadın bir gaseyan hokkası haline getirilmiştir.
– Bütün sır örtüde…
– Erkek,şahsiyetini kadına bir manto gibi giydirmeyi bilendir.
-Demek ki,insan, kendisini içinden saran kudrete karşı dışından hiçbir çare sahibi değildir!
-Çare ne öyleyse?
-Teslim olmak…
Sen kendini yürür farzettikten sonra yürümediğini sana kim ispat edecek? Yere düştün! Ne mâlum? Sen kendini, yerde yattığın hâlde bile göğe doğru bir yol istikâmetinde yürüyor bildikten sonra Hissediyor musun?
Ah, alışmak!.. Hislerimizin şimşeğini bir saniyenin ummânında bir katre kadar yaşatıp yutan dipsiz uçurum.
– Kur’an’ın, tüfek gibi top gibi bir gücü olabilir mi?
– Yüzbin top onun tek harfine denk olamaz!..
– Ne kaldı babandan sana?
– Şu köşede gördüğün, yeşil ipek kaplı Kur’an kaldı. Bir de söz
– Nasıl söz?
– Kur’an’dan ayrılma!
Bırak şu ölüleri, gel seninle mezarlığa gidelim de diriler arasında oturalım.
Mini-etek, günah utancını atmanın ve gizliliği kaldırmanın sembolü olmuştur ki, diz kapaklarının üstünde açtığı dört parmak mahrem yere karşılık ruhlarda yırttığı ve kanattığı mıntıka bakımından belâların en büyüğü makamındadır.
Yarım asırdır yukarıya doğru çekile çekile bayraklaştırmak istediği mânaya doğru yükselen örtü, nihayet mini-etekte gâyesine varmıştır. Her kadını her erkeğin malı kabul edici sosyal bir vitrin Ayrıca bu vitrinde, kadın vücuduna ait hiçbir mahrem nokta tanımamak gibi sosyal bir ölçü
– Din bağları, adamına göre, en kalın zincirden kuvvetli de, en ince iplikten daha zayıf Üstünlüğü ve kuvveti de buradan geliyor dinin Ama ruhunu karartana ne fayda!..
Nerede müslümanlar? Nerede müslümanların diyarı? Nedir bu köpeklerin bile sürmeyeceği hayat?
Her bâtıl itikat, insanı salim inanışlardan alıkoyucu, şaşkın bir iman hazırlığı değil de nedir? Öyle bir hazırlık ki, sonunda bulmak değil kaybetmek var
Beş duyunla birden onun varlığını kaydediyorsun. Hâlbuki tutmak ayrı, görmek ayrı Tuttuğun şeyi nasıl görebilirsin? Duymak ayrı, tutmak ayrı Duyduğun şeyi nasıl tutabilirsin?
Ben merkep hürriyetiyle hür olmak yerine hakikat esaretiyle bir ideale köle olmayı istiyorum!
Bir kendisini idrâk etmek için iki leşmeye mecburdur.
Allah, zuhurunun şiddetinden gâibtir.
Eğer sükût düz bir zeminse bu sessizlik bir çukurdur
Gölgenin üstüne toprak atmakla onu kapatabilir misin?
Üstad hapishanede koğuşunda iken aynı koğuşa Nazım Hikmet getirilir,
Nazım Hikmet Üstadı görünce gülerek sendemi buradasın? Şu haline bak
maymuna dönmüşsün der
Üstat, karşısında duran Nazım Hikmet e cevabı yapıştırır
Ben de pencereye dönerim
Üstad, diye sormuş Peygamberlere ne diye gerek duyuldu, biz kendimiz yolumuzu bulabilirdik.
N. Fazıl, okuduğu kitaptan başını kaldırmadan:
Ne diye vapura bindin ki, yüzerek geçsene karşıya
Madem ki biri yaşadığı halde halde yok oluyor, öbürü de yok olduğu halde yaşayabilirdi.
Ürperedi.
Sanki ilk defa ezanı duyuyordu. İçinde yıllarca bulunduğumuz şeylerin, sonunda ve bir defada varılan mana sırları… Bu seste, aradığını ona harfi harfine vaadeden, dünya ve ötelerin hesabını veren ve ölümsüzlüğü kefalet altına alan bir ifade vardı. En tarafsız mantığa göre böyle ! Ama doğru mu, değil mi, o ayrı…
Evet, o ana kadar dinlediği hiçbir ezan sesinden bu yakıcı manayı süzememişti.
“-Haydi ibadete, haydi ibadete!… Haydi kurtuluşa, haydi kurtuluşa!…”
Biraz sonra uyanacak, vıcık vıcık kaynaşacak ve insanların her biri kendi nefs istikametlerinde birbirini ezercesine gidip gelecek olan büyük şehirde, erkek ve dişi çift gibi her (tez)in bir (antitez) ile koyun koyuna yaşadığı, bu, gündüzü gecesinden daha karanlık (metropolis)de ilk defa keşfettiği bir mana karşısında kalmışçasına mırıldandı:
-Haydi kurtuluşa diyor ! Bu sözü söylemesi, yani insanları kurtuluşa muhtaç görmesi, davasının hak olduğunu ispat için bana yeter ! Bu noktada öyle bir bedahet var ki, ispatın üstünde…
Ve yürüdü. Cami avlusuna girdi. Şadırvanda abdest alan bir ihtiyarın yanına çömeldi.
Camiin açık kapısından, mihraba karşı oturmuş, başları göğüslerine sarkık, birkaç insan görünüyordu.
Düşündü:
-Bütün bunlar, nasıl düşünmeden iman sahibi olabiliyor?
Ve şadırvanın su şırıltısı içinde ruhuna bir yıldırım indi:
-Çünkü düşüncenin her şeyi yazıp bozan anarşisinden kurtulmuş bulunuyorlar. İşte bir anda hakkı bulan bedahet duygusu diye buna derler. Onlarda bu duygu var… İnsanların bir çoğunda olmayan kalb gözü…
Genç üniversiteli camiye girdi ve pansiyonunu oraya taşımış oldu. Artık pansiyon yolu onun için cami yoludur.
Delikanlılığında kadın münasebetlerini daima bu ölçüyle yürütmeye bakarken bir gün yolu bir konsere uğramıştı. Koca (flârmonik) orkestranın, şef gelmeden, âlet âlet serseri sesler çıkararak hazırlanışına şahit olmuş, peşinden şef gelip de sihirli değneğini kaldırır kaldırmaz, hepsinin bu değneğini ucuna bağlandığını görmüş ve sihirli değneği, bütün konser boyunca fikir hegamonyasının en muhteşem âleti olarak seyretmişti.
Ve karar vermişti:
Ben orkestra şefi olacağım. Aradığım ideâl devlet oradadır. Orada dış hayatın pürüzlerinden ve pisliklerinden de uzak, âhenkler dünyasına ait tam bir saltanat makamı var
Devlet; bu kelimeye bayılıyordu. Evvelâ insan, tek başına bir devlet Sonra aile, muhit, zümre, cemiyet, vatan Büyük devletten küçüklerine doğru topyekûn hayat, iç içe devletlerden kurulu Her yerde, her işte, her toplulukta bir sultan ve tebaası
Kadın ve erkek dâvasında da aynı şey İdeâl erkek onca tâbi kılmanın, kadın da tâbi olmanın unsuru Bu dâvada ağzından düşürmediği bir döviz vardı:
–Erkek, şahsiyetini kadına bir manto gibi giydirmeyi bilendir.
Hayret! Bu dünyada hayretten başka ne var ki?
Kadın ve erkek meselesi Dâvaların belki en incesi ve girifti Sulh içinde en nazik bir harp
lt; lt; Artık Kapalı Çarşıda turistlere yutturulan aşağılık mallardan biri oldu şahsiyet! gt; gt;
Size, her hâdiseye uygun bir künye haber vereyim mi?
Olabilir oğlu olabilir
Fırtına, güzelliği içinde canavar çizgili bir kadına benzer bir ruhtur!
Düşün, bir elbiseyle bir vücut arasındaki esrarlı rabıtayı düşün!