Robert McKee kitaplarından Hikâye kitap alıntıları sizlerle…
Hikâye Kitap Alıntıları
Her ne kadar hikâye anlatımında rastlantıya yer olsa da bir hikâye, ne denli değer yüklü olursa olsun, sadece tesadüfi olaylardan inşa edilemez.
Edebi yeteneğin malzemesi sözcüklerdir: öyküleme yeteneğinin malzemesi ise hayatın ta kendisidir.
Hikâye hem canlı bir hayal gücünü hem de güçlü bir analitik düşünceyi gerektirir. Kendini ifade etmek asla işin püf noktası değildir çünkü bilinçli veya bilinçsiz, dürüst veya yapmacık, akıllıca veya aptalca bütün hikâyeler yazarını, onun insanlığını veya insanlıktan yoksun oluşunu aynen yansıtır.
Yazmaya aşık olmalı ve yalnızlığa katlanmalısınız.
Dünyada kötülük arıyorsak yanlış yerlere bakıyoruz Kötülük aslında burada, tam da içimizdedir.
Film estetiğinin yüzde sekseni görsel, yirmisi işitseldir. Biz seyretmek isteriz, dinlemek değil.
kendimizi boğuluyormuş gibi hissedersek, bizi su yüzüne çıkaracak en kestirme yol, Ne istiyorum? diye sormak, bunun dürüst cevabına kulak asmak, sonra da arzunun peşine düşme iradesini kendimizde bulmaktır.
Karanlık çağlar boyunca keşişler Bir iğnenin ucunda kaç melek dans ediyor? yollu sorular sorarken bütün düşünce faaliyeti durmuştu. Buna kuşkuyla yaklaşıp biraz daha derinlere bakınca aslında ortaçağda düşünsel hayatın şiir formunda da olsa canlılığını sürdürdüğünü tespit ettim. Metafor çözüldüğünde, araştırmacılar Bir iğnenin ucunda kaç melek dans ediyor? sorusunun bir metafizik sorusu değil, fizik sorusu olduğunu keşfettiler. Burada tartışma konusu atomun yapısıydı: Küçük ne kadar küçüktür?
İnsanın yapabileceği hayal edebileceğiiz her şey çoktan yapılmıştır, hem de sizin hayal edemeyeceğiniz tarzlarda. Bunların hiçbiri melodram değildir, bunlar basitçe insani olan hadiselerdir.
Kovalamaca kaçmak ve hayatta kalmak için fiziksel dünyayla mücadele eden insanın toplum tarafından takip edilmesidir. Bu, saf bireydışı çatışmadır, saf sinemadır, kamera ve kurgu makinesiyle yapılmak istenen en doğal şeydir.
En kötü insanlar bile kendilerinin iyi olduğuna inanır.
Sinema A görüntüsünü kurgu, kamera veya mercek hareketiyle B görüntüsüne bağlar ve ortaya açıklama olmaksızın ifade edilen C, D ve E anlatımları çıkar.
Anlatılan şey anlatılamayanı gizler.
Cehennem var olsa da olmasa da bu dünya kendi cehennemini taşıyor; hatta bazen öyle durumlarla karşılaşıyoruz ki ölüm bir lütuf oluyor ve ölmek için yalvarıyoruz.
Adaletsizliğin mutlak derinliği suç işlemek değil, devlet tarafından kendi vatandaşlarına karşı işlenen yasal suçlardır.
İki olumsuz ancak matematik ve mantıkta bir olumlu eder. Hayatta ise olaylar kötüden betere doğru ilerler.
İnsan doğası özünde tutucudur. Biz asla yapmak zorunda olduğumuzdan daha fazlasını yapmayız, mecbur kalmadığımız sürece enerji harcamayız, zorunda olmadığımız sürece risk almayız ve yine zorunda olmadığımız sürece değişmeyiz.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Hikâyenin duygusal kalbi ana olay örgüsü içindedir.
Hayattan öğrendiğimiz gibi, karar almak eyleme geçmekten çok daha zordur. Bizler sık sık bir şeyleri yapmayı olabildiğince ileri bir tarihi erteleriz; en sonunda bir karar verip eyleme geçtiğimizde, meğerse işin ne kadar kolay olduğunu görüp şaşırırız. Onu yapmaktan neden çekinip durduğumuzu merak ederiz; derken hayattaki birçok şeyin üstesinden gelebileceğimizi ama karar almanın irade gücü gerektirdiğini anlarız.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Diğer canlıları öldürmeyi bıraktığımızda insanlığımızı korumuş oluruz.
Gerçeği hiçbir zaman olduğu gibi ifade etmeyiz, çünkü aslında gerçeği nadiren biliriz.
hikâye ritüeli içinde karakterlerin yüzlerinden ve eylemlerinden derinlerde yatan söylenmeyenleri ve bilinçdışındakileri okuruz.
Eski bir Hollywood deyişi şöyledir: Bir sahne o sahnenin neyle ilgili olduğunu tastamam ortaya vuruyorsa hapı yuttunuz demektir.
Filmde duygu ruh hali olarak bilinir. Ruh hali filmin metninde yaratılır: Işık ve rengin niteliği, aksiyon ve kurgunun temposu, oyunculuk, diyalog tarzı, yapım tasarımı ve müzik. Bütün bu dokusal özelliklerin toplamı belli bir atmosfer yaratır. Genelde atmosfer hazırlamalar gibi bir önceden ima etme biçimi, seyircinin beklentisini hazırlamanın veya şekillendirmenin bir yoludur. Öte yandan anbean sahnenin dinamiği yarattığı duygulanımın olumlu mu, yoksa olumsuz mu olacağını belirlerken, ruh hali duygulanımı spesifik kılar.
Hikayede olduğu kadar hayatta da geçerli olan Azalan Verimlilik Kanunu şudur: Bir şeyi ne kadar sık deneyimlersek etkisi o kadar azalır.
Mantık çocuk oyuncağıdır. Hayal gücü sizi ekrana taşır.
Aşk bir yanıyla olumlu, bir yanıyla olumsuzdur: Aşka özgürlük tanıdığımız zaman ona sahip oluruz ama sahip olduğumuzda da onu yok ederiz.
Sartre’ın eksiklik dediği şey çatışmanın yokluğudur. Sıkıntı; arzuyu yitirdiğimiz, eksiklikten yoksun kaldığımız zaman muzdarip olduğumuz içsel çatışmadır. Daha da kötüsü, her gün durağan bir hoşnutsuzluk içinde yaşayan bir karakterin çatışmasız varoluşunu ekrana yansıttığımızda seyircideki sıkıntının acı verici olacağı apaçıktır.
Hikayenin müziği çatışmadır. Çatışma duygu ve düşüncelerimizi etkisi altına aldığı sürece, yolculuk yaptığımızdan habersiz halde saatler boyunca gezeriz. Derken bir anda film biter. Hayret içinde saatimize bakarız. Fakat çatışma yok olduğunda biz de yok oluruz.
müzikte ses neyse, hikaye anlatımında da çatışma odur.
Yaşam boyu süren bir hikaye ritüeli, Tetikleyici Olayda harekete geçen karşıt güçlerin insan deneyiminin sınırlarını zorlayacağını ve bu güçlerin en kuvvetli olduğu zamanda ana karakterin onlarla bir biçimde karşı karşıya gelmeden anlatının sona eremeyeceğini seyirciye öğretmiştir. Bir hikayenin Tetikleyici Olayını o hikayenin Krizine bağlamak sonraki olayları hazırlamak için önceki olayları düzenlemenin, Önceden İma Etmenin bir yanıdır. Aslında yaptığımız her seçim -tür, ortam, karakter, atmosfer- önceden ima etmedir. Her diyalog satırı veya aksiyon görüntüsüyle seyircinin belli ihtimalleri beklemesine rehberlik edersiniz, böylece o olaylar başladığında yarattığınız beklentileri öyle ya da böyle karşılar. Öte yandan, önceden ima etmenin asıl bileşeni, Zorunlu Sahnenin (Kriz) Tetikleyici Olay aracılığıyla seyircinin tahayyülüne yansıtılmasıdır.
hepimiz kendi hayatımız üzerinde makul bir hakimiyetimiz olmasını dileriz ve şayet bir olay denge ve kontrol hissimizi kökten altüst ederse ne yapmak isteriz? Ana karakterimiz de dahil, herhangi birimiz bu durumda ne yapmak ister? Dengeyi yeniden kurmak.
Özgünlüğün sözde gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktur. Asla var olmayacak bir dünyada geçen bir hikaye tamamen otantik olabilir. Hikâye sanatı gerçeklik ile hayal, düş ve ideal gibi çeşitli gerçek dışılıklar arasında ayrım yapılmaz. Yazarın yaratıcı zekası tüm bunları eşi benzeri olmayan ama inandırıcı bir kurgusal gerçeklik içinde birleştirir.
özgünlük güncellik anlamına gelmez. Bir hikâyeye çağdaş bir hava vermek özgünlüğünü garanti etmez; özgünlük alanı, derinliği ve ayrıntılarıyla kendine sadık ve içsel tutarlılığa sahip bir dünya demektir. Aristo’nun da söylediği gibi: Hikayenin amaçları gereğince, inandırıcı bir olanaksızlık inandırıcı olmayan bir olanağa tercih edilir.
Sevgi ilişkileri politiktir. Eski bir çingene atasözüne göre, ilk itiraf eden kaybeder. Seni seviyorum cümlesini ilk kuran kaybeder, çünkü karşısındaki kişi kendisinin sevilen taraf olduğunu, dolayısıyla ilişkinin dizginlerini eline geçirdiğini anlayarak kurnazca gülümser. Eğer şanslıysanız bu iki ufak sözcük mum ışığı altında beraber söylenir. Eğer çok daha şanslıysanız sözcükler söylenmeyecek yaşanacaktır.
Elektrik yükünün mıknatısın bir kutbundan diğerine atlaması gibi, hayatın kıvılcımı da benlik ile gerçeklik arasındaki boşlukta çakar. Bu enerji patlamasıyla hikayenin gücünü ateşleriz ve seyircinin yüreğine dokunuruz.
Yazarlar içgüdüsel olarak diyalektik düşünürler. Jean Cocteau’nun da belirttiği gibi: Yaratmanın ruhu karşıtlığın ruhudur; tezahürlerin bilinmeyen bir gerçekliğe doğru atılımıdır. Tezahürlerden kuşku duymalı ve aşikar olanın tersini araştırmalısınız. Şeyleri yüzeysel olarak değerlendirip yüzeyde dolaşmayın. Bunun yerine saklı, beklenmedik, aykırı görüneni, başka bir deyişle gerçeği bulmak için yaşamın derisini soyun. Bu boşluktan kendi gerçeğinizi bulacaksınız.
Hayat insanın herhangi bir arzusunu değer ölçüsünün onun peşinden giderken aldığı riskle doğru orantılı olduğunu öğretir. Değer yükseldikçe risk de artar. En büyük riskleri almayı gerektirenlere, en yüksek değeri veririz.
biz sadece hayatın metaforlarını yaratmakla getirmeyiz, onları anlamlı bir dünyanın metaforları olarak yaratırız ve anlamlı bir hayat sürmek de sürekli risk altında olmak demektir.
Hikayenin marifeti kendi hayatımızın dışındaki hayatları yaşama, sayısız dünyalar ve zamanlarda varoluşumuzun bütün o birbirinden farklı derinliklerinde heveslerim izin peşinde koşup mücadele etme imkânını bize sunmasıdır.
Hikaye sanatı orta yolcu değildir; o bizi sınırlar arasında salınan bir varoluş sarkacını, en uç haller içinde yaşanan bir hayatı anlatır. Biz ancak yolun sonuna kadar giden evreler olarak aradaki durakları inceleriz. Seyirci yolun sonundaki menzili sezer ona ulaşıldığını görmek ister. Ortam ne kadar kişisel veya destansı olursa olsun seyirci, içgüdüsel olarak karakterler ve onların dünyaları etrafında bir daire çizer; bu daire kurmaca gerçek değil doğası tarafından belirlenen ve tanımlanan bir deneyimler dairesidir. Bu hat içe yönelip ruha, dışa yönelip evrene veya aynı anda her iki yöne uzanabilir. Bundan dolayı seyirci, hikâye anlatıcısından, hikayesini o uzak derinliklere ve menzillere taşıyabilecek vizyona sahip bir sanatçı olmasını bekler.
Şansımız ne kadar ters giderse gitsin hepimiz umudu yüreğimizde taşırız. Bu nedenle arzusunu gerçekleştirmek için askeri kapasiteye bile sahip olmayan, kelimenin tam anlamıyla umutsuz bir ana karakter bizim ilgimizi çekmez.
Kişi tercih yaptıkça kendisi olur.
Yapı mı, yoksa karakter mi; hangisi daha önemli diye bir soru soramayız, çünkü yapı karakterdir, karakter de yapıdır. Bunlar aynı şeydir, dolayısıyla biri diğerinden daha önemli olamaz.
en değerli fikirler kendimizi keşfetmekten doğar; hiçbir şey hayal gücünü, gömülü bir hazineyi ortaya çıkarmak kadar güçlü tutuşturmaz.
küçük bir dünya önemsiz bir dünya demek değildir. Sanat küçücük bir şeyi evrenin geri kalanından ayırmaktan ve onu o andaki en önemli, en büyüleyici şey olarak görünecek şekilde göstermekten ibarettir. Bu durumda küçük , bilinebilir anlamına gelir.
Hikayenin dünyası, Tanrı yarattığı evreni ne denli derinlemesine ve ayrıntılı biliyorsa, sanatçının zihninde yarattığı ve bildiği kurmaca evreni kuş atabileceği kadar küçük olmalıdır.
Bütün iyi hikayeler sınırlı ve bilinebilir bir dünyada geçer. Kurmaca bir dünya ne kadar büyük görünürse görünsün, yakından baktığınızda onun hatırı sayılır derecede küçük olduğunu görürsünüz.
Ortamın hikayeye dayattığı sınırlama yaratıcılığı kösteklemez, aksine ona ilham verir.
Sınırlandırma hayati öneme sahiptir. İyi anlatılmış bir hikayenin ilk adamı küçük ve bilinebilir bir dünya yaratmaktır.
Çoğu insan yaşamının kesin, geriye dönüşsüz ve kapalı deneyimler sunduğuna; en büyük çatışma kaynaklarının kendilerinin dışında olduğuna; varoluşlarının tek ve aktif ana karakterinin kendileri olduğuna; varoluşlarının nedensel açıdan bağlantılı ve tutarlı gerçeklik içinde süreğen zamanda işlediğine; ve bu gerçeklik içinde gerçekleşen olayların açıklanabilir ve anlamlı sebeplerle gerçekleştiğine inanır. Ateşi bulduktan sonra ona gözünü diken ilk atamızdan beri hep şunu düşünürüz: Ben. Bu düşünce, insanoğlunun dünyayı ve onun içindeki kendisine nasıl gördüğünü yansıtır. Klasik tasarım insan aklına bir aynasıdır.
Sözgelimi tarafsız bir gözle bakıldığında Macbeth korkunç derecede kötü biridir. Ona bırakın zarar vermeyi, kraliyet içinde terfi etmesini sağlamış iyi niyetli yaşlı kralı uyurken öldürür. Bununla da kalmaz, daha sonra suçu üzerlerine atmak için kralın iki hizmetçisini de öldürür. Dahası, en iyi arkadaşını da öldürür. Sonunda düşmanının karısına ve çocuğuna suikast yapılmasını emreder. Gerçekte o acımasız bir karakterdir. Ama Shakespeare’in kaleminde trajik ve empatik bir kahramana dönüşür.
Günümüzün Sözde yazarları, öncesinde yeteneklerini öğrenmeden daktiloya koşuyorlar. Şayet bir müzik eseri bestelemeyi Hayal etmişseniz, kendinize şöyle der miydiniz? Bir sürü Senfoni dinledim Piyano da çalabilirim Sanırım bu hafta sonu bir beste yapacağım Hayır. Gel gör ki senaryo yazarları işe tam da böyle başlıyor: Yığınla film izledim, bazıları iyi, bazıları ise kötüydü İngilizceden ‘A’ aldım . Tatil vakti yaklaşıyor
Uyuduğumuz süre kadar hikâye anlatır ve dinleriz. Hatta uyuduktan sonra rüyamızda bile buna devam ederiz. Peki neden?
Akıl sağlığınızı çalmak için bilinçdışınızdan hangi dehşet su yüzüne çıkacak?
Eksik ve hatalı hikaye anlatımı içeriğin yerine gösteriyi, gerçeğin yerine kandırmacayı koymaya zorlanır.
Hakikat bizim olan bitenler hakkındaki düşüncelerimizdir.
Bir ustanın alâmet-i farikası, yalnızca birkaç anı seçerek bize bir ömrü verebilmesidir.
Dünya izleyicisi sadıktır ama öykü hasreti çeker. Neden? Çaba eksikliğinden değil. Amerikan Yazarlar Birliği senaryo tescil servisi yılda otuz beş binin üzerinde eserin kaydını yapar. Bunlar yalnızca kaydedilmiş olanlardır. Amerika’da her yıl yüz binlerce senaryo yazılır ancak bunlardan yalnızca bir avuç dolusu nitelikli senaryo çıkar. Bunun pek çok sebebi vardır ama en temel sebep günümüzün sözde yazarlarının henüz yeteneklerinin sınırlarını dahi keşfedeme-den daktiloya saldırmalarıdır.
Film izleyicisi için eğlence, öykünün anlamını kavramak için bir ekrana konsantre olarak karanlıkta oturma ritüelidir ve burada ortaya çıkan güçlü -hatta bazen acı verici- duygular, anlam derinleştikçe, nihai tatmin noktasına taşınır.
Aristo’nun Ethicste sorduğu eskimeyen o sorunun yanıtını arıyoruz sürekli: Bir insan yaşamını nasıl sürdürmelidir? Ancak düşüncelerimizi düşlerimize uydurma, düşünceyi tutkuyla birleştirme, arzuyu gerçekliğe dönüştürme mücadelesi verirken, hızla geçen zamanın bulanıklığının arkasına saklanan yanıt bizi atlatır.
Kamera tüm yanlış şeyleri gösteren korkunç bir röntgen cihazıdır. Adeta bir büyüteç vazifesi görerek yaşamı olduğundan daha da büyük gösterir, sonra her zayıf ve sahte öykü dönüşümünü tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer; ta ki biz panik içinde kaçmaya başlayıncaya dek.
Öykü basmakalıplıkla değil, özgünlükle ilgilidir.
Sanatçılar biçimin efendisidir.
Hikayenizi hem kendi bakış açınızı ifade edecek hem de seyircinin arzularını tatmin edecek şekilde biçimlendirmelisiniz.
öykünün orkestrasındaki tüm enstrümanları çalamazsınız, hayal ettiğiniz müzik ne olursa olsun aynı eski tonda uğultu yapmaya mahkum olursunuz
Endişeli ve deneyimsiz yazarlar, kurallara boyun eğer. Alaylı, aykırı yazarlar ise kuralları yıkar. Sanatçı biçimin efendisidir.
Çoğu insan zamanını boşa harcar ve düşlerini gerçekleştirecek zamanı bulamadığı hissiyle ölüp gider.
Hiçbir hikâye masum değildir.
Mesele yazmaya başlamak değil, yazmayı sürdürmektir.
Yavan ve uyuşturucu yazarlar can sıkıcı. Biz bir görüş açısı edinme cesaretine sahip özgür ruhları, görüşleriyle bizi şaşırtıp heyecanlandıran sanatçıları severiz.