İçeriğe geç

Her Şey Su İle Başladı Kitap Alıntıları – Helen Keller

Helen Keller kitaplarından Her Şey Su İle Başladı kitap alıntıları sizlerle…

Her Şey Su İle Başladı Kitap Alıntıları

Sessizlik ruhumun üzerinde oturu­yor. Sonra umut bir gülümseyişle ortaya çıkıp bana şöyle fısıl­dıyor: Neşenin kaynağı kendini unutmaktır, başkalarına yar­dım et.
Kader, sessizlik ve acıma duygularından oluşmuş bir kafesim var. Sözcükler dili­min ucuna kadar geliyor ve sonra kalbimdeki dökülmemiş yaş­ların arasında kayboluyor.
Zaman zaman karanlığın beni bir sis gibi sarmalayıp yalnız­lığa ittiği anlar olmuyor değil.
Sizce hayatım bütün sınırlamalara karşın pek çok noktada güzelliğe erişmiyor mu? Karanlığın ve sessizliğin de kendine göre harika yanları var ve ben elimdekilerle mutlu olmayı öğ­rendim.
Ah, keşke insanlar şehrin şaşaasını ve kalabalığını bıraksa ve doğaya dönüp basit ve dürüst hayatını yaşasaydı!
Bana kalırsa hepimizde, insanın yaratılışından beri yaşadığı duyguları ve izlenimleri anlatabilme yeteneği vardır.
Kitapları sevmeye başladığımdan beri Shakespeare’in sev­mediğim tek bir kitabına rastlamadım. Aralarında beni en çok etkileyen Macbeth oldu.
Kağıttan yapılmış kanatlarla uçmak ne kadar kolay!
Ancak bütün bu değişimleri yaşarken eğer başımdan geçmemiş olsa as­la öğrenemeyeceğim şeyler de öğrendim. Bunlardan biri sabır.
Bilgi güçtür. Bence bilgi mutluluktur çünkü bilgi -geniş ve derin bilgi- doğruyu yanlıştan ayırmayı sağlar.
Tam zorlukların üstesinden gelmeye başlamıştım ki her şeyi tümden değiştirecek bir olay oldu.
Gerçekleri yaşadığım gibi anlattım ne başkalarını suçladım ne de kendimi yersiz yere savundum.
Yazı yazmak bulmaca çözmeye benzer; ak­lımızda bir resim vardır ve yaptığımızın o resme benzemesini is­teriz. Kimi zaman yazdığımız sözcükler yerine uymaz ya da sığ­maz ama biz yine de denemeye devam ederiz çünkü bizden ön­ce başarmış olanlar vardır ve bizim de pes etmeye niyetimiz yoktur.
Dertli anlarımda pek çok yakınımdan sevgi ve anlayış gör­düm.
Başkasının tercü­mesine gerek kalmadan konuşabilmek bana verilmiş en büyük hediyeydi. Ellerimden kaçabilecek pek çok mutlu düşünce ağ­zımdan dökülüyordu.
Çılgın ve mutlu bir şekilde bizi dünyaya bağlayan zincirleri kı­rıyor ve el ele rüzgarla birlikte uçuyorduk!
Ben ve diğer insanlar arasındaki boşluk sanki çiçeklerle donanmıştı.
Kimse beni başka yerlerin varlığına inandıra­mazdı.
Her öğretmen öğrencisini sınıfa sokabilir ama her öğretmen öğrencisine öğretemez. Öğrenci, öğrenmenin olağanüstü gücü­nün kendi elinde olduğunun ayrımına varmazsa, zevk içinde öğ­renmeye de gayret etmez. Öğrenci öğrenmenin zaferini hisset­melidir ki ders kitaplarının sıkıcı tekrarına cesaretle göğüs gere­ bilsin.
Sevgi nedir? diye sordum.

Beni kucakladı ve kalbimi işaret ederek İşte burada dedi.

Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir.Bu bilimsel bir deney veya herhangi bir kuram içinde geçerlidir.Mesela bir proton normalde bize sadece yükü ve kütlesi hakkında bilgi verir.Ama herhangi bir hızlandırıcıda çarpıştırılıp parçalara ayrılan bir proton ,bize bu yükü veya kütleyi nasıl kazandığı hakkında daha detaylı bilgi verir.Yada nöroloji için konuşucak olursak sağlam bir insan beyni bize içindeki hangi kısmın ne işe yaradığı konusunda pek az bilgi verir.Ama nezaman ki bu beynin bir kısmı hasar görür ve bu hasar sonucu kişi bazı duyuşsal yeteneklerini kaybeder.İşte o zaman beynin yapısına dair daha detaylı bilgiye sahip oluruz.Yada biyoloji içinde durum farklı değildir.Mesela tasarımlarında belli hatalara sahip canlılar görmemiz onların varoluşlarını oluşturan mekanizmalar hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmamıza yararlar.Aynısı bilimsel kuramlar içinde geçerlidir.Mesela eski insanlar ısıyı,maddenin hareketi olarak değilde maddeden dışarı çıkan birşey olarak düşünüyorlardı.Ve sonra birgün kalayı ısıttıklarında yanan kalay, metal kirecine dönüşüyordu.Ama ilginç bir şekilde yanmadan önceki halinden daha ağır oluyordu.Ve o dönemin bilim insanları bu nasıl olabilir diye düşündüler.Eğer ısı maddenin yanınca dışarıya attığı bir fazlalıksa o zaman bu maddenin yanınca daha hafif olması lazım.Yani bu tarz deneysel bir çatlak o dönemin bilim insanlarına sahip oldukları ısı kuramının yanlışlığı hakkında daha detaylı bilgi verdi.Sosyoloji içinde durum pek farklı değildir.Mesela bir sistemin kendi içindeki çatlakları o sistemin işleyişi hakkında daha detaylı bilgi verir.Aynı bunun gibi insan ilişkilerinde de durum benzerdir.Mesela nezaman ki bir ilişki bozulur ozaman insanlar sahip oldukları gerçek kişilikler hakkında daha detaylı bilgi verirler.Yada konuya dair son bir örnek verecek olursak: Psikolojideki anormal insanlar olmasaydı bugün normal insanın psikolojisinin işleyişi hakkında bukadar detaylı bilgiye sahip olmazdık.Yani demem o ki örnekleri çoğaltmak mümkündür ama bu konunun ana fikrinin önemini arttırmayacaktır.Bu yüzden yazının başında dediğim şeyi tekrarlamakta fayda var:Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir!
Hayatımda ilk kez yaptı­ğımdan dolayı keder ve pişmanlık duydum.
Yaşadığım karanlık ve sessiz dün­yada ince duygulara yer yoktu.
Annemi nasıl anlatmalıyım? Bana o kadar yakındı ki sanki ondan söz etmek kabalık olacakmış gibi geliyor.
Annem kendisini anlayabilmem için de bana çok yardımcı oluyordu. Bir şey getirmemi istediğinde daima bilirdim ve koşarak istediği yere giderdim.
Karanlık gecemi aydınlatan onun sevgi dolu bilgeliğine çok şey borçluyum.
Eğer bir kez gördünüzse gün ve onun getirdikleri sizindir .
Bu uçuşan hatıraları eğer hatıra denebilirlerse bir kabus gibi gerçekdışı olarak hatırlıyorum.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Bülbüllerin ve serçelerin mü­ziği ile kısa bir ilkbahar, meyveler ve güllerle dolu bir yaz, kır­mızı ve altın renklerle dolu bir sonbahar, hediyelerini mutlu, canlı bir çocuğun ayaklarına serdi ve çabucak geçti.
Bilgi , sevgidir , ışıktır ve görmektir .
İnsan kurallara sığmaz !
Tanıştığım kişilerin elleri benim için birer karakter aynasıdır.
Bazı eller küstahtır, bazıları mutsuz; onların soğuk parmakları­na dokunduğunuzda kuzey fırtınalarına dokunmuş gibi olursu­nuz. Bazı eller içlerinde güneş ışıkları saklar.
Sizce hayatım bütün sınırlamalara karşın pek çok noktada güzelliğe erişmiyor mu? Karanlığın ve sessizliğin de kendine göre harika yanları var ve ben elimdekilerle mutlu olmayı öğ­rendim.
Zaman zaman karanlığın beni bir sis gibi sarmalayıp yalnız­lığa ittiği anlar olmuyor değil. Sisin gerisinde ışık, müzik ve in­sanlar var ve benim içeri girmeme izin yok. Kader, sessizlik ve acıma duygularından oluşmuş bir kafesim var. Sözcükler dili­min ucuna kadar geliyor ve sonra kalbimdeki dökülmemiş yaş­ların arasında kayboluyor. Sessizlik ruhumun üzerinde oturu­yor. Sonra umut bir gülümseyişle ortaya çıkıp bana şöyle fısıl­dıyor: Neşenin kaynağı kendini unutmaktır, başkalarına yar­dım et. Başkalarının gözlerindeki ışık benim güneşim, kulak­larındaki müzik senfonim ve dudaklarındaki gülümseme mutlu­luğum oluyor.
Kimi zaman acaba eller bir heykelin güzelliğini hissedebil­mek için gözlerden daha mı etkili diye düşünüyorum. Sanırım çizgilerin ve kıvrımların ritmik dökülüşü ellerle daha fazla his­sedilebilir.
Müzeler ve sanat galerileri de her zaman için mutluluk kaynağımdır. Doğal olarak görme yeteneği olmayan birinin soğuk mermere dokunarak hareket, duygu ve güzelliği anlaması bazı­larınıza garip gelebilir; oysa ben sanat eserlerine dokunarak bundan sonsuz bir zevk alabiliyorum. Parmaklarım kıvrımların arasında dolaştıkça sanatçının düşüncelerini ve duygularını algı­layabiliyorum. Tanrı heykellerinin yüzlerindeki nefreti, cesareti ve sevgiyi aynen dokunmama izin verilen canlı yüzlerde algıla­dığım gibi algılayabiliyorum.
İnsanın ancak duyma ve görme yoluyla çevresini algılayabi­leceğine inananlar benim kırlarda ya da şehirde yürümek arasın­da -kaldırımların farklılığı dışında- ne fark bulduğumu merak ediyorlar. Unuttukları bedenimin canlı olduğu; şehrin dinmek bilmeyen hareketliliği yüzümdeki sinirlere ulaşıyor ve ben gör­mediğim halde rezonansı hissediyorum. Kaldırımlardan itilen ağır vagonların titreşimleri ve makinelerin monoton gürültüsü, kişinin dikkati eğer çevresindeki görüntülerle dağılmıyorsa o zaman sinirler üzerinde işkence etkisi yapıyorlar.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Bana kalırsa hepimizde, insanın yaratılışından beri yaşadığı duyguları ve izlenimleri anlatabilme yeteneği vardır. Her insa­nın bilinçaltında yeşil dünyanın ve mırıldanan suların görüntü­sü, körlüğün ya da sağırlığın çalamayacağı kadar derinde atala­rından bir miras olarak vardır. Bu miras, altıncı bir his gibi gö­rür, duyar ve hisseder.
Bir sözle açık­lamak gerekirse edebiyat benim için ütopya, sınırların içine sı­kışmak zorunda kalmadığım tek alandır. Kitaplar benimle utan­madan ve çekinmeden konuşurlar.
Bir insan, benim sözlükler ve gramer ki­tapları ya da sınavlar arasında yaptığım yolculuk süresinde dün­yayı birkaç kez dolaşabilirdi.
Kitaplar benim için sadece mutluluk verdikleri için değil aynı zamanda bana başkalarının duyduklarını ve gördüklerini onların kulakları ve gözleri ile anlattıkları için de çok önemliler.
Kimi zaman, öğrenmem gerektiği düşünülen bilgilerin yarı­sını aklımdan çıkarmak istiyorum. Bir gün içinde farklı konular­daki dört beş kitabı değişik dillerde okumak ve gene de okudu­ğundan bir şey anlamak bence olanak dışı. Sınavlar aklımdan çıkmazken ve büyük bir süratle okurken beynimin kitapları yete­rince algılayabildiğine inanmıyorum. Şu anda aklım karmakarı­şık. O kadar çok bilgiyle doluyum ki o bilgileri bir düzene soka­bileceğime inanamıyorum -kendimi züccaciye dükkanınında ge­zen bir fil gibi hissediyorum.
Kelimeler elime, tazıdan kaçan tavşanın süratiyle yazılıyordu. Ama tavşan tazıyı sonunda mut­laka yakalıyordu. Not tutan diğer öğrencilerin de benden farklı olmadığına inanıyordum. Eğer kişinin aklı duymak ve duyduk­larını son sürat kağıda geçirmek gibi mekanik bir hareketle meş­gulse zaten anlatılan malzemenin ne şekilde sunulduğu önemini kaybeder.
Okulun, hayalimde canlandırdığım kadar romantik bir öğre­nim yuvası olmadığını kısa zamanda anladım. Tecrübesiz genç aklımın rüyaları gittikçe azaldı ve günlük yaşamın ışığı altında soldu . Üniversiteye gitmenin dezavantajları da olduğunun far­kına vardım.
İlk önce farkına vardığım ve hala yaşadığım sorun zamansız­lıktı. Üniversiteye başlamadan önce kendimi ve aklımı tartmak için düşünmeye zamanım olurdu. Ama artık düşüncelerim ile başbaşa kalmak için zamanım yoktu. Öğrenciler sanki oraya düşünmeye değil sadece öğrenmeye geliyorlardı. Öğrenmenin kapısından giren, yalnızlık, kitaplar ve hayal kurma gibi mutlu­luk dolu alışkanlıkları dışarıda bırakıyordu. Geleceğe yönelik bilgiler biriktirdiğimi düşünerek kendimi avutabilirdim ama bu­ günün mutluluğunu ilerideki zenginliğe tercih edecek kadar saf­tım.
Bayan Sullivan bütün kitapları bana okuyor, anlatıyor ve açıklıyordu; on bir yıl­dır ilk kez elleri buna yetişmiyordu.
Sınıfta cebir ve geometriyi yazmak, fizik problemlerini çöz­mek zorundaydım. Oysa bir braille yazıcı almadan bu olanaksız­dı. Geometrik şekilleri tahtadan takip edemiyordum, onları gö­zümde canlandırabilmem için kıvrılmış ve düz tellerin iliştirildi­ği bir yastık üzerinde ellerimi gezdirmem gerekiyordu. Kelime­lerin, hipotezin, sonucun, çözümün ve çözüm şeklinin hepsini aklımda tutmak zorundaydım. Zaman zaman cesaretimi kaybe­diyor ve umutsuzluğa kapılıyordum.
Bayan Sullivan her gün benimle okula geliyor ve sonsuz bir sabırla öğretmenlerimin söylediklerini elimin içine heceliyordu. Ödev yaparken benim için yeni kelimelerin karşılıklarını bulu­yor ve braille ile yazılmamış kitapları benim için defalarca oku­yordu. Bu çabanın sıkıcılığını anlatacak sözcük olduğunu san­mıyorum. Yalnızca Almanca öğretmenim Frau Gröte ve okul müdürü Bay Gilman bana ders anlatabilmek için elimin içine hecelemeyi öğrenmişlerdi. Frau Gröte iyi kalpli bir insandı. Çok yoğun olmasına rağmen Bayan Sullivan’ın dinlenebilmesi için bana haftada iki kez özel ders veriyordu. Herkesin bize yardım etmeye gönüllü olmasına karşın yalnızca tek bir el sıkıntımı mutluluğa çevirebiliyordu.
Öğretmenimin dudaklarını okur­ken tek aracım parmaklarımdı; gırtlak titreşimlerini ancak do­kunma duyumla algılayabiliyordum ve dokunmak çoğunlukla yetersiz kalıyordu. Böyle durumlarda cümleleri ya da sözcükle­ri üst üste saatlerce tekrarlamak zorunda kalıyordum. Tekrarla­mak, tekrarlamak, tekrarlamak. Sık sık hayal kırıklığı ve yor­gunluğa yeniliyordum ama eve döndüğümde sevdiklerime ba­şardıklarımı gösterebileceğimi düşündüğümde yeniden şevkle çalışmaya başlıyordum.
Bayan Fuller’in yöntemi şöyleydi: Ses çıkardığı zaman elimi yavaşça yüzünde dolaştırarak dilinin ve dudaklarının aldığı şek­li bana gösteriyordu. Her yaptığını tekrarlamaya o kadar heves­liydim ki bir saat içinde altı ses öğrendim: M, P, A, S, T, I. Ba­yan Fueller bana toplam on bir ders verdi. İlk cümlemi telIaffuz ettiğimde yaşadığım şaşkınlık ve mutluluğu asla unutamam, It is warm (hava sıcak). Kekeleyerek ve kırık dökük konuştuğum doğruydu ama çıkardığım sesler insan sesiydi. Ruhum içine kıs­tırıldığı kutudan çıkıyor ve yeni bir güç kazanıyordu. Konuşa­bilmenin getirdiği tüm bilgi ve inanç artık ulaşabileceğim bir yerdeydi.
Kimi zaman düşüncelerim rüzgara karşı kanat çırpan kuşlar gibi havalanıyor ve ben dudaklarımı ve sesimi kul­lanmak istiyordum.
1890 yılının ilkbaharında konuşmayı öğrendim. Anlaşılabilir sesler çıkarmayı her zaman başarmıştım. Sesler çıkarırken elimi boğazıma ya da dudaklarımın üzerine koyar titreşimleri hisset­meye çalışırdım.
Benim gibi konuşan ço­cuklarla konuşmak ne kadar güzeldi! O zamana kadar diğer in­sanlarla tercümanla konuşan bir yabancı gibi konuşmuştum.
Sanki kendi ülkeme gelmiştim. Arkadaşlarımın hepsinin benim gibi kör olduğunu anlamam biraz zaman aldı. Kendimin kör ol­duğunu biliyordum ama çevremdeki bu neşeli çocukların da kör olduğuna inanmak hiç kolay değildi.
Öğretmenim bana o kadar yakındı ki onu kendimden ayrı bir parça olarak düşünemiyordum. Güzel şeyler karşısında duydu­ğum mutluluğun ne kadarı benim ne kadarı onundu ayırmak ola­naksızdı. Benliği o kadar benimle bütünleşmişti ki ayak izlerim onunkilere karışmıştı. İçimde varolan her güzel şey ona aitti -her yetenek ya da neşe kırıntısı onun sevgi dolu dokunuşuyla açığa çıkmıştı.
O, zamanlamayı her zaman doğru yaptı ve bilgilere her zaman benim anlayabileceğim bir şekil verdi. Bir çocuğun aklının sığ bir akarsu gibi olduğunu ve taşların üzerinden neşeyle akıp geçerken bilgiyi kimi yerde bir çiçek kimi yerde bir ağaç olarak yansıttığını biliyordu. Aklımı nehir yatağının suya yol vermesi gibi yönlendirip, dağdan gelen sularla, saklı kaynaklarla derin ve geniş bir akarsu olana kadar beni besledi; ta ki dağları, ağaçları ve mavi cenneti yansıtana kadar.
Çakıllardan barajlar, göller ve adalar yapar, nehirler için kanallar kazar ve eğlenirken bir şeyler öğrendiğimin hiç ama hiç farkına varmaz­dım. Bayan Sullivan’ın dünyanın yuvarlaklığını, yanan dağları, gömülü şehirleri, büyük buz parçalarının nehirlerde nasıl aktığı­nı ve en az bunlar kadar ilginç şeyleri anlatmasını merakla din­lerdim. Bana çamurdan şekilli haritalar yaparak dağları, vadile­ri ve nehir yataklarını dokunarak öğrenmemi sağladı. Ama en sevdiğim konu yerkürenin iklim bölgelerine bölünmesi ve ku­tuplarıydı. Turuncu kutup sopaları ile o kadar gerçeğe yakın bir modelim vardı ki bugün bile iklim sözcüğünü duyar duymaz ak­lıma ipten daireler gelir.
Eğitimimin başlangıcından itibaren öğretmenim herhangi duyan bir çocuğa öğretir gibi benimle konuşmayı prensip edin­mişti; tek fark konuşmayı ağzıyla değil elimin içine yazarak yapmasıydı. Eğer anlatmak istediklerimi anlatabilmek için ge­rekli kelimeleri bilmiyorsam bana yardımcı oluyor ve cümlele­rimi benim için tamamlıyordu.
Bayan Sul­livan elini alnıma koydu ve kararlılıkla heceledi, Dü-şün .
Kelimenin anlamının başımın içinde olan bir olay olduğunu anında anladım. Bu benim elle tutulamayan bir kavramın anla­mını ilk kavrayışımdı.
Uzun bir süre kıpırdamadan oturdum -kucağımdaki boncuk­ları düşünmüyordum ama bu fikrin ışığı altında sevgi sözcü­ğünün anlamını kavramaya çalışıyordum.
Sevgi sözünün anlamını ilk kez sorduğum sabahı hatırlıyo­rum; fazla kelime bilmediğim zamanlardaydı. Bahçede ilk açan menekşeleri toplayıp öğretmenime getirmiştim. Öğretmenim beni öpmek istedi. Ama o zamana kadar yalnızca annemin beni öpmesine izin vermiştim. Bayan Sullivan kollarını bana sarıp avucumun içine Helen’i seviyorum diye yazdı.
Sevgi nedir? diye sordum.
Beni kucakladı ve kalbimi işaret ederek İşte burada dedi.
Kalbimin attığının ilk kez bilinçli olarak farkına vardım. Kafam karıştı çünkü elimi kalbimin üstüne koymazsam orada olduğu­nun farkına varmıyordum.
Artık lisanın anahtarını bulmuştum ve kapıyı açmak için sa­bırsızlanıyordum. Kulakları duyan bir çocuk için konuşmayı öğ­renmek hiç gayret göstermeden doğal olarak gerçekleşir. Başka­larının dudaklarından dökülen sözcükleri zevkle öğrenirler. Oy­sa sağır çocukların sözcükleri yakalamaları yavaş ve çoğu za­man yorucudur. Ama öğrenmek ne kadar zor olursa olsun sonuç her zaman harikuladedir. Yavaş yavaş bir eşyanın adını öğren­mekten, zorlukla çıkan ilk heceye kadar olan uzun yolu kat edip Shakespeare’ın dizelerindeki düşüncelere vardık.
Kuyunun yanındaki hanımelleri ile kaplı eve doğru yürüdük. Birisi su çekiyordu ve öğretmenim elimi soğuk suyun altına tut­tu. Elimin biri suyun altındayken diğer elimin avucuna yavaşça sonra hızla su diye yazdı. Bütün dikkatimi parmaklarının hare­ketine vererek kıpırdamadan durdum. Birdenbire bilincimin de­rinliklerinde sisler arasında unutulmuş bir şey hatırladım ve ko­nuşmanın tüm gizemini kavradım. Artık s-u işaretinin elimin üzerinden akan soğuk ve harikulade bir şey olduğunu biliyor­dum. O yaşayan sözcük ruhumu uyandırdı, ona ışık, umut, neşe ve özgürlük verdi!
Öğretmenim geldiği günün ertesi sabahı beni odasına götür­dü ve bana bir bebek verdi. Perkins Enstitüsü’ndeki küçük kör kızlar bana bu bebeği yollamışlardı ve elbisesini Laura Bridg­man dikmişti ama o zaman bunu bilmiyordum. Bebekle biraz oynadıktan sonra Bayan Sullivan elime yavaşça b-e-b-e-k diye yazdı. Parmaklarla oynanan bu oyun hemen ilgimi çekti ve tak­lit etmeye çalıştım. Harfleri doğru yazmayı becerdiğimde ço­cukça bir heyecana kapılıp kendimle gurur duydum. Aşağıya koşup anneme öğrendiğimi gösterdim. Bir kelimeyi hecelediği­min farkında değildim ve hatta böyle bir sözcük olduğunun bile farkında değildim; tek yaptığım maymun gibi taklit etmekti. Bu­nu takip eden günlerde aynı yöntemle pek çok sözcük öğrendim: İğne, şapka, bardak, otur, kalk ve yürü. Ama ancak aradan haf­talar geçtikten sonra her şeyin bir adı olduğunu anlayabildim.
Bilgi; sevgidir, ışıktır ve görmektir.
Başkalarından farklı olduğumu ne zaman anladığımı hatırla­yamıyorum ama öğretmenimin gelişinden önce olduğunu bili­yorum. Annemin ve arkadaşlarımın bir şey istedikleri zaman be­nim gibi işaretler yapmadıklarını ama ağızları ile konuştukları­nın farkına vardım. Bazen birbiri ile konuşan iki insanın arasına oturup onların dudaklarını elliyordum. Neler olduğunu anlaya­mıyordum ve kafam karışıyordu. Ben de dudaklarımı oynatıyor­dum ama bir şey olmuyordu. Bu beni o kadar sinirlendiriyordu ki yorulana kadar tekmeler atıp haykırıyordum.
İsviçreli atalarımdan biri Zürih’te sağırlara öğretmenlik yapan ilk eğitmenlerden ve bu konudaki deneyimlerini de bir kitapta toplamış -ilginç bir tesadüf.
Onunla ilgili en fazla hatırladığım ayrıntı, yüzü­nün ifadesi -gülümseyişi- ve anlattıklarımın Bayan Sullivan’ın kulaklarından geçip onun ellerine bir anlamışlık duygusuyla yansımasıydı. Elbette ki bilgiler ona sınıftaki diğer öğrencilerden daha gecikmeli olarak yansıyordu.
Helen Keller’in nelerden yoksun olduğundan değil gözleri görmediği, kulakları duymadığı halde neleri öğrenebildiğinden konuşmalıyız.
Bayan Sullivan’ın geli­şinden yaklaşık bir ay sonra bir gün Helen birdenbire her şe­yin bir isminin olduğunun farkına vardı ve ondan sonra da ne­redeyse takıntı halinde her şeyin ismini öğrenmek istedi.
Bakan körler, işiten sağırlar ve konuşan dilsizlerle dolu olan bir dünyada o gören bir kör, duyan bir sağır konuşan ve kendini ifade edebilen bir dilsizdi.
Kitaplar benimle utanmadan ve çekinmeden konuşurlar.
Kitaplar benim için sadece mutluluk verdikleri için değil aynı zamanda bana başkalarının duyduklarını ve gördüklerini onların kulakları ve gözleri ile anlattıkları için de çok önemliler.
Neşenin kaynağı kendini unutmaktır, başkalarına yardım et.
Bakan körler, işiten sağırlar ve konuşan dilsizlerle dolu olan bir dünyada o gören bir kör, duyan bir sağır ve kendini ifade edebilen bir dilsizdi.
Bakan körler, işiten sağırlar ve konuşan dilsizlerle dolu olan bir dünyada o gören bir kör, duyan bir sağır ve kendini ifade edebilen bir dilsizdi.
Zaman zaman karanlığın beni bir sis gibi sarmalayıp yalnızlığa ittiği anlar olmuyor değil. Sisin gerisinde ışık, müzik ve insanlar var ve benim içeri girmeme izin yok. Kader, sessizlik ve acıma duygularından oluşmuş bir kafesim var. Sözcükler dilimin ucuna kadar geliyor ve sonra kalbimdeki dökülmemiş yaşların arasında kayboluyor. Sessizlik ruhumun üzerinde oturuyor. Sonra umut bir gülümseyişle ortaya çıkıp bana şöyle fısıldıyor: Neşenin kaynağı kendini unutmaktır, başkalarına yardım et. Başkalarının gözlerindeki ışık benim güneşim, kulaklarındaki müzik senfonim ve dudaklarındaki gülümseme mutluluğum oluyor.
Sizce hayatım bütün sınırlamalara karşın pek çok noktada güzelliğe erişmiyor mu? Karanlığın ve sessizliğin de kendine göre harika yanları var ve ben elimdekilerle mutlu olmayı öğrendim.
Ah, keşke insanlar şehrin şaşaasını ve kalabalığını bıraksa ve doğaya dönüp basit ve dürüst hayatını yaşasaydı! O zaman çocukları ağaçlar gibi asil ve düşünceleri çiçekler gibi tatlı ve güzel olur muydu dersiniz?
İnsan nasıl kardeşinin yoksulluğunu unutur ve önüne gelen ekmeği yiyebilir.
Şehir dışında kişi, yalnızca doğanın ince işlerini görüyor ve şehrin kalabalığında varlığını sürdürmeye çalışan insanların mücadelesinden dolayı ruhu kedere gömülmüyor.
İnsanın ancak duyma ve görme yoluyla çevresini algılayabileceğine inananlar benim kırlarda ya da şehirde yürümek arasında -kaldırımların farklılığı dışında ne fark bulduğumu merak ediyorlar. Unuttukları bedenimin canlı olduğu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir