Cemil Sena Ongun kitaplarından Hazreti Muhammed’in Felsefesi kitap alıntıları sizlerle…
Hazreti Muhammed’in Felsefesi Kitap Alıntıları
İnsan ruhu, mucizelerin en büyük işcisidir
Çünkü Tanrı, yeryüzündeki bütün uluslara ayrı ayrı peygamber yollamamıştır ve peygamberlerden yoksun oldukları halde, başlarına bin bir doğal ve sosyal felâket gelmiş olan kavimlerin varlığı da tarihsel bir gerçektir. Vakıa, Biz dileseydik, her şehre sakındırıcı bir peygamber yollardık (Furkan, 51) deniliyorsa da, Tanrısal irade, insanlardan bu lütfu esirgemiş olduğundan, peygambersiz kavimlerin uğramış olduğu felâketleri, Tanrı adaletiyle uzlaştırmak güçtür ve, Her halde kendilerine peygamber gönderilmiş olan kavimlerden hesap soracağız (Âraf, 6) ayetinden de anlaşılacağı gibi, kendilerine peygamber gönderilmemiş olanlardan hesap sorulmayacaktır. Akla zorunlu olarak gelen bu sonuç, peygambersiz uluslar, ya bunlara muhtaç olmayacak kadar yetkin hakka ve gerçeğe bağlı topluluklardır; ya da peygamberleri anlayamayacak kadar ilkel ve bilgiden yoksundurlar, kanısını uyandırmaktadır.
Korkuya dayanan erdemler, aciz ve zavallı insanların işidir
Babil Kulesi’ni yapmayı tasarlayan İnsanlar 3 kategori teşkil ederler birinciler çıkalım oraya yerleşelim derler ikinciler oraya gidelim ve orada putlara tapalım derler üçüncüler de oraya Tanrı ile savaşmak için çıkalım derler Tanrı Bunlardan birincisini dağıtmış üçüncüleri maymun cin şeytanları ve ruhları biçmine sokmuştur ikincilerinde konuştukları dilleri karıştırmış ve bozmuştur.
Canlı bir yanılma, ölü bir gerçeklikten daha iyidir
Hamilton
Hamilton
Bir eserde aradıklarını bulamayanlar ya dikkatli okuma yeteneğinden yoksun olanlardır yada elde ettikleri sonuçların esinlendiği (ilham) gerçeklerden ürkenlerdir
Zira Hz. Muhammed’e bildirilen ilk emir, Yaradan Rabbinin adıyla oku! ayetiyle başlar (Alak suresi). Tefsircilerin türlü yorumlamalarına karşın, okuma bilmeyenlere böyle bir emrin verilmiş olmasını düşünmek zordur; çünkü, ya harfleri ve sözcük dizilerini önceden öğrenmiş olanlar okuyabilir; ya da dinleyerek ezberlenmiş bir konu, başkalarına tekrar edilebilir. Din bilginleri bu ikinci hali kabul ederler, ve Hz. Muhammed’i daha da yüceltmiş olmak için, okuma yazma bilmeyecek kadar cahil olmasını zorunlu sayarlar.
İnsanlar, genel olarak alışmış oldukları düşünce ve hareketlerle, geçici ve günlük çıkarlarına aykırı yollar gösteren kişilerden hoşlanmaz, onları şehit etmeyi bir vazife bilirler. Yalnız peygamberler değil, filozof ve hatta bilginlerden de böyle korkunç akıbetlere uğrayanlar az değildir; bu türlü düşmanlıkları, ilkel ve geri ruhların kendi kusurlarını görenlerin eleştirimlerine dayanamayan kibirleri kadar da dinsel inançları körükler.
Bir gerçeği bulmak için yapılan araştırmalar, imanın dogmatik verilerine uymuyor diye, düşünmeyi sınırlamaya kalkışmak, düşüncelerde saklı olan kuvvetten korkmaktır. Bağnazlık (taassup), kendi inandıkları dışında, başka bir gerçeğin bulunabileceğine inanmayan dar ve geri zekaların, içinde boğuldukları bir bataklıktır; bir akıl, vicdan ve ruh çöküntüsüdür. İnsanlığı mutluluğa götürecek yol, Hz. Muhammed’in her vesileyle başvurduğu ve önerdiği, akıl ve basiret yolu’dur.
Akıl yürütmekten aciz olmayan bir insanın hayal gücü, gelecekte zuhur etmesi olanaklı olan hal ve devrimleri, hatta keşif ve icatları, ortaya çıkmalarından önce tasarlayabilir. Kaba bir örnek olmakla birlikte, örneğin ünlü romancılardan Jules Verne’in teknik hayalleri, bugünün önemli gerçekleri arasına girmiştir; onun hayalleri, kahinliğine değil, ancak insan zekasının bu çeşit u mutlarına ve böyle tahminleri yapabilecek bir değere sahip olduğuna delalet eder.
Fakat insanlara doğru yolları göstermeye çalışan türlü filozof, ahlakçı, bilgin ve devrimci yetişmiştir. Bunlar, din dogmalarının yetersiz yanlarını aşmış ve insanlığa başka bir dünya görüşünü, başka bir yaşama tarzını ve hiç olmazsa laik anlayışı aşılamışlardır. Bu büyük adamlar da laik anlamda birer bilim, sanat, felsefe, teknik, rejim ve ülkü peygamberleridir; bir farkla ki, bunların mucizeleri yoktur, Tanrı adına konuşmazlar; mistik mantığa değil , akıl ve bilim mantığına dayanırlar. Özet olarak, insanlığa yeni bir sistem getirmeye çalışmış olan ve bilinmedikleri bilinir hale getirerek insan mutluluğuna hizmet eden kimseler de bir çeşit peygamberdirler.
Demek ki, ya insanlar, başka bir peygambere muhtaç olmayacak kadar yetkin ve seçkin bir seviyeye ulaşacaklar, ya da bilgi bakımından mistik konulara inanmayacak kadar sarsılmaz bir pozitif anlayışa bağlanacaklardır; yahut da Müslümanlığın getirmiş olduğu düşünceler, insanlığın ulaşabileceği en üstün ve en yüce gerçekleri kapsadığı için, bundan daha üstün, daha derin bir düşünce, bilgi ve inancın doğmasına imkan olmayacaktır. Oysaki, insanlığın her bakımdan bugünkü seviyesi, düne kıyasla çok ileridir ve buna rağmen yarının ulaşacağı seviye karşısında çok geridir. Bilimin zaferleri önünde, mistik inançlar çok zayıflamış olmakla beraber, insanların hepsi bilgin değildir, ve bilim henüz evrenin bütün sırlarını da açıklayamamıştır.
Kur’an, genel olarak peygamberleri güvenilir, itaatli, takva sahibi, iyilikçi, erdemli ve salih kimseler olarak nitelendirir. Fakat onlar da insan oldukları için, kendilerinden bazı yanılmalarla günahlar da zuhur edebilir. Abdullah bin Mesud’un anlattığı bir hadiste, Hz. Muhammed, Ben de sizin gibi bir insanım; siz unuttuğunuz gibi, ben de unuturum; bir şeyi unuttuğum zaman bana hatırlatınız demiştir.
Halk, mecazların veya simgelerin şifrelerini kendi kendilerine söküp açamaz; bu ödevi üzerlerine almış olan din adamlarının çoğu da, seviye ve niyet itibariyle bu çetin işi Hz. Muhammed’in bildirilerindeki bilgeliğe göre açıklamaktan acizdirler; buna, İslam
kavimlerinin yüzyıllar boyunca ahlak ve uygarlık bakımından geri – kalışlarından daha çok ve önemli bir tanık ya da belge istemez.
kavimlerinin yüzyıllar boyunca ahlak ve uygarlık bakımından geri – kalışlarından daha çok ve önemli bir tanık ya da belge istemez.
Talmud’da yazıldığına göre, Beni İsrail’de Hz. Musa’ dan sonra 48 erkek ve 7 kadın peygamber yetişmiş, fakat bunlar Musa şeriatini asla değiştirmemiş, yalnız Yahudilerin kurtuluşlarını hatırlatan bir bayram töreni getirmişlerdir. Aynı kaynağa göre, 48 erkek peygamber arasında patriklerle Tevrat’ta adları geçen büyük keşişler de vardır. Yedi kadın peygamberin ise adları şunlardır: Sara, Miriam, Debora, Anne, Abigail, Houlde, Esther. Genel olarak Talmudcular, İsrail’de pek çok ·peygamberin yetiştiğini, bunların sayısının, Mısır’dan çıkmış olan İbraniler sayısının iki misli olduğunu iddia ederler ki, Tevrat’ın kaydettiğine göre, Mısır’dan 600.000 İbrani çıktığı için, bahsedilen peygamber sayısının 1.200.000 olması gerekmektedir.
Kur’anda adları geçen peygamberlerle onlara ait hikayelerin çoğu, görünür şekilleriyle bir gerçek olmaktan çok, halkın geleneğine girmiş söylentilerdir. Tefsircilerin bir kısmı bunu fark ettikleri içindir ki, bu hikayeleri mecazi anlamda yorumlamışlardır. Örneğin, Hz. Nuh’un 950 yaşında oluşunu, onun getirmiş olduğu dinin, insanlar arasında bu kadar yıl devam ettiğine bir işaret saymışlardır. Böyle teviller, hayal gücünün genişliği oranında lehe ve aleyhe yöneltilebilirse de, bu yoldan gerçeğe ulaşmak olanaksızdır. Bu hikayelerin pek azı ve pek az tarafı, tarih bakımından doğrulanabilmektedir ve pek çoğu da, Yahudi tarihlerince bilinen konulardır.
Şu ayetlerden Tanrı’nın kadınlardan hiçbir peygamber göndermemiş olduğunu anlıyoruz: Senden evvel peygamber olarak yalnız erkekler gönderdik ki, onlara vahiy iniyordu (Yusuf, 1 09-110); Senden evvel de kendilerine vahyettiğimiz erler gönderdik; bilmiyorsanız, bilgililere sorunuz (Nahl, 43).
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Tanrıbilim bakımından peygamberlik sıfatını taşıyan iki çeşit insan vardır: Kur’an, bunlardan bir kısmına Resul, bir kısmına da Nebi adını vermektedir. Resul, yani elçi olanlar, birer kutsal kitapla insanları uyandırmak için gönderilmiş kimselerdir: Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. İbrahim ve Hz. İsa bu zümredendirler. Nebi olanlar ise, kitapsız olarak sadece Tanrısal vahye nail olan peygamberlerdir. İncillerde adları geçen Hz. Nuh, Hz. Şuayb, Hz. İlyas, Hz. Yusuf, Hz. Yakub, Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya, Hz. İsmail vb. Yahudi peygamberleri bu zümredendirler. Fakat, Kur’anda Konfuçyüs, Lao-tseu Buda ve Zerdüşt (bunun mezhebi hakkında Kur’an bazı imalarda bulunur) gibi kitapları olan ve yüz milyonlarca insanı kendilerine inandırmış bulunan diğer din kurucularının adları yoktur. Bunun başlıca nedeni, Hz. Muhammed zamanında Asya’nın orta doğusu hakkında açık veya kapalı hiç bir bilginin· Kur’an’da yer alacak kadar Arap ülkelerine sızmamış olmasıdır.
Konfüçyus, Sık sık Tanrı’dan ve atalardan söz edilmeye başlanmışsa biliniz ki, ya canınız, ya da paranız isteniyor demektir. derken, bundan 25 yüzyıl önce, dinle politikanın birleştiği ya da birbirinin amaçlarına hizmet ettirildiği zamanlarda, ulus veya uyrukların alın yazısının ne olacağını açığa vurmuştur.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Ortaçağda devletin dini Hristiyanlık olduğu için, 1022’de Sofu Robert, keşişlerle bağnaz baronlardan oluşan bir meclis kurmuş ve sapıtmış sayılan birçok düşünce ve bilim adamını yaktırarak öldürtmüştür.
Hac turizmine en çok rağbet edenler, bizden daha çok Müslüman olması gereken Araplarla öteki uluslar değil, yurttaşlarımızdır. Yıllardan beri, soyulmak için türlü mistik propagandaların çekimine tutulmuş olan bilgisiz halkımız, borç harç biriktirebildiği servetleri, evlatlarını aç, ev barklarını sefil ve perişan bırakma pahasına, Arabistan yollarında sürünmektedir.
Ölüler için Kur’anı hatmetme adeti sonradan benimsenmiştir. Peygamberimizin ölüsü başında ya da ölümden sonra onun için kimse böyle bir işleme girişmemiştir.
Müslümanlık, Avrupa’ya yayılmış olsaydı, her şeyden önce, güzel sanatlar gelişemeyecekti. Zira İslam dini sonradan uydurulmuş mitolojik harika efsanelerine sahip olsa da, bunları somut şekilleriyle belirtmeyi yasaklar.
Toplumumuzda salgın bir gelenek halini almış olan Mevlit okumanın saçma inançlardan bir kötü töre olduğunu burada zikredebiliriz.
Hz. Musa, savaştan dönen başlıca subay ve komutanlara şöyle demektedir: Neden kadınları ve çocukları kurtardınız? Çocuklar arasında erkek olanları ve evvelce evlenmiş olan kadınları öldürünüz; fakat küçük kızları ve bakireleri kendiniz için saklayınız Her kadın, kendi komşusundan ve evindeki misafirinden gümüş ve altın ziynetler ve elbiseler isteyerek bunları oğullarınız ve kızlarınızın üzerine koyarak Mısır’ı soyacaksınız.
İbadeti günahların affına bir aracı yapmak, ya da onu Tanrı’ya karşı ödenmesi gereken bir borçtan ibaret saymak, dinlilik değil, bir çeşit dinsizliktir; rezillikleri maskeleyen bir iki yüzlülüktür.
Esasen hac amacı, başlangıçta hem politika, hem din eğitimi bakımından olduğu kadar, eski dönemlerde oldukça verimsiz olan Arabistan bölgelerindeki halkın geçimi için bir çeşit turist getirmekten ibaretti.
Kapalılık, günah işleme ihtiyaç ve eğilimini daha fazla arttırır. Kapalı insan kendini gösterme özleminden kurtulamayacağı gibi, kapalı insan ve nesneler karşısında bulunanlar da, bunları hiç olmazsa gizlice görme isteğinden kendilerini alamazlar. Kadını kapatmak, onu ebedi olarak bilgisiz, aciz, asalak, bireysel hak ve özgürlüklerden yoksun, kişisel girişim güçleri çalınmış, kocasının ve çocuklarının gözlerinde bile daima şeytana uyabilen bir zavallı haline getirir.
İslam’da örtünme, bir zamanın ihtiyaç ve koşullarından, yani bir dönemin uygarsal seviyesiyle insan özgürlüğü ve kişiliği hakkındaki yanlış anlayışlardan doğmuştur. Kadınını kapatmış olan hiç bir toplum, uygarlık yolunda ileri gitmiş değildir. Kadınlarını kapatan uluslar kendi kendilerini alçaltıyorlar demektir.
Ey Peygamber, eşlerine ve kızına ve iman edenlerin kadınlarına de ki, çarşaflarını sıkı örtsünler; bu, onların tanınmalarına, tanınıp da eza edilmemelerine en elverişli olandır. ( Ahzap,59) Demek ki kapatılmanın nedeni, onların, bilgisiz ve ilkel bir toplumun hayvanca tutkularını dizginlemekten aciz olan saldırgan erkeklerinden korumaktır. Şu halde kadınların çarşafsız gezmelerine alışmış olan bir toplumda, bu tedbire ihtiyaç yoktur.
Hz. Hatice’nin ölümüne dek kadına fazla ilgi duymamış olan Hz. Muhammed, bu değerli eşini kaybettikten sonra, belki de siyasal ve ahlâksal bir zorunlulukla latif cinse karşı fazla yakınlık kurmuş, tüm İslâm hükümdar ve aristokratlarına örnek olan bir harem dairesi de kurmuştur.
Tanrı, suçluyu affedebilir ve onun bu dünyada yapmış olduğu haksızlıklar da yanına kâr kalır. Bunu fark etmiş olan türlü mezhepler, şer’i hükümleri şiddetli dünya yaptırımlarıyla sağlamlaştırmayı ihmal etmemiş ve ahrete ait yaptırımları Ulu Tanrı’nın keyif ve iradesine terk etmişlerdir.
Peygamberlerden pek çoğunun serüvenleri trajiktir: Hz. Adem, cennetten kovulmuş, Hz. Yakup, bir miras işi için babasına ve Tanrı’ya karşı sahtekârlık yapmış; bunun oğlu Hz. Yusuf, yıllarca kölelik etmiş, cezaevlerinde sürünmüş; Hz. Lut iki kızıyla zina etmiş; Hz. Davud, bir evli kadınla zina etmiş ve bunun kocasını savaşta öldürtmüştür.
İskenderiyeli Philon açıkça, Doğru insan, eğri insanın kefaretini veren bir kurbandır ve doğrular yüzündendir ki, Tanrı, eğrilere, kendi kurumak bilmez hazinelerini döker.
Şeytanın en büyük hilesi, bizi kendinin yok olduğuna inandırmasıdır.
Baudelaire
Baudelaire
Tanrı, kadını erkeğin hangi organından yaratmalıyım? diye kendi kendine sorar: Başını seçemem, zira kadın, kendi başını daha vakarlı kaldırmamalıdır. Fazla tecessüs etmemesi için gözü;kapıları dinlememesi kulağı; fazla geveze olmaması için ağzı; fazla kıskanç olmaması için yüreği; fazla müsrif olmaması için eli ve sürekli olarak erkeğini terk edip dolaşmaması için ayağı da seçemem. Alçak gönüllü olması için onu, erkeğin gizli bir organından çıkarmak istiyorum! demiş.
İnsan, istediğini yapabilir; kimsenin ona öğüt vermeye hakkı yoktur. İnsan için kendisi icat etmedikçe hayır ve şer yoktur.
Sartre
Sartre
Sanki Tanrı, tüm insanların değil de yalnız kendilerine peygamber göndermiş olduğu kavimlerin kurtuluşunu istiyormuş gibi emirler vermektedir.
Küfredenlere hileleri hoş gösterildi; doğru yoldan saptırıldı; Tanrı’nın saptırdığı kimseye hidayet verecek kimse yoktur. (Ra’d, 35) İnsanlara doğru yolları gösteren ve göstermeleri için elçiler ve peygamberler gönderen Yüce Tanrı, aynı zamanda onları, eğri yollara da sürükler, saptırır; bu itibarla O’nun işlerine akıl erdirmek zordur.
Madem ki insan, bu alemde başıboş bırakılmamıştır, yani dizginleri Tanrı’nın elindedir, öyleyse onu, daima hayra yöneltmiş olmakla Tanrısal lütuf ve inayet daha cömertçe gerçekleşmiş olmaz mı? Tüm varlıkların kaderi, Tanrı’nın öncel planına göre çizilmişse, bir taraftan bu planı, kendisinin bir daha değiştirememesi, yani değiştirme gücüne sahip olamasına karşın, sanki acizmiş gibi değiştirememesi, iman bakımından birtakım saçma düşünceleri doğurur.
Neden aramak, doğal ve sosyal etkenlerin insan üzerindeki etkilerini çözümlemek, mutluluk ya da felaketlerinin gerçek kaynağını araştırmak ve bulmak gibi işler, ancak olumlu bir anlayışın geliştirdiği zekalara nasip olmaktadır.
Bir Tanrı bile mukadderata karşı gelmez.
Herodot
Herodot
Konfüçyus, bir aforizmasında, Günah işleyenlerin gökyüzüne karşı yalvarıp yakarmalarını kimse dinlemez. demek suretiyle, duanın önüne geçmek istemiş ve en doğru bilgeliğin, Bütün kalbimizle insanlara karşı yapmak zorunda olduğumuz ödevleri yerine getirmek ve gizli varlıklara karşı saygıda kusur etmeyerek olabildiği kadar onlardan uzaklaşmak olduğunu bildirmişti.
Günah işleyenlerin gökyüzüne karşı yalvarıp yakarmalarını kimse dinlemez.
Konfüçyus
Konfüçyus
Bugünkü toplumsal düzende, ibadet ancak ihtiyarlarla işi gücü olmayan mistik ruhların ve her çeşit bilgiden ve hatta okuyup yazmadan habersiz olan kişilerin oyalanmalarına ve kendilerini avutmaya hizmet eden bir alışkanlık eylemi olmuştur. Bunların çoğu, Arapça olan namaz surelerini ezberinden bile doğru okuyamayan, hele anlamlarından hiç haberi olmayan kişilerdir.
Hz. Muhammed zamanında günlük namaz sayılarıyla bunların zamanları saptanmış değildi. Bugün bildiğimiz namazlarla bunların rekat sayıları, farz ve sünnetleri, sonradan düzenlenmiştir.
Hiç kimse kendi dinini kendi bilgi ve iradesiyle seçmiş değildir. Bu itibarla dinler, toplumların bir geleneği veya adetiymiş gibi sosyal bir kurum olma sıfatını hiç bir zaman yitirmemiş ve yitirmeyecektir.
Aydınların, hatta din adamlarının bile, önemli bir çoğunluğu dinsel hayatın yalnız tinsel atmosferini koklamakla yetinirler. Bunların bir kısmı, sakal bırakır, bir kısmı başlarına geçirdikleri berelerle, ellerindeki tespihlerle, yürüyüş ve bakışlarının mistik özellikleriyle ve nihayet ağızlarından hiç de eksik etmedikleri Allah sözcüğüyle kendilerinin kutsal bir aleme mensup olduklarını ilan ederler.
Tarih, din adına yapılmış olan cinayetleri, iman adına yapılmış kutsal hizmetler gibi gösteren canilerin asla cezalandırılmamış olduklarını gösterir. Kendi yaşamakta olduğu çevrede, bu ilkel inançların türlü haksızlıklarını yakından görmüş ve anlamış olan Hz. Muhammed, Biz atalarımızdan böyle gördük diyerek eski imanlarını terk etmeyenlerle savaşmış ve insanlığı, İslam imanını benimsetmeye davet etmiştir.
Akılsal ve deneysel belgelerle ispatına ihtiyaç duymadan, görünmeyene, harikaya, hatta olamayacak olana, normal bir zihnin kuşkulanmamasına olanak bulunmayan şeylere, gerçekmiş gibi gönülden bağlanmaya iman denilir.
İslam dininde değilse de İslam toplumlarında, halkın genel inançlarından biri de, herhangi bir haksızlık ya da kötülük yapan kimselerin cezasını kendileri çekmeseler bile çocuklarının çekeceğine emin olmaktır; nitekim bir deprem, sel baskını, salgın hastalıklar, kıtlık vb. gibi büyük felaketlerin de, bir toplumda baş gösteren bazı ahlâksızlıkların cezası olduğuna inanılır; yani bunlar, suçsuzu ayırmayan Tanrısal öfkenin zorunlu bir sonucu sayılır.
Tanrı’nın kendisi müstesna olmak üzere her şey Tanrı’ydı.
Bossuet
Bossuet
Her ulusun mutlaka bir dini vardır. Fakat bunların, birbirininkine benzemeyen yönleri dolayısıyla hiç biri, ötekilerin dinini beğenmez, hatta kendilerinden başka ulusları kâfir sayarlar. Böyle bir inanca sahip olanların, karşılıklı olarak birbirini kâfirlikle suçlamaları yüzünden tüm insanlığın küfür içinde yüzdüğünü kabul etmek zorunlu olur. Bu bencil ve dar görüşten yalnız Çinlilerin kurtulmuş olduğu anlaşılmaktadır.
Hz. Muhammed, ahrette zengin olabilmek için, Hz. İsa gibi, bu dünyada yoksul ve sefil kalmayı asla salık vermiş değildir. Sadakaya dinsel ve ahlâksal bir değer veren ve hatta bunu takvanın koşullarından sayan Peygamber, her halde Müslümanların sadaka ve zekat verebilecek denli zengin olmaları gerektiğini savunmuş ve hayra da sarf edilmek için zenginliğini istemiş ve beğenmiştir.
Parmaklarıyla dilediği kadar su akıtma mucizesini gösteren bir peygamberin, niçin bu duaya izin verdiği ya da ihtiyaç duyduğu açıklanamaz. Bilim ve teknik bugün çöllerde buz yapıyor; müşrik beldelerinde duasız feyiz ve bereket akıp gidiyor. İslamlar ise, sefalet ve ıstırapların, bilgisizlikten, saçma inançlardan ve ahlâksızlıkla tembellikten doğduğunu bir türlü anlamıyor.
Meryem’in akrabasından ihtiyar Zekeriya’nın karısı Elizabet de kısır ve 60 yaşındayken Yahya peygamberi babasız doğurmuş ve her iki kadına da ana olacaklarını bir melek müjdelemişti.
Kur’andan, Hz. Musa’nın kekeme olduğunu öğreniyoruz. (Taha, 26-28) Hz. Musa’nın ricası üzerine Tanrı, kendisine kardeşi Hz. Harun’u yardımcı olarak veriyor.(Taha, 30-31). Kendisine peygamberlik görevini, Kızıldenizi yaracak denli güçlü mucizeleri bağışlamış olan Yüce Tanrı, neden onun dilini düzeltmemiştir?
Hz. Muhammed, kendi kavmine peygamber olarak sunduğu zaman, ondan devamlı mucize göstermesini istemişlerdir. Peygamber, Tanrı’nın kendisine böyle bir lütufta bulunmadığını itiraf ettiği halde, daha kendi sağlığında bile ona, sanki gerçekten göstermiş gibi, birtakım mucizeler yüklemekten çekinmediler.
Başlangıçta tamamıyla ulusal bir devrimin büyük ülküsü gibi görünen Müslümanlık başarıya ulaştıkça, evrensel bir egemenlik amacını gütmüş ve Kur’an, Arapçanın her yerde üstün, yaygın ve egemen olması için bu dille ifade edilmiştir. Zaten Hz. Muhammed, Arapçadan başka bir dil de bilmediğinden, Kur’anın yabancı bir dille ifade edilmesine de olanak yoktu.
Çağımızın ilkellerinden bir kısmı, ölülerini yemek suretiyle hem ölmezliği sağlar, hem de en büyük saygıyı göstermiş olurlar. Strabon da, İrlandalıların vaktiyle ebeveynlerini yedikleri anlatılır. Darius, Hint ilkelerini bu ölü yiyiciliğinden vazgeçirememiştir. Bazı Amerika ve Afrika ilkellerinin de ebeveynlerini pişirip kızartarak yedikleri bilinmektedir.
Dünya için az çok zorunlu olan aklın bazı kısımlarını kaybetmeden, öteki dünya hakkında belirgin bir fikir edinilemez.
Kant
Kant
Müslümanlar, Tanrı sevdiği kullarına bu dünyada eziyet eder, sevmediklerini de bu dünyada aziz eder formülünü bularak kendilerini teselli ediyorlarsa da, Yaradanın böyle haksız ve batıl bir ilkeye göre hareket ettiğini kabul etmek pek de kolay değildir.
Bazı insanlar, hiç suçlu olmadıkları halde, kör, sakat, budala veya deli olarak dünyaya gelmektedir; bu, suçlu ebeveyni cezalandırmak için oluyorsa, bu afetlere tutulmuş olan zavallıların suçları nedir?
İnsanlar, kendi kin, öfke ve nefretlerinin sonucu olan öç alma ve cezalandırma isteklerini, Tanrı aracılığıyla gerçekleştirmek için cehenneme ihtiyaç duymuşlardır. Yoksa, Yüce Tanrı, kullarını cezalandırmaktan hoşlanacak denli kendi eserini ceza görmeye layık bir çirkinlikte yaratmaz. Denebilir ki, insanların birbiri yüzünden çektikleri acıların, uğradığı haksızlıkların bu dünyada önüne geçme olanaksızlığını kavramış olan insan zekası, tesellisini, ahrette gerçekleşecek olan bir Tanrısal adalete bağlamıştır.
Vaktiyle papalar, safdil, bağnaz ve zengin Hristiyanları soymak için türlü cennetlerin anahtarlarını satar, tapularını verirlerdi.
Tanrı kullarına bu dünyada neyi haram etmişse, cennette onların hepsini tatmalarına müsaade edecektir; yani orada haram ve günah olan hiç bir şey yoktur. Sanki, Yüce Tanrı, insanlara dünyamızdaki nimet ve mutlulukları burada veremezmiş ve veremiyormuş da ahretteki nimet ve mutlulukları özlemek ve onlara imrenmek için, buradakileri bir fani ve aldatıcı örnek olarak yaratmış gibi, ruhları öteki dünyaya yöneltmeye mecbur bırakmıştır.
Bir hadise göre, Tanrı, peygamberlerin cesetlerini yemeyi bu toprağa haram kılmıştır. ve Hz. Muhammed, Miraç’ta, Hz. Musa’yı kabrinde veya kendisine verilmiş olan makamda ibadet ederken görmüştür. Bu hadis doğruysa, herhangi bir peygamberin, mezarın içinde cesedinin asla çürümemiş olması gerekir.
Mehdi, mustarip insanların, yaşadıkları dönemleri beğenmeyenlerin, toplum düzenini değiştireceğini umdukları bir kurtarıcı hayalinden başka bir şey değildir. Mehdi diye ilân etmiş olan birçok yobazların, uluslarına yapmış oldukları kötülükler, tarihsel gerçeklerdendir.
İslam dininde adı geçen şeytan Hz. Muhammed’den binlerce yıl önce Doğu ve Batı’da aynı sistem ve motiflerle işleyerek mistik hayal gücünün verilerinden başka bir şey değildir; ve Peygamberimiz kendi ahlâksal ülkülerini, ulusunun ve aralarında yaşadığı Hristiyanlarla Musevilerin temel inançları üzerine inşa etmiştir. O, bu yolda karşılaşacağı zorluk ve engelleri azaltmak için, halkın öteden beri bağlanmış olduğu batıl inançlara desteklik eden imgelerle terimleri kullanarak, kendi ülküsüne anlaşılabilir bir renk vermek zorundaydı.
Şeytana günah işleten, onu insanları baştan çıkarmaya memur ve şeytanın bu konudaki isteklerini kabul ederek kıyamete kadar kötülük etmesine izin veren Yüce Tanrı’nın kendisi olduğu halde, cehennemi onunla ve ona uymuş olanlarla dolduracağına dair olan ihtarlar, laik adalet ilkesine aykırı bir haksızlıktır.
Filipin adalarına tren geldiği zaman, bu adaların o günkü insanları, bu büyük ve hareket eden makineyi görünce, Tanrı sanmışlar, yerlere kapanarak korku içinde tapınmaya koyulmuşlardır. Beyazlara ilk rastlayan kızılderililerin durumu da böyle olmuştur.
Çağdaş tefsirci ve Tanrıbilimciler, melekleri, olay ve varlıkların tinsel nedenleri saymakta, onları büsbütün inkâr etmeye cesaret edememekle birlikte, zihinleri bu inkâra hazırlamaya çalışır gibi görünmektedir.
Eski Yunan lahitlerinde görülen neşeli dansözler, Etrüsklerin mezar taşları üzerindeki ziyafet resimleri, ölümü bir felaket saymadıklarına delalet eder. Bazı yerlerde hâlâ mezarlıklarda piknikler düzenlendiğine bakılırsa, onların da ölümü bir bayram saydıkları anlaşılır.
Canlı bir yanılma, ölü bir gerçeklikten daha iyidir.