Sigmund Freud kitaplarından Haz İlkesinin Ötesinde Ben ve İd kitap alıntıları sizlerle…
Haz İlkesinin Ötesinde Ben ve İd Kitap Alıntıları
Uçarak ulaşamadığımıza, topallayarak ulaşmamız gerekir.
Tüm yaşamın hedefi ölümdür.
Net.
Tüm yaşamın hedefi ölümdür.
Insan kendi olarak saldırgan bir canlı değildir. Demek ki homo sapiens evriminde avcı toplayıcı üretim
tarzından tarıma geçme ve toprağı koruma zorunluluğuyla birlikte
saldırganlığın artmasının da gösterdiği gibi insanlar arasındaki saldırganlığın kökeninde nimetlerin bölüşümü savaşı yatar ve bu nimetlerin büyük bir bölümü de hâlâ kambriyen dönem öncesi zamanlardaki tekhücreliler için olduğu gibi yüksek eneıji değerli elektronlardan ve DNA molekülünün içerdiği programın sürekliliğini korumadan ibarettir.
Organizmaların yaşam sürelerinin ve ölümlerinin A. Weismann’
ın çalışmalarında ele almış yöntemi bizim için en ilginç olanıdır.
Bu araştırmacıda canlı madde biri ölümlü, biri ölümsüz olmak üzere
iki yarıya ayrılmaktadır. Ölümlü olan dar anlamıyla vücut, Soma’dır;
yalnızca bu madde doğal bir ölüme tabidir ama tohum hücreleri, be-
lirli uygun koşullarda yeni bir birey olarak gelişebilecek durumda oldukları sürece ya da bir başka deyişle kendilerini yeni bir soma ile
çevreleyebilecek durumda oldukları sürece potansiyel olarak ölümsüzdürler.
Ruhta haz ilkesine yönelik güçlü bir eğilim bulunmaktadır ama bu daha başka güçler ya da ilişkilerle çatışmaktadır ve sonuç her zaman haz ilkesine uygun olmayabilmektedir
Uçarak ulaşamadığına topallayarak ulaş.
Kitap der ki topallamak günah değildir.
Uçarak ulaşamadığımızda, topallayarak ulaşmamız gerekir
Ama hedefe yöneliş her zaman hedefe ulaşmak demek değildir, çünkü genellikle hedefe ancak yaklaşık olarak ulaşılabilir.
Tüm yaşamın hedefi ölümdür.
Tüm yaşamın hedefi ölümdür.
Ben esas olarak dış dünyanın, gerçekliğin temsilcisiyken, üstben onun karşısına iç dünyanın, idin temsilcisi olarak çıkar. Ben ve ideal arasındaki çatışmaların nihai olarak, gerçek olanla ruhsal olan arasındaki, dış dünyayla iç dünya arasındaki zıtlıkları yansıttığını söylemeye hazırız artık.
Toplumsal ya da etik değer yargılarımızı hep yanımızda taşımaya alışık olduğumuzdan, bayağı ihtirasların faaliyet alanının bilinçdışı olduğunu öğrenmek bizi şaşırtmaz.
Tüm yaşamın hedefi ölümdür.
Ben, tutkuları içeren idin aksine, akıl ve sağduyu olarak adlandırılabilecek şeyleri temsil eder. Onun idle ilişkisi, atın üstün gücünü dizginleyecek olan binici gibidir.
Herkes keyfince dürtüler ve temel dürtüler ileri sürüyor ve onlarla eski Yunan filozoflarının su, hava, toprak ve ateşten oluşan dört elementle oynadığı gibi oynuyordu.
Eğer insan kendisi de ölmek, sevdiklerini de önceden ölüm yüzünden yitirmek zorundaysa, o zaman ölümün kaçınılabilir bir rastlantı değil, acımasız bir doğa yasası, yüce bir zorunluluk olduğunu düşünmeyi tercih eder.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Tüm yaşamın hedefi ölümdür.
İnsanlarda mükemmelleşme yönünde bir içgüdünün bulunduğu, şu anki entelektüel gelişmişlik düzeyi ve yüksek ahlaki seviyeye de bu sayede ulaşıldığı ve bunların ileride de kaydedeceği gelişmelerin bizi üstün insan olmaya yaklaştırabileceği fikrini terk etmek birçoğumuz için hayli güç olabilir. Ancak yine de ben böyle herhangi bir içsel içgüdünün var olduğuna inanmıyor ve bu iyimser yanılsamayı muhafaza etmek için de herhangi bir yol göremiyorum.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Uçarak ulaşamadığımıza, topallayarak ulaşmamız gerekir.
Şayet yaşayan bütün canlıların içsel nedenlerden dolayı öldüğünü – bir kez daha inorganik bir hal aldığını – hiçbir istisnası olmayan bir kural, bir gerçek olarak kabul edersek o zaman ‘Yaşamın yegane amacı ölümdür’ cümlesini telaffuz etmek zorunda kalırız. Ve bu cümleyi tersinden okuyacak olursak da ‘Cansız varlıklar, canlı varua lıklardan önce de vardı’ cümlesiyle karşı karşıya kalırız.
Tabiatına yönelik olarak hiçbir mefhum oluşturamadığımız bir gücün eylemi ile zamanın bir noktasında cansız maddenin içinde yaşam özellikleri uyanmıştır. Belki daha sonraları yaşayan maddenin belli bir katmanında bilincin oluşup gelişmesini sağlayan da buna benzer türde bir süreç olmuştur. O zamana kadar cansız olan maddede o anda ortaya çıkan gerilim, yavaş yavaş kendi kendini ortadan kaldırmaya çalışacaktı. Ve bu şekilde ilk içgüdü ortaya çıkmış oldu: Cansız duruma geri dönme içgüdüsü.
Bir iç güdü, yaşamakta olan varlığın, dışsal zorlayıcı güçlerin baskısı altında terk etmeye mecbur kaldığı önceki bir durumu, organik yaşamda yeniden tesis etmeye yönelik bir dürtüdür.
Herkes istediği kadar içgüdü veya Temel içgüdüyü eline alıp ,onlarla antik Yunan doğa filozoflarının dört ana element olarak nitelendirdiği toprak ,hava, ateş ve su ile oynadığı gibi oynuyordu.
yaşamın yegâne amacı ölümdür .
Sistemin suskunlaşan duygusal yatırımı ne kadar çoğalırsa bağlama gücü o derecede artıyordur.
Bu tür örneklerden bir ders çıkartmaya çalışmalı.
Melankolideki ölüm korkusunun tek açıklaması vardır: Ben, üstben tarafından sevilmek yerine nefret edildiğini ve zulme uğradığını hissettiği için kendinden vazgeçer.
Bir sınır olgusu olarak ben, dünya ile id arasında arabuluculuk yapmak, idi dünyaya uygun hale getirmek ve kas eylemleri yoluyla da dünyayı id isteklerine uydurmak ister. İdin yalnız yardımcısı değil, aynı zamanda boynu büyük kölesidir, efendisinin sevgisi için çabalar durur.
Benin işlevsel önemi, devingenlik üzerinde kontrolün normal olarak ona düşmesinde ifade bulur. Onun idle ilişkisi, atın üstün gücünü dizginleyecek olan binici gibidir, ama bir farkla; binici bunu kendi gücüyle yapmaya çalışırken, ben ödünç alınmış güçlerle çalışır. Tıpkı attan düşmek istemediği için başka çare kalmadığında, atın onu kendi istediği yere götürmesine razı olan binici gibi, ben de idin isteklerini, kendi istekleriymişçesine eyleme geçirmeye gayret eder.
Eğer insan kendisi de ölmek, sevdiklerini de önceden ölüm yüzünden yitirmek zorundaysa, o zaman ölümün kaçınılabilir bir rastlantı değil, acımasız bir doğa yasası, yüce bir zorunluluk olduğunu düşünmeyi tercih eder. Ama belki de ölmenin içsel yasallığına olan bu inancımız ‘varoluşun ağırlığına katlanabilmek için’ bizim uydurduğumuz bir yanılsamadan ibarettir. Çok ilksel bir inanç olmadığı kesindir bunun; ilkel halklar için ‘doğal ölüm’ kavramı yabancıdır. Aralarında her ölümü bir düşmanın ya da kötü bir ruhun etkisine bağlarlar.
Yenilik her zaman hoşlanmanın koşulu olacaktır.
İnfantil ruhsal yaşamın en erken dönem aktiviteleri arasında yer aldığını ifade ettiğimiz ve aynı zamanda psikanalitik tedavilerde de rastlanılan tekrarlama zorunluluğunun dışavurumları hayli yüksek seviyede bir içgüdüsel karakter sergiler ve haz prensibiyle aksi yönde hareket ettikleri zaman da işin içinde şeytani bir güç olduğu izlenimini verirler. Çocuk oyunları vakalarında, çocukların nahoş tecrübeleri tekrarlamasında, onları pasif bir biçimde sadece tekrar yaşamakla yetinmektense aktif olarak güçlü bir izlenimin üzerinde tam anlamıyla hakimiyet kurmak istemeleri de ilave bir neden teşkil etmektedir. Ve her bir yineleme de arayışı içinde oldukları hakimiyeti güçlendiriyor görünmektedir. Çocuklar kendilerine haz veren tecrübeleri de son derece sıklıkla tekrarlayabilirler ve her tekrarın birbiriyle aynı olmasına yönelik ısrarlarında da tam bir doyumsuzluk sergilerler. Fakat bu karakter özelliği daha sonra kaybolacaktır. Şayet bir espri ikinci bir defa duyulacak olursa neredeyse hiçbir etkisi olmaz. Sahneye konan teatral bir gösterinin, ikinci kez sergilendiğinde birincisi kadar güçlü bir izlenim yaratması hiçbir zaman mümkün olmaz. Hatta yetişkin bir insanı, okurken son derece büyük bir keyif aldığı bir romanı, bitirdikten sonra ikinci bir defa okumaya ikna etmek hayli güçtür. Yenilik ise her zaman için keyif verici bir durum olmuştur. Fakat çocuklar, bir yetişkinden, kendisinin onlara göstermiş veya onlarla beraber oynamış olduğu bir oyunu tekrarlamasını istemekten hiçbir zaman bıkmazlar; bu durum ta ki en sonunda onlar da bıkkınlık duyma aşamasına gelene kadar sürer gider. Ve şayet bir çocuğa hoşuna giden bir hikaye anlatılacak olursa daha sonra kendisine yeni bir tane anlatılmasındansa aynı hikayeyi tekrar tekrar dinlemekte ısrar eder; her tekrarın birbirinin eşi olmasını acımasızca şart koşar – ve anlatan kişinin yanılarak yapmış olabileceği değişiklikleri de hemen fark edip düzeltir – her ne kadar onlar, kimi zaman, çocuğun takdirini yeni baştan kazanmak için yapmış olabilseler bile. Bunların hiçbiri de haz prensibine ters düşen şeyler değildirler; yinelemenin, bir şeyi aynı biçimde tekrar tekrar tecrübe etmenin başlı başına bir haz kaynağı olduğu açıkça ortadadır.
Amaca olan eğilim, o amaca ulaşıldığını belirtmez ve amaca ulaşmanın tek yolu yaklaşmaktan geçer.
Varoluşun üstümüzdeki ağırlığına dayanabilmek için uydurduğumuz bir yanılsamadır belki de ölüm.
Uçarak ulaşamadığımıza, topallayarak ulaşmamız gerekir.
Hiç kuşku yok ki, bilinçli ve bilinçsiz egonun gösterdiği direnç, haz prensibinin egemenliği altında bulunur ve baskılanmış şeyin özgürlüğe kavuşması halinde ortaya çıkacak olan hoşnutsuzluklardan kaçınmaya çalışır.
Haz İlkesinin Ötesinde’nin tartışmalı tezlerinden biri de saldırganlığın, ölüm dürtüsünün başlangıçta bireyin kendisine yönelik olduğu, ancak sonradan Klein’ın iyice vurguladığı gibi savunmaya yönelik olarak dışarıya (başka insana) çevrildiği şeklinde özetlenebilir.
Kısa bir anlatımla mazoşizm birincildir; ancak sonradan dışa çevrilerek sadizm halini alır. Freud, insanda tespit ettiği bu güçlü ölümsever özelliği haz ilkesinden daha köklü ve gizemli, güçlü bir eğilime bağlar; canlılığın temelinde cansız maddeye dönmek için güçlü bir yönelim vardır. Freud’a göre canlılığa ilişkin bilgilerin çok daha ulaşılabilir olduğu günümüzde bu spekülasyonların ilginç bir haklılık payı olduğunu kabul edebiliriz; gerçekten de canlı bir organizmayı oluşturan mükemmel örgütlenmenin (düzenliliğin) bozulması yönündedir. Canlılık ise genetik program gereği entropinin (dolayısıyla düzensizliğin) artmasına karşı direnen fiziksel bir sistemdir. Demek ki biraz zorlamayla da olsa Freud’un canlılıkla ilgili olarak ileri sürdüğü gizemli spekülasyonların ilginç sezgileri dile getirdiğini düşünebiliriz.
İd ve gerçeklik arasındaki konumuyla sık sık dalkavukluk, oportünistlik ve yalancılık yapar; gerçeği görmesine karşın kamuoyuna yaranmak zorunda kalan bir politikacı gibidir.
Bir insan kendi saldırganlığını ne kadar kontrol ederse, idealinin kendi benine karşı saldırganlık eğilimi o denli yükselir. Bu kendi benine karşı bir yer değiştirme, bir dönüş gibidir. Ancak sıradan, normal ahlak bile sert bir şekilde kısıtlayıcı ve zalimce yasaklayıcı karakter taşır. Acımasız, cezalandırıcı bir yüce varlık kavramı da buradan kaynaklanmaktadır.
Normal insanın yalnızca sandığıdan daha ahlaksız olmayıp aynı zamanda bildiğinden çok daha ahlaklı olduğu şeklindeki paradoksal önerme ileri sürülecek olursa, bu yargının ilk yarısına bulgularıyla destek sağlayan psikanalizin, ikinci yarısına bir itirazı olmayacaktır.
Üstben, benin bir zamanlarki zayıflık ve bağımlılığının bir anıtıdır ve egemenliğini olgun ben üzerinde de sürdürür.
Tabii ki ben ideali ya da üstben, ebeveynimizle ilişkilerimizin bu temsili, aradığımız yüce varlıktır. Henüz küçük bir çocukken bu yüce varlığı tanıdık, hayran olduk, ondan korktuk ve sonradan onu benimsedik.
Toplumsal ya da etik değer yargılarımızı hep yanımızda taşımaya alışık olduğumuzdan, bayağı ihtirasların faaliyet alanın bilinçdışı olduğunu öğrenmek bizi şaşırtmaz;
Bilinçli ya da bilinçdışı olma özelliği, derinlik psikolojisinin karanlıklarındaki tek ışık kaynağıdır.
İnsan kendi kuramının ancak geçici bir geçerliliği olduğunu unutmamalıdır.
Yaşamın bekçileri aslında ölümün muhafızlarıdır.
“Tüm yaşamın hedefi ölümdür.” Bunun tersinden. alırsak da şunu söyleyebiliriz: “ cansız varlıklar, canlılardan önce vardı.”
Biz haz ve hoşnutsuzluğu, ruhsal yaşamda bulunan -ancak herhangi bir biçimde “bağlı” olmayan- uyarılmanın niceliğiyle ilintilendirmeye karar verdik; öyle ki hoşnutsuzluk bu nicelikte bir artışa, haz ise bir azalışa denk gelir.
İnsan kültürlerine ulaşan canlılık örgütlenmesinin üç buçuk milyar yılda katettiği mesafe sadece bir arpa boyu kadar bir ilerleme gibi görünüyor
Belki de ölmenin içsel gerekliliğine olan inanç, aslında varoluşun üstümüzdeki ağırlığına dayanabilmek için uydurduğumuz bir yanılsamadır. Bu inanç, çok da ilkel bir inanç değildir. İlkel topluluklar, doğal ölüm kavramına pek yabancıdır. Topluluk içinde gerçekleşen her ölüm olayını bir düşmana ya da şeytani güçlerin etkisine bağlarlar.
Dürtü kontrolü ve ahlak açısından, idin tümüyle ahlak dışı olduğu söylenebilir; ben ahlaklı olma çabasındadır, üstben ise aşırı ahlaklıdır ve ancak idin olabileceği kadar zalim olabilir.
suçluluk duygusu hastaya karşı dilsizdir, ona suçlu olduğunu söylemez; hasta kendini suçlu değil, hasta olarak hisseder.
üstben Oidipus kompleksinin mirasçısıdır, yani bene giren en önemli nesneleri o sunmuştur.
köyün tek demircisi ölümü hak eden bir suç işlediğinde, köyün üç terzisinden birinin asıldığı fıkra akla geliyor.
Ben esas olarak dış dünyanın, gerçekliğin temsilcisiyken, üstben onun karşısına iç dünyanın, idin temsilcisi olarak çıkar.
Bir şey nasıl bilinçli olur? sorusu, Bir şey nasıl bilinçöncesi olur? biçiminde sorulduğunda daha faydalı olacaktır.
Uçarak ulaşamadığına topallayarak ulaş.
Kitap der ki topallamak günah değildir.
haz ilkesi ruhsal aygıtı tümüyle tepkisiz kılmak ya da onun uyarılmasını olabildiğince sabit ya da düşük tutmak görevini yüklenen bir işlevin hizmetinde bulunan bir eğilimdir.
ben dürtüleri cansız maddenin canlanmasından kaynaklanmaktadır ve cansızlık durumunun yeniden oluşturulmasını istemektedirler.
Bütün yaşayanların içsel nedenlerle öldüğünü, inorganik olana geri döndüğünü hiç istisnası olmayan bir deneyim olarak kabul edersek sadece şunu söyleyebiliriz: Tüm yaşamın hedefi ölümdür.
Uyarı kalkanını delecek kadar güçlü gelen dış uyaranlara travmatik adını veriyoruz.
Bendeki birçok şey, özellikle de benin çekirdeği adı verilebilecek olan şey kuşkusuz ki bilinçdışıdır
Kaygı, kaynağı bilinmese de bir tehlike beklentisi ve buna hazırlanma durumunu tanımlar. Korku, korku duyulacak bir nesneyi gerektirir. Ama dehşet hazırlanmaksızın tehlikeye düşüldüğü zaman girilen durumu anlatır ve şaşırma etkenini vurgular.
Hissettiğimiz hoşnutsuzluğun çoğu algısal hoşnutsuzluktur; kah doyurulmamış dürtülerinin baskısının algılanmasından kaynaklanır, kah kendiliğinden acı verici olan, ya da ruhsal aygıtta hoş olmayan beklentileri uyaran dış algılardan kaynaklanır.
haz ilkesi, haz kazanma amacını elden bırakmadan doyumun ertelenmesi, kimi doyum olanaklarından vazgeçilmesi ve bir süre hoşnutsuzluğa katlanmak gibi uzun ve dolambaçlı yollardan hazzı sağlayan ve gücünü gösteren gerçeklik ilkesi ile yer değiştirir.
Ruhta haz ilkesine yönelik güçlü bir eğilim bulunmaktadır ama bu daha başka güçler ya da ilişkilerle çatışmaktadır ve sonuç her zaman haz ilkesine uygun olmayabilmektedir.
Her ne kadar anne-çocuk ilişkisi büyük kültürel farklılıklar gösteriyorsa da, bu ilişki geniş ölçüde fizyolojiktir.
insan saldırganlığını özerk bir dürtü olarak değil, kaçınılmaz oral ve genital rekabetin bir parçası olarak; dolayısıyla dürtüsel değil tepkisel mahiyette değerlendirme eğiliminde olduğumu ayrıca belirtmeme gerek yok.
Freud, insanda tespit ettiği bu güçlü ölümsever özelliği haz ilkesinden daha köklü ve gizemli, güçlü bir eğilime bağlar; canlılığın temelinde cansız maddeye dönmek için güçlü bir yönelim vardır.
hiç kimse saldırganlıktan muaf değildir.
Eros ve ölüm dürtüleri onun içinde savaşmaktadır.
Melankolideki ölüm korkusunun tek açıklaması vardır. Ben, üstben tarafından sevilmek yerine nefret edildiğini ve zulme uğradığını hissettiği için kendinden vazgeçer.
benin eylemle ilişkisi, onayı olmaksızın yasa çıkartılamayan ama parlamentonun önerilerine karşı vetosunu kullanmadan önce çok fazla düşünen meşruti bir kralın durumu gibidir.
beni üç efendiye birden hizmet etmek zorunda olan ve bu yüzden de, dış dünyadan, idin libidosundan ve üstbenin sertliğinden gelen üç yönlü tehlikeye göğüs germeye çalışan zavallı bir yaratık olarak görüyoruz.