İçeriğe geç

Hayır… Kitap Alıntıları – Adalet Ağaoğlu

Adalet Ağaoğlu kitaplarından Hayır… kitap alıntıları sizlerle…

Hayır… Kitap Alıntıları

&“&”

Yaşları düşünmemek gerek. Düşünmezsen, dilediğin yaşta olursun.
Herkesi, kendi küçük delilikleri ayakta tutar.
Neşe, kederden daha çok cesaret ister.
Hayatı hep anlamlı kılmaya çabalarken, Cyrano gibi, anlamsız bir biçimde yokolma, silinip gitme korkusu.
Bütün kötü Amerikan filmlerinde herkes birbirine durmadan," Seni seviyorum" diyor. Ayağa düşmüş sevgiler…"
Beni çağırışın öylesi güçlüydü ki, gelmemezlik edemedim.
Stavrogin’e ölüm, yazarına hayat.
Yazarın kendinde olmayanı tasarlayabileceğini sanmam. Ütopyalar bile ayak basacağı bir yer ister.
Hiçbir zaman gerçek bir başkaldırım olmadı. Hep özgürlüğün kıyılarında dolanıp durdum.
Hayat değişecekse, kendini değiştirebilenlerle değişecek, yinelenişe ayak uyduranlarla değil.
Hukuk olmayan yerde yargı, aşk olmayan yerde çocuk, hayat
olmayan yerde de ölüm.
Kitaplardan edinilen bilgiler önce kafadan geçiyor, hayattan öğrenilenler, önce yürekten."
Kalabalık adına her an, her dakika birşey yapmamak gerek. Çocuklar kucakta , hep kucakta taşınırlarsa, yürümeyi geciktirirler."
Faşizm de yalnız topla , tüfekle , insanların kıçına cop sokmakla olmaz. Haddini bilmezliğin , bırakın aydına , insana saygısızlığın her biçimi faşizmin ya kendisidir.
Her durumda Özgür kimliğimizi koruyabilmek ancak edimle söylenebilecek şu tek ve son söze bağlı: Hayır…
Biz hayatta yaşayamadıklarımızı yaşarız romanlarımızda.
Ve artık, istemeye istemeye, artık bıkkınlıkla yine de birbirimize sarılışlarımız. Bunun bir sığınış olduğunu hiç ele vermek istemeyerek. Yalnızlıktan ne kadar korktuk. Tek kalmaktan.
Cehennem başkaları değil. Cehennem artık kendimiziz…
Senin gördüğün güzellikler yalnız sanatta var, diyecek. Senin güzel bulduğun her şey, senin gözünün çizdiği tablolar, diyecek.
Ölümünde hayatı barındıran bütün yüzler güzel.
Bunu iyi başardık. Ayrılışı. Fakat, yeniden buluşmayı? Hayır, onu hiç iyi başaramadık.
Boşluk, bellek dümdüz. Tek iz yok. Tek anı, tek bugün, hiçbir yarın… Ayak değmemiş karlar denli dümdüz, apak bellek…
Tek kişilik tarihler hiçbir şeyin, hiçbir tarihin başlangıcı değildir. Ama iki kişilik tarihlerin bir ön söz olduğuna şimdi öylesi derinden inanıyorum ki.
Zaman insanları ayırabilir, ama asıl hayatın da ayırmasına neden izin vermeli? Biz birbirimizin dünü, bugünü, yarını değil miyiz?
Pek önemi yokmuş sanılan, yine de insanın yüreğini ince ince oyup duran…
Biz neden böyleyiz? Neden geçmişin tutsaklığından kurtaramıyoruz kendimizi?
Kitaplardan edinilen bilgiler önce kafadan geçiyor, hayattan öğrenilenler, önce yürekten
Hukuk olmayan yerde yargı, aşk olmayan yerde çocuk, hayat olmayan yerde de ölüm.
Her durumda özgür kimliğimizi koruyabilmek ancak edimle söylenebilecek şu tek ve son söze bağlı: Hayır
Hayatlarımız ne kadar başkalarına bağlıysa, ölümlerimiz de başkalarına bağlı…
Benim için bir şey yapılmasını istemiyorum.
bağlanış, sözveriş, önünde sonunda kopacak bir ilişki İstemiyorum.
Bana oyle gorunuyor ki, insanda bilinclilik durumu gelistikce, varoluscu sorgulama, kimliklere saldiriya karsi baskaldirma ve sonsuz ozgurlugu secme orani da yukselecektir.
Seni, yıllar boyu hiç olmadığı kadar çok düşündüm bu akşam. İyi, kötü, doğru, yanlış; fakat beynimdeki kaos ortasında kendi yerinde duran tek şeysin. Bu kaosu yalnız senin sesinle, senin var olduğunu bilmekle aşabileceğimi hissediyorum.
Bütün zamanları tek bir sözcüğe nasıl sığdırabilirim Aysel? Böyle bir sözcük henüz dillerin hiçbirinde yer almıyor. Bu sözcük, yalnızca içimizin dilinde var. Dışa vurulduğu an’da dağılıyor, o olmaktan çıkıyor; anlamından yoksun kalıyor.
İnsan, aklıyla akıldışılığa ulaştırdığı bu dünyada artık yalnızca kendine başkaldırmak durumunda kalmayacak mı?
Bir durakta bir şeyi, yalnız o şeyi beklemek ona hep, geri dönüşsüz bir selde sürüklenme duygusu verir. Ardından da Estragon, Vladimir’e Si on se quittait?" derdi, "ça ırakta peut-etre mieux?" Ayrılsak, belki daha iyi olur, ha?"

Ama kimse birbirinden ayrılamaz. Hep birlikte sürüklenilir. Beklenir. Zamansa hızlı akmakta. Zamanın dışında dikilmek, beklemek…

İnsan hayatta her zaman Godot gelmiş gibi yapıyor zaten.

İnsan iyiyi kötüyü birbirinden ayırınca, iç dünyası zenginleştikçe, beyniyle de doymak istiyor.
Kitaplardan edinilen bilgiler önce kafadan geçiyor, hayattan öğrenilenler, önce yürekten..
Kalabalık insanı denetler, olduğu gibi olmasını önler; kitlenin beklentilerine ters düşersek, kendimizi sisle çevrili bir sandalın ortasında, tek başımıza buluruz.
Hukuk olmayan yerde yargı, aşk olmayan yerde çocuk, hayat olmayan yerde de ölüm.
Başımı suyun yüzüne, battığım aynı noktadan çıkarmak istemiyorum artık.
İnsan hayatta her zaman Godot gelmiş gibi yapıyor zaten.
Tanrıya değil, akla inan, tanrının değil aklın yolundan giden insan, ölümden yeni bir tanrı yaratmaz. Tanrısı olmayan hayatın ölümü de yoktur. Fakat ya içsel özgürlük? Düşünsel faaliyet içindeki insanın, bütün zamanlar için taptığı bu Tanrı? Özgürlüğü onun varoluşunun tek nedeni. Özgürlüğü kurup korumak, bu çetin savaş, bütün savaşlar gibi ölümü içinde taşır.
Bence sanat, içinde yaşanılabilecek tek dünya.
Bana öyle görünüyor ki, insanda bilinçlilik durumu geliştikçe, varoluşu sorgulama, kimliklere karşı saldırıya başkaldırma ve sonsuz özgürlüğü seçme oranı da yükselecektir.
Bu ülke düşünce insanlarımızı yerden yere çaldı, onları vurdu, vuramadıklarını yaraladı, bilim yuvalarının dışına kovdu, yetmedi, vatan sınırlarının dışına kovdu ve eğer arada sırada da onlar için birazcık iyi bir şey yapmak zorunda kaldıysa, bunda da hep geç kaldı. Onların ya bunayacak kadar yaşlanmalarını, ya ölümlerini bekledi. Yaşlılar madalyaların ağırlığını nasıl taşısın? Ölüler güneşi ne yapsın?
Hiçbir düş, hiçbir tasarı, hiçbir özlem sandıklarda kalmamalı.
Tutum değişik, sonuç aynı: Herkesin hayatını yaşıyoruz. Farklılık sadece bir yanılsama; hepsi bu.
İnsan bir şeyi neden iki kez yaşasın canım! Bütün yinelenişler beni delirtebilir.
Geleceğin gerçeği, hem aydınlık, hem karanlık, yani parçalanmış bir gerçekliktir. Teknoloji, yaptığı kadar yıkmakta, yıktığı kadar da yapmaktadır.
Kimsenin kimseyi gördüğü yok. İnsanlar arasında kara kalın perdeler gerili. Perdelerin gerisinde herkes kendi derdinde.
İnsanlar birbirlerinin hayatını yıllarca işgal ettiklerinde, orada neredeyse kök saldıklarında bile, selamsız sabahsız, hiçbir açıklama yapmadan çıkıp gidebiliyorlar.
Hayat başka nedir ki? Alçakgönüllülük istiyor, kendini beğenmişlik değil.
..bağlanış, sözveriş, önünde sonunda kopacak bir ilişki.. istemiyorum.
.. üstelik onu hiç görmedim. Aşklar ancak böyle güçleniyor ve sürüyor(muş)..
Hayat değişecekse, kendini değiştirebilenlerle değişecek, yinelenişe ayak uyduranlarla değil.
Şimdi sana yazarken kendimi ışıklı bir hayata sıkı sıkıya tutunmuş gibi duyuyorum.
Ama hiç beceremedi; tek bir an’ın o en kısa sürenin romanını hiç yazamadı. yazamayacak da.&” çünkü anlar yazılamaz.&”
Yine de insan, bir kezcik olsun eliyle bir şeyi, ne bileyim , bir yaşamı tutmak, işte bu, budur, demek istiyor. Ya da karşıtı: Bir kezcik, bir şeyi , bir yaşamı , o , o olacağından emin, avuçlarından salıverilmek…
En çok gülenleri en fazla ciddiye almalıyız.
İşte bizi yalnız günlük ölçüler yönetiyor, biz kendimiz değil. Kimse kendine kalmıyor, kendinin efendisi olamıyor. Her şey darbelere, yarışmalara, ödüllere göre. Cehennem başkaları değil. Cehennem, artık kendimiziz…
Artık yiğitliğin , yüceliğin terazisi günlük politikanın güdük ölçüleri olup çıktı…Başka ölçü yok. Aykırı bir başkaldırı yolu yok. Üstümüze gaz döküp yakmak yok… Dökülenlerden elde avuçta kalanlarla yeniden başlamak…Yitirilmiş güçler, eskimiş güvenlerle… İşten atılmayı, hapse tıkılmayı göze almaktan başka karşı duruş yolu yok. Aykırı tek ses yok.
Hukuk olmayan yerde yargı, aşk olmayan yerde çocuk, hayat olmayan yerde de ölüm.
Bu ülkenin bütün insanları!
Ortada sıkıyönetim yasalarıyla ziyana uğramış tek kişi kalmayana dek sizleri, hep birlikte bu yalan yönetimin bütün buyruklarına, “ Hayır!” demeye çağırıyorum. Tarih önünde gerçekten suçlu olmak istemiyorsak, sırtımıza zorla binmiş olanların kendi kendilerine yaptıkları bütün uygulamalara , “Hayır!” diyelim. Üstlerine oturdukları omuzlarımızı altlarından çekelim.
Bir masal akıldışılığında olup biten her şey gerçek. Bir Ortaçağ zorbalığında yaşanan her şey gerçek.
Hiçbir düş, hiçbir tasarı, hiçbir özlem sandıklarda kalmamalı.
Tarihte hiçbirimizin gerçek bir başkaldırısı olmadı. Özgürlükler hep belli sınırlar içinde arandı. Özgürlük diye, din değiştirildi, tarikat değiştirildi, tiran değiştirildi. Bu sınırlar içinde ileri geri oynamalar uygarlık-ilkellik, kölelik-özgürlük sayıldı. Bu sınırın dışına çıkanlar, kendilerini gerçekten özgür kılanlar yalnızca sanatçılar ve deliler. Onlar dışında kimse, yönetenin dayattığı sürü hayatlarının güvencesinden yoksun kalmak istiyor. Yönetilmek rahat. Bu kolayımıza geliyor.

…Herkes kendine bir efendi seçiyor. Kendisi, yalnız kendisi olmaktan korkuyor.

İnsanlık çocuklarına çok renkli , fazla hareketli olduğu kadar da çok kırılıp dökülmüş , yaşlı bir dünya bırakmıyor mu acaba ?
Gerçekten anlaşılmayan bir şeyin, gerçekten alkışlanıp desteklenmesi mümkün mü ?
Kendi hayatını yaşayamayan, başkalarınınkini de öldürür.
Geçmişle ilintili her şey sürekli değer değişimine uğrayınca, şimdiyle, gelecekle ilgili her şey de aynı değer değişimine uğruyordu.
Herhangi bir gün gibi ayrıldık. Bunu iyi başardık. Ayrılışı. Fakat , yeniden buluşmayı? Hayır , onu hiç iyi başaramadık. Buluşmanın “herhangi bir şey” olması gerekmiyordu. Özel, olağanüstü bir gün… bir zaman…
Evimiz… seslenirizden boşalmış. Çıt çıkmıyor. Çiceklerden bir ses gelir diye umuyorum. Saatler geçiyor. Çıt çıkmıyor. Sarı mavi güneş…
Sana sadece “Hocam” diye seslensem , olmuyor. “Dostum” desem yetmiyor. Yalnızca sevgilim olsan, dünya bir yarım dünya. “Aşkım” demekte de bir yıpranmışlık var. Garip bir eskimişlik. Oysa ben , gençliğimde olduğundan da yeni , taptaze duygularla hissediyorum seni.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir