Yaşar Ateşoğlu kitaplarından Hayatınızı Değiştirecek Bilgelik Öyküleri kitap alıntıları sizlerle…
Hayatınızı Değiştirecek Bilgelik Öyküleri Kitap Alıntıları
Verin ama beklentiye girmeyin.
Sonra da tekrar yapabilecek olsak çok daha farklısını yapacağımızı düşünürüz.
Sokrates
Huzur, bütün bunların içinde bile yüreğinizin sükun bulabilmesidir.
Huzurun gerçek anlamı budur..
Üç gün sonra bir daha hiç duyamayacakmış gibi dinleyiniz sesleri.
Belki o zaman, her zaman bakıp da görmediğiniz, işitip de güzel bulmadığınız ne harikalarla karşılaşacaksınız.
“Yedi gerçek öğrendim” dedi öğrenci.
“Say” dedi başrahip, birincisi
“Dostluklar ikiye ayrılır, kalıcı dostluklar ve geçici dostluklar. Hayatta bir zorluk ortaya çıktığı anda bozulan dostluklar daha çoktur, kalıcı dostluklar çok azdır.”
‘İkincisi ”
“İnsanların çoğunluğu kalplerini ve beyinlerini geçici değerlere ayırmışlar. Bu değerler uğruna kendi gerçek niteliklerinden taviz vermekten, kötü şeyler yapmaktan çekinmiyorlar.”
“Üçüncüsü ”
“İnsanlar, amaçlarına ulaşmak için birbirlerini ezmekten çekinmiyorlar. Oysa başkasına kötülük yaparak elde edilen her şeyin geldiği gibi ellerinden gideceğini anlamıyorlar.”
“Dördüncüsü.”
“İnsanlar gerçekte tek bir anlamı, önemi olup olmadığını hiç düşünmedikleri, fakat değerli ve anlamlı saydıkları şeyler yüzünden birbirlerine zarar veriyorlar. Bu şekilde hayatı birbirlerine zehir etmeye alışmışlar.”
“Beşincisi.”
“Herkes yanlışın nedenini, başarısızlığın nedenini başkalarında arıyor. Kimse, başına ne geldiyse aslında kendi yüzünden geldiğini anlamıyor, kendi suçunu, yanlışını kabul edip düzeltmiyor.”
“Altıncısı ”
“İnsanlar helal lokmanın ve bölüşmenin değerini bilmiyor. En lezzetli lokmanın helal lokma olduğunu unutuyorlar. Vicdanları ve mideleri arasında kaldıkları zaman midelerini tercih ediyorlar.”
“ Yedincisi.”
“İnsanlar, bir şeye dayanmadan yaşama gücünü bulamıyorlar. Bu yüzden çoğu zaman anlamsız şeylere sarılıyor, güveniyorlar. Asıl sarılmaları ve güvenmeleri gereken, belki de tek duygunun sevgi olduğunu anlamamakta ısrar ediyorlar.”
“Güle güle” dedi başrahip; “artık yola çıkabilirsin, yolun açık olsun ”
O gayet sakin bir biçimde, diğer ayağındaki ayakkabıyı çıkardı ve az önce düşürdüğü ayakkabıya yakın bir yere fırlattı.
Talebelerinden birisi dayanamayıp sordu: “Neden böyle yaptınız?” gülümseyen bilgenin cevabı gayet basit ama hakikat yüklüydü:
“Demiryolunun üzerinde ayakkabının tekini fakir birisi bulursa diğer tekini de bulup giyebilsin diye
“Bugün en iyi arkadaşım yüzüme bir tokat attı.” Yürümeye devam ettiler. Gece olduğunda, yaktıkları ateşin yanında yemeklerini paylaştılar ve sonra da uyudular. Ertesi sabah yollarına devam ettiler. Fakat suları bitmek üzereydi. Neyse ki, sonunda bir vahaya ulaştılar. Doya doya su içtiler, mataralarını doldurdular. Sonra suda yıkanmaya karar verdiler. Tokat yemiş olan arkadaş, suyun balçıklı kısmına takıldı. Kendi başına kurtulamadığı gibi, gitgide batıyordu. Ama arkadaşı hemen atılıp onu kurtardı. Suda boğulmanın eşiğinden kurtulan arkadaş, biraz ötedeki bir kayanın yanına gitti ve kayanın üzerine şu yazıyı kazıdı:
“Bugün en iyi arkadaşım hayatımı kurtardı.”
Bir önceki gün en iyi arkadaşını tokatlamış, bugün ise onun hayatını kurtarmış olan arkadaşı sordu:
“Senin canını yaktıktan sonra, kumun üstüne yazmıştın, şimdi ise bir kayanın üstüne yazıyorsun, neden?”
Diğer arkadaşı ona şu cevabı verdi:
“Birisi bizi incittiğinde, bunu kumun üstüne yazmalıyız, ta ki affedicilik rüzgârları onu kolayca silebilsin. Fakat birisi bize iyilik yaptığında onu kayanın üstüne nakşetmeliyiz ki; ne öfke, ne intikam rüzgârları onu oradan hiç silemesin.”
“İnsanlar hazır oluncaya kadar onlardan bir sırrı saklamak istiyorum. Bu sır onların mutluluğudur. Sizce bu sırrı nereye saklayayım?”
Kartal söz aldı:
“Bana ver, Allah’ım; onu aya götüreyim.”
Yaratıcı, “Hayır!” dedi, “Bir gün gelir, oraya da giderler ve onu kolayca bulabilirler.”
Yunus balığı, “Onu okyanusların derinliklerine gömeyim, Allah’ım,” diye teklif etti. Yaratıcı, “Orada da rahatlıkla bulabilirler,” dedi.
Aslan ormanın derinliklerini, koyunlar ıssız meraları önerdi; ama Allah, hiçbirinin önerisini kabul etmedi.
En sonunda köstebeğin önerisi geldi:
“Allah’ım bu sırrı insanların içine koy,” dedi. Bu yüzdendir ki; her kim mutluluğu başka yerlerde ararsa, her zaman mutsuz olmaktadır.
“Dil, dünyanın en tatlı şeyi olduğu gibi en kötü şeyi de olabilir. Öfke ve yalan söyleyen diller insanları kırar, onları yanlışa yöneltir. Dilin söylediği yalanlarla bir toplum parça parça olur. Bütün silahlardan daha korkunç şekilde köyümüzü felakete sürükleyebilir.”
Bir zamanlar üç bilge bir araya gelip dünyanın en kısa anayasasını yazmaya koyuldular. İnsanın hareketlerine ve davranışlarına hükmeden kanunu gösterebilen kişi, dünyanın en bilge kişisi seçilecekti.
“Allah suçluları cezalandırır” diye teklif etti bilgelerden birisi. Tek cümleydi; kısa ve özdü. Fakat diğerleri bunun bir kanun değil bir tehdit olduğunu söyleyerek itiraz ettiler. Birinci bilgenin bu teklifi kabul edilmedi.
“Allah sevgidir” dedi ikinci bilge. Ama bu teklif de kabul görmedi, çünkü insanın görevlerini tam anlamıyla açıklamıyordu. Sonra üçüncü bilge tane tane şu teklifte bulundu:
“Kendinize yapılmasını istemediğiniz şeyi, başkalarına yapmayın.” Ve ilave etti: “Kanun budur; gerisi sadece yoruma kalmıştır.”
Diğer bilgeler de bu teklifi kabul ettiler. O bilge de zamanının en bilge kişisi seçildi
Senelerdir birbirlerini sevmelerine rağmen ikisi de sevgisinden hiçbir şey kaybetmemişti. Onları hiçbir şey ayıramazdı. Ne hasret, ne ayrılık ne de ölüm Genç adam telaşla saatine baktı. Sevdiği yine geç kalmıştı, bir dakika geç kalmıştı. Üstelik o, sevdiğini bekletmemek için dakikalarca önce koşarak geliyor, onu beklemeyi bile seviyordu. Ama sevdiği her zaman bunu yapıyordu. Devamlı kendisini bekletiyordu. Herkesin bir kusuru olurmuş diye düşündü.Ve gözlerini önündeki uçsuz bucaksız denize dikti. Denizin sonu yok gibiydi, tıpkı sevdiği kıza olan aşkı gibi denizin de sonu yoktu. Sonsuzluğa uzanıyordu.Aslında bugün onlar için çok özel bir gündü. Kendi aralarında sözleneceklerdi. Delikanlı önce bunu sevdiğine açmış, sonra da gidip iki tane yüzük almıştı. Bu kadar önemli bir günde bari onu bekletmemeliydi.Ama alışmıştı artık beklemeye, zararı yok biraz daha beklerim diye düşündü. Güllerin yaprakları nedense hâlâ ıslaktı. Bir türlü anlayamıyordu onları. Her şey bu kadar güzelken neden ağlıyorlardı ki? İşte az sonra sevdiği gelecek, ona sarılacak, kucaklaşacaklardı.Sonra söz yüzüklerini takıp, evliliğe ilk adımlarını atacaklardı. Genç adam öyle heyecanlıydı ki sevdiğine kavuşmak için can atıyordu. Martılara baktı, birbirleriyle oynaşıp, uçuşan martılara. Ne kadar güzel dans ediyorlardı havada. Tekrar saatine baktı genç adam. Endişelenmeye başlamıştı. Sevgilisi yine geç kalmıştı, hem de çok. Bu kadar geç kalmaması gerekiyordu. İşte her gün burada buluşmak için sözleşmiyorlar mıydı? Her gün sahile, martılara bakarak denizin onlara anlattığı masalları dinleyerek birbirlerine sarılıp hasret gidereceklerine söz vermiyorlar mıydı? O zaman neden gelmemişti yine? Aklına kötü düşünceler gelmeye başladı. Hayır Hayır Olamazdı. Sevdiğine bir şey olamazdı. Onsuz hayat yaşanmazdı ki O ölse bile devamlı yaşar diye düşündü genç adam. Bunun düşüncesi bile hoş değildi. Gözlerini yere indirdi. Gözyaşlarını kimsenin görmesini istemiyordu. Zaten nedense etrafındaki insanlar ona sanki kaçık gibi bakıyorlardı. Rahatsız olmaya başladı, bakışlardan.Yine sevgilisi düştü aklına. ‘Neden gelmedi acaba?’ diye düşünmeye başladı. Gözlerini kapattı. Yedi sene oldu, dedi.Yedi senedir her gün bu sahildeydi, sevdiğini bekliyordu. Daha fazla dayanamadı. Kalbi parçalanacak gibi oluyordu. Gözlerinden bir damla daha yaş güllerin üzerine damladı.Yine gelmeyecek galiba, en iyisi ben onun evine gideyim diye mırıldandı. Hiç olmazsa gülleri her zamanki gibi yanına koyar, ona vermiş olurdu.
Genç adam ayağa kalktı. Sevdiğiyle buluşmak üzere, yeşil tepenin ardındaki mezarlığa doğru yürümeye başladı.
Elli yıl boyunca hep kocamı düşündüm ve ekmeğin kabuklu kısmını sever diye ona verdim. Sonunda bugün bu tadı ben tatmak istiyorum diyerek ekmeğin kabuklu kısmına yağ sürmüş ve diğer kısmını kocasına vermiş.
Tahmininin aksine kocası çok mutlu olmuş onun elini öpmüş ve şöyle demiş:
Sevgilim bana günün en büyük mutluluğunu verdin. Elli yıl boyunca ekmeğin en çok sevdiğim kısmını yiyemedim. Hep çok sevdiğin için o kısmın senin olmasını istedim.
Öğleye doğru bu kişilerin hala oturmakta olduklarım görünce onları yemeğe davet etti.
Üç yaşlıdan biri kadına eşinin evde olup olmadığını sordu. “Hayır,” cevabı alınca da “Eşiniz evde değilse, biz de içeriye gelemeyiz,” dedi.
Akşam eşi eve dönünce kadın olanları ve üzüntüsünü eşine anlattı eşi de dışarıya çıkıp bakmasını hala oturuyorlarsa akşam yemeğine çağırabileceğini söyledi. Adamların yanına onları yemeğe davet için gitti. Adamlardan biri, ” Biz asla üçümüz bir eve beraber misafir olamayız. Ancak birimizi gelebiliriz. Bak, benim adım Sevgi, bu arkadaşımın Başarı, diğerinin ise Zenginlik. Şimdi eve git ve bir karar verin. Sonra bizi çağırabilirsiniz.”
Kadın durumu eşine söyledi. Derin bir tartışmaya girdiler. Adam “Zenginlik’i çağıralım, eğer zenginlik olursa başarı ve sevgi de olur “diyordu. Karısı Başarı’dan yanaydı. Çünkü başarı beraberinde zenginlik ve sevgiyi de getirirdi. Kızları ise Sevgi’nin çağrılması gerektiğini söyledi.
Sonunda Sevgi’yi çağırmaya karar verdiler. Kadın ihtiyarların yanların gitti ve”Sevgi bizimle beraber gelecek ” dedi. Sevgi ayağa kalktı. Ama hemen arkasından Başarı ve Zenginlik ‘de ayaklandılar.
Onlar içeri girerken kadın sordu, “Ne oldu? Hani sadece biriniz gelecekti?” Sevgi yanıtladı. “Diğer arkadaşlarımı seçseydiniz öyle olacaktı. Ama bizde kural böyledir. Başarı ve Zenginlik daima Sevgi’nin hemen arkasından gelir.”
Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. İşvereni olan müteahhidine çalıştığı konut yapım işinden ayrılmak istediğinden ve ailesi ile birlikte daha özgür bir yaşam sürme tasarısından söz etti.
Müteahhit iyi bir isçisini kaybetmek üzere olduğu için üzüldü ve ondan kendisine son bir iyilik olarak bir ev daha yapmasını rica etti.
Marangoz kabul etti ve işe girişti ama ne var ki gönlü yaptığı işte değildi. Baştan savma bir işçilik sergiledi ve işin kolayına kaçarak sıradan malzeme kullandı Kendini adamış olduğu mesleğine böyle son vermek, ne talihsizlikti!
İşini bitirdiğinde müteahhit evi gözden geçirmek için geldi. Dış kapının anahtarını marangoza uzattı ve: “Bu ev senin,” dedi, “sana benden hediye.”
Marangoz şoka girmişti Ne kadar da utanmıştı! Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi! O zaman onu böyle yapar mıydı?
Bizim için de hayat böyledir.
Günbegün kendi hayatımızı kurarız. Çoğu zaman da yaptığımız işe elimizden gelenden daha azını koyarız. Sonra da şoka girerek, kendi kurduğumuz evde kendi ellerimizle tasarladığımız hayatımızı yaşayacağımızı anlarız.
Sonra da tekrar yapabilecek olsak, çok daha farklısını yapacağımızı düşünürüz
Ne var ki geriye dönemeyiz.
Marangoz sizsiniz.
Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar ya da bir duvar dikersiniz.
“Hayat bir tür kişisel tasarımdır.” demiş birileri. Bugün sergilediğiniz davranışlar ve yaptığınız seçimler yarın yasayacağınız evi kurar.
Öyle ise onu akıllıca kurmak gerekmez mi?
İki melek yeryüzünü insan kılığında dolaşmaya çıkmışlar. Akşam olmuş Kentin en zengin semtinde lüks bir villanın kapısını Tanrı misafiri olarak çalmışlar Ev sahipleri somurtarak buyur etmişler onları. Yemek falan teklif etmemişler. Sıcacık misafir odaları yerine, buz gibi ve nemli bodruma iki şilte atıp “Geceyi burada geçirebilirsiniz” demişler. Şilteleri betona sererken, yaşlı melek duvarda bir çatlak görmüş. Elini uzatmış, şöyle bir sürmüş yarığa. Duvar eskisinden sağlam olmuş. Genç melek “Niye yaptın bunu?” diye sormuş merakla. “Her şey her zaman göründüğü gibi değildir” demiş yaşlı melek yavaşça.
Ertesi akşam melekler bir köy evinde çok fakir, ama çok iyiliksever bir aileye misafir olmuşlar. Her şeyleri bir tanecik inekleri imiş Onun sütünü satıp geçiniyorlarmış. Ev sahipleri mütevazı sofralarına almış onları. Allah ne verdiyse beraber yemişler. Yatma zamanı gelince kadın, “Siz uzun yoldan geliyorsunuz, yorgun olmalısınız. Bizim yatakta siz yatın, bir rahat uyuyun. Biz şu divanda idare ederiz” demiş. Güneş doğarken uyanan melekler, zavallı adamla karısını iki gözleri iki çeşme ağlar bulmuşlar. Hayattaki tek servetleri inekleri bahçede ölü yatıyormuş. Genç melek öfkeden deliye dönmüş. “Bunu nasıl yaparsın. Bu kadar iyi insanların yegâne servetinin ölmesine nasıl izin verirsin? Önceki gece gittiğimiz villada her şey vardı, ama kötü ev sahipleri bize hiçbir şey vermediler. Sen onların bodrumlarını tamir ettin. Bu fakir insanlar bizimle her şeylerini paylaştılar. İneklerinin ölmesine göz yumdun!”
“Her şey her zaman göründüğü gibi değildir evlat” demiş, yaşlı melek gene.
“Nasıl yani?” diye daha da öfkeyle yinelemiş sorusunu genç melek. Yaşlı melek anlatmaya başlamış: “İlk gittiğimiz zengin evinin o duvar çatlağının içinde yıllar önceden saklanmış bir hazine vardı. Ev sahipleri, zenginlikleri ile çok mağrur, ama hiç paylaşmayı sevmeyen insanlar oldukları için bu defineyi bulmayı hak etmemişlerdi. Çatlağı kapayıp, onları bu hazineden ebediyen mahrum ettim. Dün gece fakir köylünün yatağında yatarken ölüm meleği, adamın karısını almaya geldi. Kadının hayatını bağışlamasına karşılık ona ineği verdim. Şimdi anladın mı? Her şey her zaman göründüğü gibi değildir. İşler bazen istendiği gibi gitmez göründüğünde, aslında olan budur. Eğer inançlı isen, her işte bir hayır olduğunu düşünürsün. O hayrın ne olduğunu da, bir süre sonra anlarsın.”
Profesör öğrencilerine “stres yönetimi” konusunda ders veriyordu
Su dolu bir bardağı kaldırıp öğrencilerine sordu; “Sizce bu su dolu bardağın ağırlığı ne kadardır?” Cevaplar, 200 ile 400 gr arasında değişti. Bunun üzerine profesör şöyle dedi:
“Gerçek ağırlık fark etmez. Fakat durum, bardağı elinizde ne kadar süreyle tuttuğunuza göre değişir. Eğer bir dakikalığına tutarsam sorun yok, bir saatliğine tutarsam sağ kolumda bir ağrı oluşacaktır. Eğer bir gün boyunca tutarsam ambulans çağırmak zorunda kalırsınız. Ağırlık aslında aynıdır ama ne kadar uzun tutarsanız size o kadar ağır gelir.”
Eğer sıkıntıları her zaman taşırsak er ya da geç taşıyamaz duruma geliriz. Yükler gittikçe artarak daha ağır gelmeye başlar. Yapmamız gereken bardağı yere bırakıp bir süre dinlenmek ve daha sonra tutup tekrar kaldırmaktır. Yükümüzü ara sıra bırakmalı, dinlenip tazelendikten sonra tekrar yolumuza devam etmeliyiz. İşten eve döndüğünüzde iş sıkıntınızı dışarıda bırakın. Nasıl olsa yarın tekrar alıp taşıyabilirsiniz.
EN KISA ANAYASA
Bir zamanlar üç bilge bir araya gelip dünyanın en kısa anayasasını yazmaya koyuldular. İnsanın hareketlerine ve davranışlarına hükmeden kanunu gösterebilen kişi, dünyanın en bilge kişisi seçilecekti.
“Allah suçluları cezalandırır” diye teklif etti bilgelerden birisi. Tek cümleydi; kısa ve özdü. Fakat diğerleri bunun bir kanun değil bir tehdit olduğunu söyleyerek itiraz ettiler. Birinci bilgenin bu teklifi kabul edilmedi.
“Allah sevgidir” dedi ikinci bilge. Ama bu teklif de kabul görmedi, çünkü insanın görevlerini tam anlamıyla açıklamıyordu. Sonra üçüncü bilge tane tane şu teklifte bulundu:
“Kendinize yapılmasını istemediğiniz şeyi, başkalarına yapmayın.” Ve ilave etti: “Kanun budur; gerisi sadece yoruma kalmıştır.”
Diğer bilgeler de bu teklifi kabul ettiler. O bilge de zamanının en bilge kişisi seçildi
Çoğu zaman pek çok şeyi çocuklardan öğreniriz. Bir süre önce, bir arkadaşım, 3 yaşındaki kızını, bir rulo altın renkli kaplama kâğıdını ziyan ettiği için cezalandırmıştı. Durumları iyi değildi ve kızının kâğıtları, ağacın altına koyacağı bir kutuyu süslemeye harcaması onu çok sinirlendirmişti. Buna rağmen, küçük kız, ertesi sabah hediyeyi babasına getirdi ve “ Bu senin için babacığım” dedi. Arkadaşım, gösterdiği tepki için kendini suçlu hissetti, ama kutunun boş olduğunu görünce için için sinirlenmekten de kendini alamadı. Kızına bağırdı: “ Birine bir hediye verdiğin zaman içinin dolu olması gerektiğini bilmiyor musun? “ Küçük kız babasına yaşlı gözlerle baktı ve söyle dedi: “ Ama babacığım, kutu boş değil ki. Ben kutunun içine öpücüklerimi üflemiştim. Hepsi senin için babacığım.” Babanın içi paramparça olmuştu. Kızını kucakladı ve onu affetmesi için yalvardı. Arkadaşım bu altın renkli kutuyu yatağının başucunda yıllarca sakladığını anlattı bana. Ne zaman cesaretini kaybetse, kutunun içinden hayali bir öpücük çıkarıyor ve onu oraya koyan çocuğunun sevgisini hatırlıyordu. Gerçek anlamda bakmak gerekirse, her birimiz arkadaşlarımız ve ailelerimiz tarafından bize sunulan karşılıksız sevgi ve öpücüklerle dolu altın renkli kutulara sahibiz. Dünyada sahip olabileceğimiz daha değerli bir şey olamaz.
Bir adam yılanla çok iyi bir anlaşma yapmıştı. Elbette bu yazılı bir anlaşma değildi, ama yine de bir anlaşmaydı.
Adam her gün yılana bir tas süt ikram ediyor, yılan da ağzıyla getirdiği küçük bir altını süt kabının yanına bırakıyordu. Bu durum aylarca bu şekilde devam etti.
Günlerden bir gün adam hastalandı. Yorgan döşek yatmaya başladı. Oğluna da yılanla yaptıkları anlaşmayı sürdürmesini tembihledi.
Birkaç gün bu anlaşmayı sürdüren aç gözlü oğlu, yılanın bir hazineye sahip olduğunu düşündü. Bu hazinenin tamamına sahip olmak istedi. Yılanı takip etti. Yılan bir mağaraya giriyordu. Sonra da ağzında bir altınla çıkıyordu. Yılanı öldürerek hazinenin hepsine sahip olacağını düşündü. Bir sopa alarak yılana saldırdı. Yılan çevik bir hareketle bu saldırıdan kurtuldu. Ancak bu sırada kuyruğunu kaybetmişti. Can havliyle gencin bacağına saldırdı ve onu zehirledi.
Olanlara çok üzülen baba aç gözlü oğluna kızdı. Tekrar anlaşmayı sürdürmek istedi. Yılana bu durumu belirtti. Yılan şu karşılığı verdi:
“Bende bu kuyruk acısı, sende de bu evlat acısı olduğu sürece hiçbir şey eskisi gibi olamaz
Bir adam ve oğlu ormanda yürüyüş yapıyorlarmış. Birden çocuk ayağı takılıp düşüyor ve cani yanıp ‘AHHHHH’ diye bağırıyor.
İleride bir dağın tepesinden ‘AHHHHH’ diye bir ses duyuyor ve şaşırıyor. Merak ediyor ve
‘’Sen kimsin?’’ diye bağırıyor. Aldığı cevap ‘Sen kimsin?’ oluyor.
Aldığı cevaba kızıp – ‘’Sen bir korkaksın!’’ diye tekrar bağırıyor. Dağdan gelen ses ‘Sen bir korkaksın!’ diye cevap veriyor.
Çocuk babasına dönüp
‘’Baba ne oluyor böyle?’’ diye soruyor.
‘’Oğlum’’ der babası, ‘’Dinle ve öğren!’’ ve dağa dönüp ‘’Sana hayranım!’’ diye bağırıyor.Gelen cevap ‘’Sana hayranım!’’ oluyor. Baba tekrar bağırıyor, ‘’Sen muhteşemsin!’’Gelen cevap; ‘’Sen muhteşemsin!’. Çocuk çok şaşırıyor, ama halen ne olduğunu anlayamıyor.Babası açıklamasını yapıyor:
– ‘’İnsanlar buna yankı derler, ama aslında bu yaşamdır. Yaşam daima sana senin verdiklerini geri verir. Yaşam yaptığımız davranışların aynasıdır. Daha fazla sevgi istediğin zaman daha çok sev! Daha fazla Şefkat istediğinde, daha şefkatli ol! Saygı istiyorsan insanlara daha çok saygı duy. İnsanların sabırlı olmasını istiyorsan sen de daha sabırlı olmayı öğren. Bu kural yaşamımızın bir parçasıdır, her kesiti için geçerlidir.’’
Yaşam bir tesadüf değil, yaptıklarınızın aynada bir yansımasıdır.
Bir bilgeye sormuşlar: ‘Efendim, dünyada en çok kimi seversiniz? ‘Terzimi severim,’ diye cevap vermiş. Soruyu soranlar şaşırmışlar:
‘Aman üstad, dünyada sevecek o kadar çok kimse varken terzi de kim oluyor? O da nereden çıktı? Neden terzi?’ Bilge, bu soruya da şöyle cevap vermiş: ‘Dostlarım, evet ben terzimi severim. Çünkü ona her gittiğimde, benim ölçümü yeniden alır. Ama ötekiler öyle değildir. Bir kez benim hakkımda karar verirler, ölünceye kadar da, beni hep aynı gözle görürler.’
Eski çiftlik evimizi restore etmek için tuttuğum marangoz, işteki ilk gününü zorlukla tamamlamıştı. Arabasının patlayan lastiği onun işe bir saat geç gelmesine sebep olmuş, elektrikli testeresi iflas etmiş ve şimdi de eski püskü pikabı çalışmayı reddetmişti. Onu evine götürürken yanımda adeta bir heykel gibi oturuyordu. Evine ulaştığımızda beni, ailesiyle tanışmam için davet etti. Eve doğru yürürken bahçesinde bulunan küçük bir ağacın önünde kısa bir süre durdu, dalların uçlarına her iki eliyle dokundu. İlginçti. Kapı açıldığında adam şaşırtıcı şekilde değişti. Yanık yüzü tebessümle kaplandı, iki küçük çocuğunu kucakladı ve eşine kocaman bir öpücük verdi. Daha sonra beni arabaya yolcu etmeye geldiğinde ağacın yanından geçerken merakım daha da arttı ve ona eve giderken gördüğüm olayı sordum.
“O benim dert ağacım,” dedi. “Elimde olmadan işimde bazı problemler çıkıyor ama şundan eminim ki, onlar evime aileme ait değil. Bunun için hepsini her akşam eve girerken o ağaca asıyorum. Sabahları tekrar onları oradan alıyorum. Ama komik olan ne biliyor musunuz? Ertesi sabah onları almaya gittiğimde, astığım kadar çok olmadıklarını görüyorum!”
Yaşayın!
Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış.
Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacıyla aynı boya ulaşmış.
Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:
“Sen kaç ayda bu hale geldin, ağaç?”
“On yılda,” demiş kavak.
“On yılda mı?” diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.
“Ben neredeyse iki ayda seninle aynı hizaya geldim
bak!”
“Doğru,” demiş ağaç, “Doğru!” Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgarları başladığında kabak önce üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğukları arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa:
“Neler oluyor bana, ağaç?”
“Ölüyorsun,” demiş kavak
“Niçin?”
“Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.”
Okumaya, öğrenmeye meraklı bir kral, ülkesindeki tüm bilginleri toplayarak onlardan, dünya ve insanlığın tarihini yazmalarını istedi. Bilginler hemen yola koyuldular. Aradan 10 yıl geçtikten sonra kralın huzuruna 6 katır yüklü kitapla çıktılar.
Hükümdar:
“Altı katır yükü kitabı okuyacak zamanım kalmadı. Şunu biraz kısaltın,” dedi.
Bilginler gittiler ve 5 yıl sonra 2 katır yüküne indirerek geldiler. Fakat kral bu arada 60 yaşınıgeçmiş gözleri biraz zayıflamıştı. Bilginlere:
“Ben bunu da okuyamam, gidin biraz daha kısaltın,” dedi.
Bilginler 2 yıl sonra bu defa bir katır yükü kitapla geldiler. Fakat padişah:
“Zamanım çok azaldı. Onu da okuyamam, ama insanlığın tarihini de çok merak ediyorum. Lütfen gidin ve biraz daha kısaltın,”dedi.
Bilginler gittiler ve bir süre sonra bir eşeğe yükledikleri bir tek cilt kitapla geri döndüler.
Fakat iyice yaşlanan kral bunu da gözüne kestiremedi ve onlara:
“Çok uğraştınız, çok yoruldunuz. Ama benim bir cilt kitabı okuyacak tahammülüm kalmadı. Fakat insanlığın tarihini de öğrenmeden ölmek istemiyorum. Biriniz bana bu kadar çalışmadan sonra ağızdan özetleyiverseniz hiç olmazsa.”
Bilginlerin en bilgini hükümdarın kulağına eğildi ve: “Doğdular, Çektiler ve Öldüler” diyerek, insanlığın bütün tarihini özetleyiverdi.
Bir aile sahilde dinleniyor. Deniz çok dalgalı olduğu için denize giren yok. Dalgalar deniz yıldızlarını sahile atıyor. Binlerce deniz yıldızı sahilde ölümü beklerken. Ailenin küçük çocuğu deniz yıldızlarını toplayarak, denize atmaya çalışıyor. Elbette çok sıcak altında çok yoğun bir çaba harcıyor ve terliyor. Baba oğluna sesleniyor:
“Yavrum boşuna terleme, gayretin boşuna, sahil milyonlarca deniz yıldızıyla dolu, bu işin anlamı yok!”
Çocuk, sahilden bir deniz yıldızı daha alıyor ve denize atarken babasına:
“Bak baba, onun için bir anlamı var. O yaşayacak,”diyor.
Bir gün bir balıkçı av malzemelerini ve balık sepetini alarak oltayla balık tutmaya gitmiş.
Gittiği yerde bol şans dilediği diğer balıkçılar hiç balık yakalayamamışlar. Adam, “Ya nasip!” diyerek, oltasını atmış. Kısa bir süre sonra oltasına büyük bir balık gelmiş ama, adam balığı iğneden kurtarmış ve kendi kendine “Olmadı!” diyerek, balığı nehire bırakmış. Kısa bir süre sonra ondan daha büyük bir balık yakalamış ama yine “Olmadı!” diyerek, balığı suya bırakmış. Çevresindeki kişilerin şaşkın ve alaycı bakışları arasında küçük bir balık daha yakalamış. Çevresindekiler, “Büyükleri beğenmediğine göre bunu hiç tutmaz, hemen suya atar,” diye düşünmüşler. Oysa adam balığı iğneden kurtardıktan sonra “Oh be!”diyerek, balığı sepetine atmış. Adamın bu garip tavırlarına şaşıran oradaki balıkçılardan bir tanesi dayanamamış ve sormuş “Arkadaş; büyük balıkları suya geri atıyorsun ama küçük balığı sevinçle sepetine atıyorsun. Bunun anlamı nedir?”Adam tebessümle cevaplamış: “Evet, balıklar büyük ama benim sepetim küçük ben sepetime uygun balıkları yakalamalıyım.”
Bir gün dervişin biri, bir köyün mezarlığı yanından geçerken bir şey dikkatini çekmiş. Mezarlıktaki bütün mezarların üzerindeki taşlarda ‘Beş yıl yaşadı’, ‘Üç yıl yaşadı’, “Sekiz yıl yaşadı” gibi yazılar görmüş.
Köye varmış. Köylüler dervişi köy odasında misafir etmiş. Yemek yenilip sohbet başlayınca derviş köyün ileri gelenlerine sormuş:
“Merak ettim. Köye gelirken mezarlıktan geçtim. Mezarlıkta bir şey dikkatimi çekti. Bütün mezar taşlarında üç yıl yaşadı, beş yıl yaşadı, sekiz yıl yaşadı gibi ifadeyle yazıyor. Oysa bu mezarların çoğu yıllar boyu yaşamış, ihtiyarlamış ve vefat etmiş insanlara ait. Niçin böyle yazılmış, bunun nedenini çok merak ettim,” demiş.
Köyün ileri gelenleri cevap vermişler:
“Biz ömrümüzü dostlarımızla, sevgiyle ve mutlulukla bir arada geçirdiğimiz zamanla değerlendiririz. Diğer zamanları ömürden saymayız!”
Yaşayın!