Hanefi Avcı kitaplarından Haliç’te Yaşayan Simonlar kitap alıntıları sizlerle…
Haliç’te Yaşayan Simonlar Kitap Alıntıları
(cemaat 2010)
Başbakanın yüzde yüz güvendiği, kafası çalışan, sır saklayabilecek ve ona anlattıklarımı kesinlikle başbakana aktaracağına inandığım baş danışmana olayı anlattım. Kendisini ikna edecek notlar okuttum ve konunun ciddiyetini, cemaatin nerelere kadar sızdığını, neler yaptığını, ülkenin güvenliğinin ve insanların özgürlüklerinin tehlikede olduğunu anlatmaya çalıştım. Aradan zaman geçmesine rağmen hareket görmeyince bu kitabın bir an önce yazılması gerektiğine inanıp yazmaya karar verdim.
Hiç kuşku yok ki adliyenin emanetindeki gizli kamera anahtarlık alınıp değiştirilmiştir. Adli emanette bir delil değiştiriliyorsa, o yerde ne adalete ne de o dosyalardaki delillere ve dosya içeriğine güvenilir. Bu gizli kamerayla çekim yapan polis hakkında suç duyurusunda bulunan avukatlar savcıya gittiklerinde delilin değiştirildiğini anlarlar
(uzanlar)
Bu ülkenin kamu görevlileri kamunun soyulmasına mani olamadılar. O günkü rakamla 8,4 katrilyon tl’nin yok edilmesine mani olamadılar. Bugün uzanlardan bunun hesabı kısmen soruldu, ama bı soygunun gerçekleşmesine mani olmayan, görevini yapmayanlara hiçbir şey olmadı; hem kamuda yüksek maaşla görev yaptılar, hem uzanın dostu oldular, hem de devletin üst düzey görevlisi olarak emekli oldular.
Haddini aşan zıddına dönüşür diye bir söz vardır, işte kendilerine devrimci örgüt diyenler aslında hadlerini aşarak, karşı oldukları bu infaz timlerinin, bu anlayışların doğmasını ve büyümesini sağladılar; infaz ve baskı timleri de yaptıkları hareketlerle bu illegal örgütleri büyütüp çoğalttılar ve eylemlerinin artmasına zemin hazırlarken bu kişilerin kendilerini haklı görmelerini, kendilerini ikma etmelerini sağladılar.
Türk milliyetçiliğinin, Türk gelenek ve ahlak anlayışının, kanunlarımızın hatta dinin, bu ülkedeki uygulanış biçimi yanlıştı; en azından zamana ve şartlara uygun değildi. Yoksa ülkemiz bu halde olur muydu, dünya ile yarışta bu kadar geri kalınır mıydı? Terör 40 yıldır devam eder miydi? Bu kadar yolsuzluğun ülkede kabul görmesi, kimsenin bunlardan rahatsız olmaması, hatta yapılanları olağan bulması mümkün müydü?
Yıllardır sizin egemenliğiniz altında bulunan, sizin tarafınızdan yönetilen, eğitilen ve yüzlerce idarecinizin, mülki ve adli amirinizin, askeri komutanınızın yerli halkla iç içe yaşadığı bir bölgede her şeye sahipsiniz, istediğiniz her şeyi yapabilme gücünüz var, yine de siz bu halkı ikna edip, kendinize bağlayamıyorsunuz? İngiltere’den bir adam geliyor; tamamen farklı bir kültüre sahip. Tek başına, o kadar kısa bir sürede tüm Arapları ayaklandırıyor ve size karşı kullanıyor. Bu akla mantığa uygun mu? Lawrence ilahi güçlere mi sahip? Lawrence’ın olağanüstü bir becerisi ve yeteneğe mi vardı? Elbette hayır.
ABD, Rusya, İngiltere gibi ülkeler veya CIA, KGB, Mossad gibi istihbarat örgütleri veya yeni çıkmış şer güçler tarafından tertiplenmiş olduğu dile getirilir. Lügatimizde “yaptığımız şu yanlışta dolayı bu olay gerçekleşti” gibi bir anlatım asla yoktur.
Geçmişte yetki kullanımına ilişkin anlatılan bir fıkrada, valilerin adam asma yetkilerine sınır getirilip hiç kimse mahkeme kararı olmadan asılmayacak dendiğinde zamanın Erzurum Valisinin “keyfimce bir adam bile aşamadıktan sonra, ne yapayım ben valiliği” dediği anlatılır.
Günümüzde sahip oldukları yetkilerle ve keyfi uygulamalarıyla kamu gücünü kullananların modern zamanın efendilerini, onlara tabi olanların ise köleleri temsil ettiğinden hiç şüphe var mı?
Zamanın köleleri mi, yoksa gerçek manada özgür insanlar mıyız? Farklı alternatifleri görerek mi bu hayatı tercih ettik? Yoksa verili olana alışık olduğumuzdan mı bu düzenin dışına çıkamıyoruz? Bundan emin değilim.
Gerçekten sorulması gereken doğru soru şudur: Ülkemizde PKK olduğu için mi silahla nöbet tutuluyor? Yoksa silahla nöbet tutulduğu için mi PKK var? Yani, bir terör örgütü var olduğu için mi devlet baskıcı bir tutum içinde, yoksa devletin baskıcı tutumu nedeniyle mi böyle bir terör örgütü ortaya çıktı? Bu soruların cevabını iyi düşünerek vermemiz gerekiyor.
Maddi olarak kalkınmış olmakla birlikte toplumsal olarak geri kalmış bütün ülkelerde resmi üniforma, resmi araç ve gereç, askeri faaliyetler her zaman ön plandadır. Televizyonlarda, sosyal hayat içinde her olayda resmiyet önde durur. Genellikle devlet ve hükümet başkanları hep resmi giyinmeye, resmi davranmaya çalışırlar. Merasimlerde, bayramlarda her zaman askeri geçitler yapılır ve askeri törenler öne çıkarılır; herkes üniformalıdır. Böyle bir ülkeyi gözlemlediğinizde hiç tereddütsüz sosyal olarak geri kalmış, özgürlüklerin sınırlandırıldığı bir ülke olduğunu söyleyebilirsiniz. Bir ülkede görünen askeri yapı, üniforma, militarist işaretler ne kadar ön planda ise o ülkenin geri kalmışlık düzeyi de o kadar yüksektir,
Baskının hüküm sürdüğü koşullarda kişilik oluşur mu? İşin, ekonomik özgürlüğün ve sosyal güvencenin olmadığı bir yerde şahsiyet gelişir mi? Peki böyle bir durumda gelişmeden bahsedilebilir mi? İcat, yenilik olur mu?
Baskının hüküm sürdüğü koşullarda kişilik oluşur mu? İşin, ekonomik özgürlüğün ve sosyal güvencenin olmadığı bir yerde şahsiyet gelişir mi? Peki böyle bir durumda gelişmeden bahsedilebilir mi? İcat, yenilik olur mu?
Özgür bir insanda kişilik gelişir; baskı altında olan bir insan doğru bildiği gibi değil, kendisinden istendiği gibi davranır.
Hiç kimse belli devlet kurumlarının isteklerinin doğru olduğunu iddia ederek toplumun bu istekler doğrultusunda şekillenmesi gerektiğini söyleyemez. Türkiye şartları içerisinde yönlendirilmiş, psikolojik harekata maruz kalmış, Türkiye’de resmi ideolojinin yönlendirmesiyle halen bunu savunan insanlar ve bilim adamları olabilir, ama maalesef onlara bilim adamı denemez, sadece adları itibarıyla bilim adamlarıdır; taşıdıkları niteliklerle değil.
Devlet ve devleti temsil eden kurumlar, güçler ve kişiler sadece vatandaşlarının yapmış olduğu kanunlar çerçevesinde vatandaşlarının kendisine vermiş olduğu görevleri yerine getirirler. Amaçları vatandaşlarına, halkına hizmet etmektir. Halk nasıl bir hizmet istiyorsa onu yasalarla tayin edecektir, yasalar da milli irade ile tayin edilecektir. Hiçbir devlet kurumu (asker, maliye, bayındırlık vs.) vatandaşlarına dayatmada bulunamaz; onların nasıl yaşayacaklarını söyleyemez, onlardan belli bir ideolojiyi, bir fikri, bir dünya görüşünü savunmalarını talep edemez. Bu tür uygulama ve taleplerin hiçbir meşru temeli yoktur. Olamaz ve olmamalıdır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Daha açık bir ifadeyle devletin tek amacı ve tek varoluş sebebi vatandaşlarının huzur ve güvenini sağlamaktır. Vatandaşların huzuru, güveni, rahatı nasıl sağlanacaktır? Bu sorunun cevabı bizzat devletin vatandaşları tarafından verilecektir. Devletin vatandaşları kendi istek ve taleplerini kendileri tartışacaklar, tartışma sonucunda karara varacaklar, ortak kararlar doğrultusunda örgütlenerek (partileşerek) devletin yönetimine talip olacaklardır.
İnsanın dünyadaki varoluş sebebi idealleri, inançları ve fikirleri uğruna çalışmak, bu uğurda gayret göstermektir. Bu nedenle idealist insanlar, hiçbir ideali olmayan, dünyadaki her şeyi kendi menfaatleri ile değerlendirenlere göre ahlaki açıdan daha üstündür.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bu ülkede iki tip insan yaşadığını görüyorum. Birinci tip insanlar idealist insanlardı. Bu tip insanlar Türkiye’yi, belki de dünyayı değiştirmek, daha güzel ve daha iyi bir dünya yaratmak adına inandıkları ve doğru bildikleri bir ideoloji taşıyorlardı. Yani kendilerinin dışındaki dünya için idealleri ve fikirleri olan insanlardı. Bir amaçları vardı.
Geri kalan insanların ise böyle inançları, idealleri ve ideolojileri yoktu. Onlar tamamıyla günlük hayatın içerisinde yuvarlanıp gidiyorlardı. Bu grup içindekilerin bir kısmı dürüst ve namusluyken, diğerleri yalnızca kendi menfaatlerini düşünen bencil insanlardı.
Her zaman biz haklıyız anlayışımız bizi bu günlere getirdi.
Ruhsuz insan olmak, motorsuz araç olmak gibi bir şeydi. Türk milliyetçiliğinin, Türk gelenek ve ahlak anlayışının, kanunlarımızın, hatta dinin, bu ülkedeki uygulanış biçimi yanlıştı; en azından zamana ve şartlara uygun değildi. Yoksa ülkemiz bu halde olur muydu, dünya ile yarışta bu kadar geri kalır mıydı? Terör 40 yıldır devam eder miydi? Bu kadar yolsuzluğun ülkede kabul görmesi, kimsenin bunlardan rahatsız olmaması, hatta yapılanları olağan bulması mümkün müydü?
Bu ülkede bunca olumsuzluk varsa ve yıllardan beri devam ediyorsa, her şey kötü ve yanlış ise, bunun sebebi ufak tefek şeyler ve kişilerin hatası olamazdı. Hata, tüm eylemlerimizi yönlendiren, anlamlandıran fikir ve düşünce sistemimizin kaynağı olan dogmatik inançlarımız ve kutsallarımızdaydı. Yani bizim yücelttiğimiz, uğruna her şeyi feda ettiğimiz, canımızdan çok sevdiğimiz, varlığımızın sebebi, kendimiz olmamızı sağlayan, bizi başkasından farklı kılan, bize ruh veren, başka irk ve millet olmamızı sağlayan değerlerde sorun vardı. Yoksa bunca bunca anormallik niye olsundu ki?
Sağcı-solcu, laik-anti laik, demokrat-darbeci, A veya B partisi gibi kamplara ayrıldığımızda hep kendi tarafımız haklı, karşi taraf yanlıştı; karşı durma cesaretimiz, yalnızca grubumuzun karşı olduğu kişi ve fikirlere yönelikti.
Bir an için düşündüm. İnsanın içinde bulunduğu koşullara gösterdiği uyum, pis kokan bir ortama bile uzun süre kalınca alışması, bunu kabullenmesi sadece fiziki ortamla mı ilgiliydi? Yoksa düşünceler, sosyal davranışlar, etik kurallar gibi toplumsal hayatı etkileyen unsurlar için de geçerli miydi? Aynı şekilde ortama uyum sağlama anlayışını toplumsal hayatın bütün alanlarına yansıtarak, içinde yaşadığımız çok kötü ortamı bile normalleştirmiştik, dolayısıyla hiçbir rahatsızlık duymadan yaşıyorduk .
Belki de uzun süre kötülükler, yanlışlıklar, haksızliklar ve hukuksuzluklar içerisinde yaşamak, bunun içerisinde var olmak gözümüzü kör etmiş; tüm bu olumsuzluklara uyum sağlayarak bu anormalliği normalleştirmişiz. Aslında en fazla itiraz etmemiz ve karşı koymamız gereken durumlarda çok makul ve kabul edici tepkiler vermişiz.
Devletleri etkin ve güçlü kılan unsur, ellerindeki imkânları kullanmasını bilmeleridir. Etkisiz yapan ise ellerindeki imkân ve kabiliyetleri bilmemeleri, kaynaklarını kullanamamalarıdır.
Gerçeği görmek ve kabul etmek; hayatı, başarı ve başarısızlığı akıl, ilim ve bilim ölçeğinde değerlendirmek herkes veya her ulus için kolay olmamaktadır. Bunu yapabilen uluslar hatalarını kabul edip yaşanan yanlışlıklardan ders alarak, özeleştiri yaparak karşılaştıkları sorunları çözmekte başarılı olmaktadırlar. Fakat gerçekleri kabul etmeyen, olaylara akıl, ilim ve bilim çerçevesinden değil de kendi penceresinden bakan, özeleştiri yapamayan, her zaman kendini doğru ve haklı gören bizim gibi uluslar ise her zaman hüsrana uğramaya mahkûm olmaktadırlar.
İnsanlar uzun süre kaldıkları ortamda yanlışlıklara, hatalara ve bütün anormalliklere alışıyor, uyum sağlıyor. Türkiye için de aynı şey söz konusu. Hürriyetlerin kısıtlandığı, baskının hâkim olduğu, yanlış ve mantığa uygun olmayan bir Türk idari sistemi, Türk toplum yapısı ve özellikle kirli, yozlaşmış bir kamu sistemi içerisinde uzun süre kalan ve bu atmosferi teneffüs eden insanlar, bizler hepimiz, bu ortamın kötülüğünü, pisliğini artık algılayamıyoruz. Bu durum bizi rahatsız etmiyor.
Bir filozof der ki, tutsaklığın en ağırı kendini gönüllü olarak hapishaneye hapsedip üzerine kapıyı kitleyen ve bunu isteyerek yapan kişilerin tutsaklığıdır.
Özgür bir insanda kişilik gelişir; baskı altında olan bir insan doğru bildiği gibi değil, kendisinden istendiği gibi davranır.
Haddini aşan zıddına dönüşür
Ülkeler için asıl önemli olan, yeni kaynaklar yaratmak, yeni malzemeler, silahlar ve teknolojiler almak değil, önce elindeki insanı iyi yetiştirmek, en büyük silahın bilgi olduğunu anlayıp insanını bilgilendirmek, sonra güçlü bir sistem kurmak ve kurumsal bir yapı içinde tüm birimleri koordineli olarak yönetmekti. Bunu anlamayan bizim gibi ülkeler, sebebi hep başka yerlerde aramışlardı.
Geri kalmış ülkelerle kalkınmış ülkeler arasında ilk bakışta göze çarpan en önemli fark resmi ve askeri dokunun görünüş biçimidir. Toplumsal olarak geri kalmış bütün ülkelerde resmi üniforma, resmi araç ve gereç askeri faaliyetler her zaman ön plandadır.
Beş TL değerindeki bir malın çalınmaması veya çalanın yakalanması için polis görevlendirilir ama milyonları çalanlar için hiçbir işlem yapılmaz.
Bu açık olarak göstermektedir ki, bir ülke içerisinde meydana gelen kargaşanın, terörün ve büyük olayların asıl sebebi, o ülkenin kendi içerisindeki çelişkiler, huzursuzluklar, yönetim ve idari yapısındaki bozukluklar, halkın taleplerinin karşılanmaması, zamana ve çağa uygun olmayan bir yönetim anlayışının hüküm sürmesidir. Dış güçler sadece bunu kullanmak, bunu tahrik etmek derecesinde faydalanabilir, yoksa bu olayları yoktan yaratma imkanları bulunmamaktadır. O açıdan Türkiye ‘de üretilen komplo teorilerinin de temeli ve mantığı doğru değildir.
Haliç o kadar kötü kokuyordu ki diyor yazar. Arabayla bile geçerken camları kapatıp hızla uzaklaşıyordum oradan diyor. Ama Haliç’in etrafında ki parkta insanlar piknik yapıyordu ve bu kötü koku onları rahatsız etmiyordu. Uzun süre kötü ortamlara maruz kalan insanlar artık o kötü kokuya alışıyor ve bundan rahatsız olmuyorlardı..
Düşündükçe moralim bozuluyor ve bir avuç insanın devletle,sistemle nasıl böyle oynayabildiğini aklım almıyordu. Bu kişilerin yaptıkları ortaya çıkarsa bunun hesabını nasıl vereceklerini düşünmeye başladım. Her gün bu meseleleri düşünmekten uykum kaçıyordu
-Cem Uzan ve Uzan ailesi İngiliz daha da garipseyerek, halka ait bu kadar parayı zimmetlerine geçirmiş kişilere karşı neden halkın tepki göstermediğini anlayamadı. Ben de ona kamu menfaati, devlet malı gibi kavramların halkımızın şuurunda İngiltere’deki gibi olmadığını anlattım.
Köleler hiçbir zaman köleliğe karşı çıkmamışlardır, bu sisteme asıl karşı çıkanlar özgür insanlardır. Köleler kendi durumlarını kabullenerek, sadece sahiplerinden durumlarını iyileştirecek şeyler yapmasını talep etmişlerdir. Köleliğin adaletli olmasını istemişlerdir; halbuki varoluş temeli bakımından adaletsiz bir sistemden adalet beklenek boşuna bir çabadır.
Şuna inanıyorum ki bu ülkede rüşveti, irtikabı, ihaleye fesat karıştırmayı bir anda
durdurmak, böylece tüm yolsuzlukları bir anda önlemek mümkün olsa ülkede ekonomi ve yatırımlar durur, devlet işleri kilitlenirdi. Çünkü tüm faaliyetlerdeki canlılığın tetikleyici gücü bana kalırsa haksız menfaat temin etme beklentisi ve duygusudur.
Eğer suyun başında duran memurlara, yapılan işlerde maaşları dışında menfaat temin edemeyecekleri havası yaratılırsa
onlar tüm işleri yavaşlatır, iş yapılmaz, sistem çalışmaz ve Türk ekonomisi durur.
Devlet yatırımları yapılamaz, yollar, barajlar, köprüler ihale edilemez, plan programlar yapılamaz hale gelir.
Ama çok açık hissediliyor ki yapılacak işlerde kendilerine de bir şeyler düşecekse, planlar, projeler hemen çiziliyor, evraklar yazılıyor,
olmaz işler bir kolayı bulunarak olur kılınıyor.
Her zaman eğitimlerde ve sohbetlerde anlattığım gibi; yerde bulunan bir vida, herkes için sıradan bir vida iken bir oto tamircisi için bu 1995 model Almanya’da üretilmiş E200 serisi bir Mercedes’e ait. bir vidadır. Buradan kazaya karışan aracın markası, modeli vs. özellikleri tespit edilir, böylece küçücük bir vidadan olayın tamamı çözülebilir.
“Düşündükçe moralim bozuluyor ve bir avuç insanın devletle,sistemle nasıl böyle oynayabildiğini aklım almıyordu. Bu kişilerin yaptıkları ortaya çıkarsa bunun hesabını nasıl vereceklerini düşünmeye başladım. Her gün bu meseleleri düşünmekten uykum kaçıyordu.
Daha sonra şahısları sorgularken bu olayı da onlara sordum..
Neden önünüzde makineli tüfek dururken alıp kaçmadınız. En
azından bir ikimizi öldürüp kaçabilirdiniz. Bu işlere bulaşmış
insanlarsınız, niye yapmadınız? dedim. Erkek olan bana şöyle dedi:
Ben enayi miyim? Sen o silahı oraya bilerek bıraktın. Arabadan en
son sen inmiştin, inerken silahı boşalttın. Biz silahı elimize alsaydık,
kendinizi koruma bahanesiyle bizi vurup öldürecektiniz. Bizi
öldürmek için bir senaryo kurdunuz. Numaranızı yutmadık, o
yüzden silahı almadık. Yani bizim arkadaşların saflığı, onlar
tarafından çok büyük şeytani bir plan zannedilmişti. Halbuki
gerçekten safça ve tedbirsizlikle silahı oraya bırakmıştık ve alıp
kullansalardı bugün bu kitap yapılamayabilir, telafisi mümkün
olmayan olaylar çıkabilirdi, îşte bizim bu kadar saf ve tedbirsiz
oluşumuz, karşı tarafça olağanüstü bir tedbir ve olağanüstü bir
tuzak olarak algılanmış ve öyle görülmüştü.
En büyük yanılgılarımızdan biri de ‘her derde deva’ diye kabul ettiğimiz Atatürkçülük’tü. Keyfi fikirlerimizi veya günün koşullarına göre devletin uygun bulduğu uygulamaları Atatürkçülük adına savunuyoruz. Oysa aklın ve bilimin egemen olduğu yerde asla dogmalara yer yoktur.
Türkiye’de devlet her zaman kendini bilim ve akademinin üstünde bir güç olarak görmüştür.
Et kokarsa tuzlanır, tuz kokarsa ne yapılır? Kurumlar ve kişiler hatalı davranırsa hukuk onların yanlışlığını bulur ve düzeltir ama adalet bozulursa onu kim düzeltecek? Türkiye’de adalet çürüyor, gerçi zaten çürümüştü ama bu defa yok ediliyor.
Bir ülkede görünen askeri yapı, üniforma, militarist işaretler ne kadar ön planda ise o ülkenin geri kalmışlık düzeyi o kadar yüksektir .
Bir örgüte, ideolojik bir gruba ya da bir cemaate bağlandın mı, kişisel iradeni ve özgürlüğünü kaybedip o grubun liderliğinin iradesine kendini teslim ediyorsun. Yanlış ya da doğru diye bir şey kalmıyor, grubun amaçları her şeyi belirliyor, hak da adalet de izafi hale geliyor.
Devletin asli görevi, toplumu oluşturan birey ve grupların kendi kişisel dünyalarında rahat ve huzur içinde yaşamaları için gereken her türlü tedbiri almakla sınırlıdır. Toplumu oluşturan birey ve grupların kendi kişisel dünyalarında nasıl yaşayacakları, nasıl davranacakları hiçbir biçimde devletin görev tanımına dahil değildir ve devletin bu alanda tedbir alma, düzenleme yapma yetkisi bulunmamaktadır.
Beş TL değerindeki bir malın çalınmaması veya çalanı yakalaması için polis görevlendirilir ama milyonları çalanlar için hiçbir işlem yapılmaz.
Kurallarımızı çağdaş dünya değerleri ile kıyaslamadan sadece alışkanlık olduğu ya da gelenek haline getirdiğimiz için doğru kabul etmek yanlıştır.
Eğitim meslek sahiplerine bir şey vermiyor, yine eğitimi olmayan eski çalışanların anlayışına mahkum ediyordu.
Bu işe karşı çıktığımda bunun bedelinin ne demek oldugunu biliyorum, kimsenin anlayamayacağı kadar ağır olacağının,hayatımın zorlaşacağının, cehennemin bu dünyada tattırılmaya kalkılacağının farkındayım. Bu daha önce bilinenlere benzemeyecek, onu da biliyorum. Fakat bedeli ne olursa olsun buna karşı çıkacağım, ikiyüzlü olmayacağım, yanlışı kim yapıyorsa yapsın yanlıştır anlayışıyla tüm bu yapılanların karşısında duracağım.
Genelde her kurumun imamı işleri yönetmektedir. Emniyet, ordu, MT, basın ve medya, yargı, maliye gibi tüm büyük kurumlardan sorumlu olan bir imam vardir. Her imamın altında o kurumun her biriminde sorumlular mevuttur, bu en yukarıdan başlayıp alta kadar yoğun örgütlü olarak devam eder. Ağırlıklı olarak merkez ve büyük illerde olmak üzere tüm illerde örgütlülük söz konusudur. Her hafta toplanılarak o kurum/birimdeki genel durumlar değerlendirilir ve yukarıya arz edilecek konular çıkarılır. Alt birim imamları kendi aralarında toplanırlar, En yukarıda o kurum için istişare heyeti denebilecek üst sorumlulardan oluşan komitevari bir birim olup, onun üstünde o kurumun imamı bulunur. Daha üstte kurum imamları bir araya gelip Ülke genelindeki işleri ve kurumlar arası çalışmaları değerlendirirler.
Bir kurumun yapacağı işlere diğerlerinin desteği, oralardaki bilgiler istenir. Bununla birlikte her kurum imamı ayrıca doğrudan yurtdişında bulunan Fethullah Gülen e bilgi verip ondan talimat alir, yani olup biten her şey hocanın bilgi ve kontrolünde gerçekleşir.
Şu çok açık ve net: Bir örgüt, cemaat adalete sızmış, kendi kurallarını uyguluyor, kendi operasyonlarını yapıyor. Ortada hukuk yok, kimsenin numara yapmasının, bilmiyoruz demesinin manası yok. Bütün avukatlar, gazeteciler, polisler verilecek kararların ne olacağını merak dahi etmiyor zira kararı net olarak davaya hangi savcı ya da hākimin baktığı belirliyor; Herkes bu durumun farkında ama hâla kralın ne kadar güzel bir elbisesi var diyoruz.
Kral çıplak!
Cemaatin Emniyet içerisindeki örgütlenmesine karşı çıkan hiçbir polisin teşkilatta tutunma imkanı yoktur.
İşte biz bu olaydan ayrıntılarıyla haberdardık. Takip
ettiğimiz şehir faaliyetlerinde Güler Çelik’in ekibi her gün
biraz daha genişliyordu, daha fazla büyümeden bu
operasyonu başlatmaya karar verdik.
Planımızı yaptık Güler Çelik ve onunla irtibatlı olan
kişileri gözaltına aldık. Tahkikatı yaparken bu iki kardeşi de
zaman zaman bir araya getirdik ve orada, kafama takılan
önemli bir şeyi Yılmaz’a sormak istedim
Yılmaz Çelik ilk çatışmada örgütten kopmuştu ama
aslında (bana göre inancı gereği) örgüt ideolojisi gereği tekrar
örgüte katılmak ve savaşmak istiyordu, inançlıydı. Ona dedim
ki: “Yakalanmasaydın tekrar kırsala çıkıp savaşa katılacaktın.
Eminim ki dağda ölebileceğini tahmin ediyorsun. Kendi
inançların doğrultusunda bu bölgedeki insanların haklarım,
özgürlüklerini kendince savunmak ve onlara yönelik haksız
olarak nitelediğin uygulamalara karşı durmak adına buraya
geliyorsun. Burada samimi olarak savaşacaksın, bu konuda
samimiyetinden asla şüphem de yok, doğru bildiğin için
yapıyorsun. Kampta bulunduğunuz dönemde kamp komutanı
olarak sen olayı en iyi bilen insansın. Güler Çelik senin
kardeşin. Kardeş olmayı da bir kenara bırakırsan, iyi bir
yoldaşlık ilişkisi içerisinde, hem örgüt mensubu olarak hem
de kardeşi olarak devrimciliğini çok eskiden beri biliyorsun. Güler gerçekten kampta isnat edilen suçu işlemiş miydi?”
“Kesinlikle Güler Çelik öyle bir suç işlememişti, asla
böyle bir tavrı yoktu. Ben bunu kardeşim olduğu için değil
yoldaşlığına inandığım için söylüyorum.” dedi. İnsanlar
kabullenmekte zorlanabilirler ama illegal örgütlerde
akrabalık, arkadaşlık, dostluk, hatta anne-babalık gibi insanlar
arasındaki yakınlık bağlan feodal ilişki olarak tanımlanır. Bu
tür ilişkilere değer vermek, iyi karşılanmaz ve aşağılanır.
Bunun yerine örgütlerde aynı inanca sahip olmak, yoldaşlık
ve devrimcilik yeni bir yakınlık bağı olarak kabul edilir. Zaten
örgütler insanların değer yargılarını bu kadar değiştirerek
insanlarda yeni bir kişilik ve yeni bir değerler sistemi
yarattıkları için onlara istedikleri şekilde hükmedebilir, aksi
takdirde kişiler bu değerleri benimseyip kişilik dönüşümüne
uğramadan eylemleri gerçekleştiremez.
İşte biz bu olaydan ayrıntılarıyla haberdardık. Takip
ettiğimiz şehir faaliyetlerinde Güler Çelik’in ekibi her gün
biraz daha genişliyordu, daha fazla büyümeden bu
operasyonu başlatmaya karar verdik.
Planımızı yaptık Güler Çelik ve onunla irtibatlı olan
kişileri gözaltına aldık. Tahkikatı yaparken bu iki kardeşi de
zaman zaman bir araya getirdik ve orada, kafama takılan
önemli bir şeyi Yılmaz’a sormak istedim
Yılmaz Çelik ilk çatışmada örgütten kopmuştu ama
aslında (bana göre inancı gereği) örgüt ideolojisi gereği tekrar
örgüte katılmak ve savaşmak istiyordu, inançlıydı. Ona dedim
ki: “Yakalanmasaydın tekrar kırsala çıkıp savaşa katılacaktın.
Eminim ki dağda ölebileceğini tahmin ediyorsun. Kendi
inançların doğrultusunda bu bölgedeki insanların haklarım,
özgürlüklerini kendince savunmak ve onlara yönelik haksız
olarak nitelediğin uygulamalara karşı durmak adına buraya
geliyorsun. Burada samimi olarak savaşacaksın, bu konuda
samimiyetinden asla şüphem de yok, doğru bildiğin için
yapıyorsun. Kampta bulunduğunuz dönemde kamp komutanı
olarak sen olayı en iyi bilen insansın. Güler Çelik senin
kardeşin. Kardeş olmayı da bir kenara bırakırsan, iyi bir
yoldaşlık ilişkisi içerisinde, hem örgüt mensubu olarak hem
de kardeşi olarak devrimciliğini çok eskiden beri biliyorsun. Güler gerçekten kampta isnat edilen suçu işlemiş miydi?”
“Kesinlikle Güler Çelik öyle bir suç işlememişti, asla
böyle bir tavrı yoktu. Ben bunu kardeşim olduğu için değil
yoldaşlığına inandığım için söylüyorum.” dedi. İnsanlar
kabullenmekte zorlanabilirler ama illegal örgütlerde
akrabalık, arkadaşlık, dostluk, hatta anne-babalık gibi insanlar
arasındaki yakınlık bağlan feodal ilişki olarak tanımlanır. Bu
tür ilişkilere değer vermek, iyi karşılanmaz ve aşağılanır.
Bunun yerine örgütlerde aynı inanca sahip olmak, yoldaşlık
ve devrimcilik yeni bir yakınlık bağı olarak kabul edilir. Zaten
örgütler insanların değer yargılarını bu kadar değiştirerek
insanlarda yeni bir kişilik ve yeni bir değerler sistemi
yarattıkları için onlara istedikleri şekilde hükmedebilir, aksi
takdirde kişiler bu değerleri benimseyip kişilik dönüşümüne
uğramadan eylemleri gerçekleştiremez.
Almanların, 1984-1986 yıllarında Almanya’da PKK’ya
yönelik yaptığı operasyonda örgütle ilgili çok önemli
belgelerin yanında Bekaa’da yargılanan ve suçlu bulunan
militanların zılgıt eşliğindeki sevinç gösterilerinin, halaylarla
gerçekleştirilen ve seyredenlerin kanını donduran infaz
görüntülerinin bulunduğunu biliyorum.
İşte orada bu tür suçlar işleyen, PKK çizgisine uymayan
insanlar platform denen ve kamptaki tüm militanların
bulunduğu topluluk önüne çıkarılıyor, orada bir mahkeme
kuruluyor, mahkeme yargılamaya başladığı zaman, kampta
bulunan herkesten bu kişi hakkında suçlamalar isteniyordu. Herkes ayağa kalkarak bu kişinin suçlarım sayıyor, onun
hakkında iddialarda bulunuyordu. Tabii bu öyle bir yarıştı ki
eğer bir kişi platforma çıkarılıp yargılanmaya başlanmışsa, bu
kişiye ne kadar büyük suçlar isnat edebilirse o kadar iyi
olacağı düşünülerek herkes yargılanan kişinin suçlarını
saymakta birbiriyle yarışa giriyordu. İşte bu mahkemenin bir
dönem başkanlığım yapan kişi, Simon kod adıyla bilinen ve
bizim kimliğini çözdüğümüz Yılmaz Çelik’ti. Bu kişi, orada
bulunduğu dönemde, birçok kişinin yargılanması sırasında
mahkeme başkanlığı yapmış, birçok kişi idam edilmiş veya
verilen idam kararları bilahare örgüt tarafından yumuşatılarak
uygulanmıştı.
Bu yargılamaları, o tarihlerde fiilen kampta bulunmuş,
daha sonra gelip teslim olan insanlardan çok dinlemiştim. Ayrıca yakalanan kişilerin üzerinden çıkan dokümanlardan bu
mahkemeler hakkında epeyce bilgi sahibi olmuştuk. Yılmaz Çelik’in kampta komutanlık yaptığı dönemde, kız
kardeşi Güler Çelik de kampta bulunmuş ve bir dönem
mahkeme tarafından yargılanmıştı. Güler’e isnat edilen suç ise
“baygın baygın bakmak suretiyle erkek kadroların kafasını
karıştırmak, devrimcilikten soğutmaktı.” Bundan dolayı Güler
Çelik idama mahkum olmuştu, ama sonra Öcalan tarafından
galiba partinin kuruluş yıldönümü nedeniyle affedilip tekrar
görevlere gönderilmişti.
Bugün düşündüğümde sistemin en büyük hatasının, bir ideali, bir inancı, bir fikri olan, yani insani fonksiyonlara sahip kişileri hedef kabul etmesiydi. Hâlbuki insanlığın geleceği bu tür insanların fedakârlıklarına bağlıdır. Ve insanın en önemli görevi bulunduğu ortamı iyileştirmek, kendini ve çevresini geliştirmek, ülkesini ve toplumu kalkındırmak adına arayış içinde olmaktır. Bu tip insanlar ve bu tür idealist düşünce ve fikir hareketleri olmasaydı, insanlar bir sürüden farksız olacaktı.
Özgürlüğü tatmayan, köleliği ve mahkûmiyeti kabullenmiş kişiler kendi haklarını korumadıkları, yanlışlara karşı durmadıkları bir ortamı nasıl düzeltebilirler? Tutsaklığını kendi yaratip bunu kabullenmiş insanlar nasıl özgürleştirilebilir? Özgür olmayan, yanlışlıklara karşı çıkmayan insanlar dünyanın düzeltilmesine nasıl katkı sunabilir? Sadece köleler ve efendilerden oluşan bir toplumun sosyal olarak ilerlemesi mümkün mü?
Köleler hiçbir zaman köleliğe karşı çıkmamışlardır, bu sisteme asıl karşı çıkanlar özgür insanlardır. Köleler kendi durumlarını kabullenerek, sadece sahiplerinden durumlarını iyileştirecek şeyler yapmasını (daha iyi muamele, biraz daha fazla yemek, vb) talep etmişlerdir. Köleliğin adaletli olmasını istemişlerdir; hâlbuki varoluş temeli bakımında adaletsiz bir sistemden adalet beklemek boşuna bir çabadır.
Özgürlüğün olmadığı bir ortamda, insanın konuşmalarından dolayı sorgulanabildiği, hakkında davalar açılabildiği, birilerine hedef
gösterilebildiği veya birilerinin hedefi olabildiği ve hatta düşünceleri nedeniyle şiddete maruz kaldığı veya kalma riskinin olduğu bir ortamda insan kişiliği gelişebilir mi?
Şuna inanıyorum ki bu ülkede rüşveti, irtikabı, ihaleye fesat karıştırmayı bir anda durdurmak, böylece tüm yolsuzlukları bir anda önlemek mümkün olsa ülkede ekonomi ve yatırımlar durur, devlet işleri kilitlenirdi. Çünkü tüm faaliyetlerdeki canlılığın tetikleyici gücü bana kalırsa haksız menfaat temin etme beklentisi ve duygusudur. Eğer suyun başında duran memurlara, yapılan işlerde maaşları dışında menfaat temin edemeyecekleri havası yaratılırsa onlar tüm işleri yavaşlatır, iş yapılmaz, sistem çalışmaz ve Türk ekonomisi durur. Devlet yatırımları yapılamaz, yollar, barajlar, köprüler ihale edilemez, plan programlar yapılamaz hale gelir.
Gerçeği görmek ve kabul etmek; başarı ve
başarısızlığı akıl, ilim ve bilim ölçeğinde
değerlendirmek herkes veya her ulus için
kolay olmamaktadır. Bunu yapabilen uluslar
hatalarinı kabul edip yaşanan yanlışlıklardan
ders alarak, özeleştiri yaparak karşılaştıkla
sorunları çözmekte başarılı olmaktadırlar. Fakat
gerçekleri kabul etmeyen, olaylara akıl ilim ve
bilim çerçevesinden değil de kendi penceresinden
bakan, özeleştiri yapamayan her zaman kendini
doğru ve haklı gören bizim gibi uluslar ise her
zaman hüsrana uğramaya mahkum olmaktadırlar.
ÜIkeler için asıl önemli olan, yeni kaynaklar yaratmak,
yeni malzemeler, silahlar ve teknolojiler almak değil,
önce elindeki insanı iyi yetiştirmek, en büyük silahın
bilgi olduğunu anlayıp insanını bilgilendirmek, sonra
güçlü bir sistem kurmak ve kurumsal bir yapı içinde
tüm birimlerini koordineli olarak yönetmekti.Bunu
anlamayan bizim gibi ülkeler, sebebi hep başka
yerlerde aramışlardı
Köleler hiçbir zaman köleliğe karşı çıkmamışlardır, bu sisteme asıl karşı çıkanlar özgür insanlardır. Köleler kendi durumlarını kabullenerek, sadece sahiplerinden durumlarını iyileştirecek şeyler yapmasını talep etmişlerdir. Köleliğin adaletli olmasını istemişlerdir; halbuki varoluş temeli bakımından adaletsiz bir sistemden adalet beklenek boşuna bir çabadır.