İçeriğe geç

Gizli Tarih Kitap Alıntıları – Donna Tartt

Donna Tartt kitaplarından Gizli Tarih kitap alıntıları sizlerle…

Gizli Tarih Kitap Alıntıları

Hayalet diye bir şey vardır. Dünyanın her yerinde insanlar bunu bilirler. Bizler de onlara tıpkı Homeros’un inandığı gibi inanıyoruz aslında. Ama şimdi sadece bambaşka isimlerle adlandırıyoruz onları. Hafıza. Bilinçaltı.
Bir hayalet dalga boylarını aşıp elektronik noktacıklar halinde bir resim lambasının içinde belirebilir miydi? Ölüler de zaten dalgalardan ve enerjiden başka bir şey değil miydi? Ölü bir yıldızın yaydığı bir ışık belki?
Sevgi her zorluğun üstesinden gelmez. Geleceğine inanan da tam bir ahmaktır.
Doğadaki değişimlerin zamanın özü olduğunu düşünürüz ya hani, oysa hiç de öyle değil. Zaman, ilkbahar ve kışa, doğuma ve çürümeye, iyiye ve kötüye umarsızca karşı koyan bir şey. Değişmez, neşeli ve kesinlikle yıkılmaz bir şey. İkilik var olmayı bırakıyor; ego yok, “ben” diye bir şey yok ama yine de Doğu dinlerinde sıkça duyduğumuz, benliğin evren denen okyanusta kaybolan tek bir su damlası olduğuna dair o korkunç benzetmelerle hiç alakası yok bunun.
Benim için bir hayal âleminde yaşıyordu: onu sadece görmek bile içimde Yunan’dan Gotik’e, avamdan ilahîye sonsuz çeşitli bir düş dünyasını canlandırıyordu.
-ama nedense, ne kadar uğraşırsam uğraşayım bulunduğum çevreye tamamıyla uyum sağlamayı asla beceremem, tıpkı üstünde durduğu yaprağın yeşiline en ufak renk tonu farklılıklarına kadar bürünse bile o yeşil yaprağın üstünde bambaşka bir varlık olduğunu belli eden bir bukalemun gibi, ben de kimi açılardan diğerlerinden bariz bir şekilde farklı olduğumu belli ederim.
“Mais, vrai, j’ai trop pleure! Les aubes sont navrantes.’ What a sad and. beautiful line that is. I’d always hoped that someday I’d have the chance to use it.”
“What are the dead, anyway, but waves and energy? Light shining from a dead star?
That, by the way, is a phrase of Julian’s. I remember it from a lecture of hxis on the Iliad., when Patroklos appears to Achilles in a dream. There is a very moving passage where Achilles overjoyed at the sight of the apparition – tries to throw his arms around the ghost of his old friend, and it vanishes. The dead appear to us in dreams, said Julian, because that’s the only way they can make us see them; what we see is only a projection, beamed from a great distance, light shining at us from a dead star…”
“There are such things as ghosts. People everywhere have always known that. And we believe in them every bit as much as Homer did. Only now, we call them by different names. Memory. The unconscious.”
“…is death really so terrible a thing? It seems terrible to you, because you are young, but who is to say he is not better off now than you are? Or – if death is a journey to another place – that you will not see him again?”
“the least of us know that love is a cruel and terrible master. One loses oneself for the sake of the other, but in doing so becomes enslaved and miserable to the most capricious of all the gods. War? One can lose oneself in the joy of battle, in fighting for a glorious cause, but there are not a great many glorious causes for which to fight these days.”
“Aristotle says in the Poetics,’ said Henry, ‘that objects such as corpses, painful to view in themselves, can become delightful to contemplate in a work of art.’
‘And I believe Aristotle is correct. After all, what are the scenes in poetry graven on our memories, the ones that we love the most? Precisely these. The murder of Agamemnon and the wrath of Achilles. Dido on the funeral pyre. The daggers of the traitors and Caesar’s blood – remember how Suetonius describes his body being borne away on the litter, with one arm hanging down?’
‘Death is the mother of beauty,’ said Henry.
‘And what is beauty?’
‘Terror,’ ‘Well said,’ said Julian. ‘Beauty is rarely soft or consolatory. Quite the contrary. Genuine beauty is always quite alarming.’
I looked at Camilla, her face bright in the sun, and thought of that line from the Iliad I love so much, about Pallas Athene and the terrible eyes shining.
‘And if beauty is terror,’ said Julian, ‘then what is desire? We think we have many desires, but in fact we have only one. What is it?’
‘To live,’ said Camilla.
‘To live forever,’ said Bunny,”
“Her voice in Greek was harsh and low and lovely.
Thus he died, and all the life struggled out of him; and as he died he spattered me with the dark red and violent-driven rain of bitter-savored blood to make me glad, as gardens stand among the showers of God in glory at the birthtime of the buds.”
.
Güzellik nadiren yumuşak veya teselli edicidir.

Tam tersine. Gerçek güzellik her zaman oldukça endişe vericidir.

.
Güzellik terördür. Neye güzel dersek, onun karşısında titriyoruz.

Bize en mutsuz eden bizzat kendi benliklerimizdir ve işte tam da bu yüzden beğendiklerimizi yitirmek için yanıp tutuşuruz.
Hakkında hiçbir şey bilmediğiniz şeylerden korkmanın kimseye faydası yok
Dinlemekten hiç bıkmam. Ama nasıl oluyor da bir kraliçenin kendi kocasını banyosunda bıçakladı dehşet anlarını anlatan bu satırlar bize böylesine güzel geliyor?

– Öylece öldü canı çekiliverdi bedeninden ;
Ve ölürken acıyla döktüğü koyu kırmızı,
Tadı buruk kanıyla boyadı beni
Çiçeklerin tomurcuklandığı vakit
Tanrı’nın rahmetine bürünen bahçeler gibi sevindirdi –

Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Büyüdükçe ne kadar yakınımız olursa olsun hiç kimsenin bizi gerçek anlamda anlamayacağını öğrenmekse daha da korkunçtur .
Kısacası adını tam olarak koyamasam da varlığımın kusurlu olduğunu derinden hissediyordum.
Benim ölümcül hatam ne pahasına olursa olsun göze güzel görünen şeylere duydum hastalıklı özlem .
Ahşabı içeriden kemiren bir tahtakurusu gibiydi sakladıkları sır. Dışarıdan görünen heybetli, parlak ve güçlü bir bedendi, içeride ise un ufak olmuştu ruhları
.
Görünüşe göre sadece kötüyü değil, kötülüğün kendisini iyi olarak sunduğu hilelerin aşırılığını da anlıyorlar.

“Ben,“ dedi kısık bir sesle. “Ben Henry’nin beni öldürmesinden korkuyorum.“
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bu cahil ve uydurduğu bahanelerle ancak kendini kandırabilen ama her anlamda yetersiz ve beceriksiz adama bağımlıydık.
Hayatta eki kulağında bekleyen bütün kötü şeylerde olduğu gibi, kendimi bu olasılığa hiç hazırlamamıştım. Orada öylece dikilirken hissettiğim şey korku ya da vicdani azabı değil, yalnızca çocukluğumdan beri hiç duymadığım korkunç ve ezici bir aşağılık duygusu, yüz kızartıcı bir utançtı. Henry’nin o halini gormek ve onun da aynı şeyleri belki benden çok daha yoğun bir şekilde hissettiğini anlamak bundan daha kötüydü. Ondan nefret ediyordum, ona o kadar kızgındım ki boğazını sıkıp öldüresim geliyordu ama nedense onu o halde görmeye hiç hazır değildim.
Hayatımın en önemli gecesiydi, dedi sakince. En çok istediğim şeyi yapmamı sağladı.
Neymiş o?
Düşünmeden yaşamak.
Omuzlarını silkti. Hiç, dedi. Sadece benim hayatım ekseriyetle çok tatsız ve renksiz geçti. Ölü gibiydim yani. Dünya benim için bomboş, anlamsız bir yerdi. En ufak şeylerin bile tadını çıkarmaktan acizdim. Ne yaparsam yapayım ölü gibi hissediyordum kendimi. Ellerindeki toprağı silkeledi. Ama sonra, her şey değişti, dedi. O adamı öldürdüğüm gece.
Ağzından Camilla’yla ilgili bu kadar samimi laflar çıktığını duymak bende şok etkisi yarattı. Pluto ve Persephone. Benim gözümde oldum olası bir rahip kadar bağnaz görünen Henry’ye bakıp ikisini birlikte hayal etmeye çalıştım. O küt tırnaklı, kocaman, beyaz ellerini.
Şu an içinde bulunduğum karanlık her ne kadar korkunç olursa olsun, diğerinden, o daimî karanlığa, o dipsiz çamur cukuruna düşmekten ödüm kopuyordu.
Ve birinci tehlike atlatılmış gibi görünse de bir yıl sonra, yirmi yıl sonra, elli yıl sonra tekrar su üstüne çıkmayacağını kimse garanti edemezdi. Cinayet suçunda zaman aşımı söz konusu olmadığını televizyondan biliyordum. Yeni kanıtlar bulunuyor, dosyalar tekrar açılıyordu. Böyle şeyleri gazetelerde hep okuyorduk.
Bütün bu düşüncelerin en karanlık olanını hâlâ zihnimde geri plana atmaya çalışıyordum, en ufak iması bile başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüş gibi hissetmeme neden oluyordu.
Belki de sorgusuz sualsiz onlara uymami sağlayan, içimdeki o korkağı, o iğrenç sürü içgüdüsünü doğru sezmişti.
Hakkında hiçbir şey bilmediğiniz şeylerden korkmanın kimseye faydası yok, dedi. Karanlıktan korkan çocuklar gibisiniz.
Ayrıca ölüm gerçekten de o kadar korkunç bir şey mi? Şimdi size çok korkunç geliyor çünkü daha çok gençsiniz ama onun sizden daha güzel bir yerde olmadığını nereden biliyorsunuz? Ya da ölüm başka bir yere gidilen bir yolculuksa eğer, onu bir daha hiç görmeyeceğinizi nereden bileceksiniz?
Etrafına yaydığı iyilik, o ruhani sakinlik öylesine net ve öylesine gerçekti ki bir an için yüreğimdeki karanlık dağılıvermiş gibi hissettim. Bu öyle derin, öyle baş döndürücü bir rahatlama hissiydi ki az kalsın hıçkırıklara boğulacaktım, derken kafamı kaldırıp yüzüne tekrar baktığım anda, bütün o ağır zehir yeniden olanca gücüyle üzerime hücum ediverdi.
İlk başlarda hiçbir şey olmasa bile yaptığımız şeyin bizi birbirimize bağladığı fikri, sıradan arkadaşlar olmadığımız, dostluğumuzun ölüm bizi ayırıncaya dek baki kalacağı düşüncesi hoşuma gidiyordu. Bunny’nin ölümünün ardından beni teselli eden tek şey bu düşünceydi. Şimdiyse bundan kaçış olmadığını bilmek midemi bulandırıyor. Onlarla, hepsiyle birden saplanıp kalmıştım, hem de sonsuza dek.
Francis’e bir şeyler anlatmak her zaman çok keyifliydi. Sana doğru sokulur, ağzından çıkan her şeyi dikkatle dinler, uygun aralıklarla şaşkınlık, anlayış ya da dehşet dolu tepkiler verirdi.
Senden çok şey istemiyorum.
Senin söylediklerini yapmamı istiyorsun sadece, dedim içimden telefonu kapatırken.
Gözlerimi ondan ayıramıyordum. Julian, Francis ve ikizler de dehşet içinde ona bakıyorlardı. Görünüşe göre o olağandışı bir hareket yaptığının farkında bile değildi. Rüzgâr saçlarını karıştırır, loş ışık gözlüklerinin çerçevesinde parıldarken o, yerinden kıpırdamadan orada öylece dikiliyordu.
Böyle olacağını tahmin bile edemezdi. Ne olduğunu bile anlayamamıştı ki, o kadarcık bile vakti olmamıştı. Yüzme havuzunun kenarında kollarını sallayarak komiklik yaparmış gibi sendelemişti. Derken o kâbus gibi şaşkın düşüş.
Fincanı masanın üstüne bırakıp ona baktım – yalnızca iki adım ötemde her şeyden habersiz sigara içiyordu. O kimselere benzemeyen küçücük yüzde, güzel dudaklarının kötümserliğinde kendimi sonsuza dek kaybedebilirdim. Yanıma gel hadi. Işıkları da kapatalım, olmaz mı? Bu cümlelerin onun ağzından onun sesiyle döküldüğünü hayal ettiğimde öyle dayanılmaz bir tatlılığa bürünüyorlardı ki şimdi onun yani başında otururken bütün bunların kendi zihnimin ürünü olduğunu düşünmek bile istemiyordum.
Daha bir iki ay önce olsa, cinayetin düşüncesi bile beni dehşete düşürürdü. Ama o pazar günü, olduğum yerde bir cinayeti izlerken gözüme dünyanın en kolay işi gibi görünmüştüm
Ne zaman bir cinayet haberi okusam, kurbanlarını boğarak öldüren canilerin, iğneyle delik deşik eden çocuk doktorlarının, her türden kötülük ve ahlaksızlıkla suçlananların inatla ve neredeyse dokunaklı bir inançla içlerindeki kötülüğü reddetmelerine, böylesine yapmacık bir ahlaklılık taslamalarına hayret ederim. Ben aslında çok iyi bir insanımdır. Bu cümleyi kuran, yakın zamanda kanlı baltasıyla Teksas’ta yarım düzine hemşireyi katleden ve idam cezasına çarptırılacağı söylenen bir seri katil mesela.
Eğer her şeyi en ince detayına kadar planlayıp A noktasına mantıklı bir yoldan ulaşmaya kalkarsak yine A noktasından çıkılıp aynı mantıklı yoldan bize ulaşılabilir. Sezgileri kuvvetli gözler mantıklı olanı kolayca görür. Ana ya şans öyle mi? Şans görünmezdir, değişkendir, ilahîdir. Kendi açımızdan düşünecek olursak, Bunny’nin ölümüne giden yolu kendisinin seçmesine izin vermekten daha iyi ne olabilir?
Çıkmadan önce durdu ve dönüp bana baktı. Bu yaptığını asla unutmayacağım, bilesin, dedi alçak bir sesle.
Önemli değil.
Çok önemli, bunu sen de biliyorsun.
Ama şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim: Bir adamın öldürülmesine bizzat yardım edinceye kadar, cinayet işlemenin aslında ne kadar tarifi zor ve karmaşık bir eylem olduğunu ve illaki büyük bir sebebe dayanması gerekmediğini bilmiyordum. Cinayet sebebine böyle büyük bir anlam yüklemek fazla kolay olurdu. Bir sebebi vardı, orası kesin. Ama kendini koruma içgüdüsü sanıldığı kadar güçlü bir içgüdü değil aslında. Bunny’nin arz ettiği tehlike ani bir tehlike değildi sonuçta; içten içe, yavaş yavaş kaynayan bir tehlikeydi, en azından görünürde geciktirilebilir ya da çok başka yönlere çevrilebilirdi.
Onu affettim, belki yüz defa, hem de yalnızca bir bakışı, bir jesti, kafasını yana atıverişi uğruna. Böyle zamanlarda ne yaparsa yapsın ona kızmak mümkün değilmiş gibi gelirdi bana. Ne yazık ki çoğu zaman tam da böyle anlarda saldırmayı seçerdi. O eski deli dolu, cana yakın, sevimli haliyle sohbet ederken bir anda tavrını hiç değiştirmeden ve hiç tereddüt etmeden arkasına yaslanır ve öylesine korkunç, öylesine ağır, öylesine rezil bir şey söylerdi ki bunu asla unutmayacağıma ve onu asla affetmeyeceğime yemin ederdim.
Oldukça sakin görünüyordu, yorgun ama sakindi ve o gözlerimin ta içine bakan o zeki gözlerindeki hüzün dolu samimiyeti girebiliyordum.
Bir süre hiç kıpırdamadan olduğum yerde yatmaya devam ettim, nerede olduğumu ve oraya nasıl geldiğini hatırlamaya çalıştım; o ana kadar kendimi gayet iyi hissederken önceki gece olanları hatırlayınca bütün neşem söndü.
İnsanı uykusuzluktan daha yalnız hissettiren ya da daha akıl bulandıran başka bir şey olamaz.
Okul uzakta sayılmazdı, yalnızca on beş dakika yürüme mesafesindeydi ama hava soğumaya başlamıştı, basım çatlayacak gibiydi ve bütün bu akşam, attığım her adımda daha da artan keskin bir yetersizlik ve başarısızlık hissiyle doldurmuştu içimi. Bıkıp usanmadan baştan sona bütün akşamı zihnimde evirip çevirdim, söylenen her şeyi kelimesi kelimesine hatırlamak için beynimi patlattım, ses tonlarının değişmesine anlamlar yükledim, gözden kaçırmış olabileceğim hakaret ya da şefkat içeren sözler olabilir mi diye düşünürken zihnim olup bitenleri -seve seve- çarpıtmayı başardı.
Tam olarak aptalca bir şeyler yapmamama ya da söylememem gereken hiçbir şey söylemememe rağmen kendimi keyifsiz ve küskün hissediyordum; çok az konuştum ve çok çok az yemek yedim. Sohbetin büyük bir kısmı benim hiçbir fikrim olmayan konular etrafında dönüyordu, Charles’ın düşüncelilik edip parantez içinde eklediği açıklamalar bile konuyu benim için netleştirmeye yetmiyordu.
Bu ilişki tıpkı bitmek bilmeyen ahlak bir televizyon filmi misali sakız gibi uzanmıştı – hiç bırakmamacasına sarılmalar, ağlayıp sızlamalar, eksiklik ve öz saygı yitimi üzerine itiraflar, bütün o bayağı, kederli haller.
Ölüm, güzelliğin anasıdır, dedi Henry.
Peki ya güzellik nedir?
Dehşetin ta kendisi.
Çocukken tüm dünyadan ayrı bir birey olduğunu anlamak, dilini yaktığında, dizini yardığında senden başka hiç kimsenin ve hiçbir şeyin canının yanmayacağını, her bireyin sızısının ve acısının tamamen kendisine ait olduğunu öğrenmek korkunç bir şeydir. Büyüdükçe ne kadar yakınınız olursa olsun hiç kimsenin bizi gerçek anlamda anlayamayacağını öğrenmekse daha korkunçtur.
İyi olduğum bir şey varsa o da tek ayak üstünde kırk yalan söylemekti. Benim Tanrı vergisi yeteneğim de buydu.
Hakkında hiçbir şey bilmediğiniz şeylerden korkmanın kimseye faydası yok .
Ama haklar hayattakiler için geçerlidir , ölüler için değil .
Vadesi geldiğinde her fiil hiçliğe karışır.
Düşünemediğin şeyi yapamazsın.
İnsanlar gördüklerinin yüzde doksanına dikkat etmezler.
Sevgi her zorluğun üstesinden gelmez. Geleceğine inanan da tam bir ahmaktır.
Kimi alelade fikirler ifade edilemez hale gelirken , daha önce söze döküldüğünü hayal bile edemeyeceğiniz fikirler kendilerine mucizevi bir ifade aracı bulup hayata gelirler.
İnsan kendini böylesine esnek olmayan ve yabancı bir dilin sınırlarına girmeye zorladığında düşünme şekli bile değişir.
Güzellikte şefkat ya da teselli aranmaz. Tam aksine. Gerçek güzellik her zaman ürkütücüdür.
Aristo , Poetika’da der ki : Ceset gibi gerçekte görmesi rahatsız edici şeyler sanat eserlerinde bakmaya doyulmayacak manzaralara dönüşebilir.
Bence benim ölümcül hatam ne pahasına olursa olsun göze güzel görünen şeylere duyduğum hastalıklı özlem.
Güzelliği sevmenin hiçbir sakıncası yok.Ama güzellik, daha anlamlı bir şeyle el ele vermediği sürece yüzeysel kalmaya mahkumdur.
Daha önce Brooklyn’e hiç gitmemiştim ve hakkında hiçbir şey bilmiyordum fakat şehirde, özellikle de hiç bilmediğim bir şehirde yaşama fikri hoşuma gitmişti, bütün o kalabalıkların, trafiğin, bir kitapçıda çalışmanın, bir kafede garsonluk yapmanın düşüncesi bile bana iyi gelmişti; kim bilir ne acayip bir dünyaya girecek, ne kadar yalnız kalacaktım? Yemeklerimi tek başıma yiyecek, akşamları köpekleri gezdirecektim ve kim olduğumu hiç kimse bilmeyecekti.
Güzellik acıdır..
Güzelliği sevmenin hiç bir sakıncası yok. Ama güzellik, daha anlamlı bir şeyle el ele vermediği sürece yüzeysel kalmaya mahkumdur..
Hakkında hiçbir şey bilmediğimiz şeylerden korkmanın kimseye faydası yok..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir