Saffet Murat Tura kitaplarından Freud’dan Lacan’a Psikanaliz kitap alıntıları sizlerle…
Freud’dan Lacan’a Psikanaliz Kitap Alıntıları
“Nemo psychologus, nisi physiologus” “Fizyolog olmadan, psikolog olunmaz”
İnsan kendi varoluş gerçeğini olduğu gibi değil ancak toplumsal bir kurumun ona sağladığı imkanlarla düşünür
Camus’un sisifos efsanesinin başında sorduğu soru felsefe dışıdır, çünkü pragmanın yönü şöyledir: Yaşarken felsefeden nasıl faydalanabilirim? Sartre’ın pragması ise tam ters yöndedir: Felsefe yaparken yaşantımdan nasıl faydalanabilirim? Bu onu filozof kılan şeydir.
Husserl gibi Descartes’ın da matematikçi olması tesadüf değildir. Bugün bile bazı matematikçilerin kendilerini fizikçilerden ayırt etmek için şöyle dediğini duyarız: Onlar (fizikçiler) hakikati dışarıda (olgularda, doğada, vs.) ararlar, bizse kendi içimize bakarız. Descartes’ın kendi içinde (bilincinde) bulup en kesin hakikat olarak sunduğu cogito ilkesi öznel bir hakikattir, ama tıpkı matematik önermeler gibi aynı zamanda evrensel bir hakikattir.
Okumak, dinlemek; bunlar pasif suçlar degil mi?
İnsanın ilk kimliği, aile içinde fallus simgesi karşısındaki konumu ile belirlenen cinsel kimliğidir. İşte psikanalizin cinselliğe verdiği önem de buradan kaynaklanır zaten.
Dil toplumsal-uzlaşımsal bir kurum olduğuna göre, salt bireysel düşünce de yoktur. Bilinç kendini ancak dilin, yani toplumsal-uzlaşımsal bir kurumun dolayımıyla ele alabilir.
Dil, düşüncenin saydam bir yansıtıcısı değildir. Dil düşünceye kendini kabul ettirir.
Dili bilinçten atamazsınız, çünkü bu durumda bir bilinç edimi, cogito mümkün olamaz. Dilden arınmış bir düşünce düşünülemez.
pragmanın yönü şöyledir: Yaşarken felsefeden nasıl faydalanabilirim? Oysa bence Sartre’ın pragması tam ters yöndedir: Felsefe yaparken yaşantımdan nasıl faydalanabilirim? İşte Sartre’ın bu tutumu, onu filozof kılan şeydir. O, roman yazarken bile filozoftur.
Sartre doğrudan Descartes’a baglıdır ve açıkça da itiraf eder bunu. Nietzsche’den etkilendiği de doğrudur, ancak Sartre’ın elinde Nietzsche, kendisinin asla kabul edemeyecegi kadar akılcılaşmıştır.
Esas soru şudur Camus’ye göre: Bu dünya yaşanmaya değer mi?
Geçen yüzyıl, insanın yüceltilmesi geleneğine, Batı aklının, düşüncesinin temellerine karşı çıkan üç düşünür yetiştirdi; Nietzsche, Freud ve Marx.
Aydınlanma Tanrı’yı tahtından indirmiş ve onun yerine insanı koymuştu. İnsan, akıl ve bilinçle özdeşleştirilip yüceltiliyordu. Bu da laik , eşitlikçi , özgürlükçü Batı toplumunun ideolojik kılıfı oluyordu.
Lacan da adeta Sartre’ın varoluş sorunları ile uğraşır. Fakat teorik temel artık varoluşçuluk değil, psikanalizdir.
Bilimlerin tarihi böyle ilerler işte; bir bilim ancak öteki bilimlere başvurarak onları dolanarak bilim haline gelir ve başvurdugu bilim, onun vaftizinde hazır bulunan bilimler değildir yalnızca, öteki bilimlere geç katılan, doğması için belli bir zaman gereken yeni bir bilim de olabilir bu.
Lacan’a göre bir bilim olan psikanalizin bir tek nesnesi vardır: Bilinçdışı. Psikanaliz bilinçdışının bilimidir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Masum okumanın olmadığını söyler Althusser.
Bilinçdışı, bilinçdışı arzuların bastırıldığı bir havuz değil, bilinçdışı olmuş tüm arzuların toplamı ve dinamik ilişkileridir; bunlardan başka bir bilinçdışı yoktur.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bilinçdışının içeriği ya hiçbir zaman bilinçli olmamış ya da önceleri bilinçli olup da sonradan bilinçdışına bastırılmış materyalden oluşur.
Daha önce Jung libidoyu bir yaşam enerjisi gibi görmüş, libidonun kaynağını cinsel içgüdülerden aldığı tezini reddetmişti. Jung’a göre libido, tüm içgüdülerin enerjisi idi adeta.
Bir anlamda kültür, türün devamlılığı için bireyin cinsel dürtülerini yeniden biçimlendiren bir yapılanma olarak görülebilir.
Kendisinin de belirttiği gibi Freud, daima insanın zannedilenden çok daha ahlaksız olduğunu göstermesi yüzünden eleştirilmiştir, ama o aynı zamanda insanın, kendisinin sandığından çok ahlaklı olduğunu da göstermiştir.
Nitekim kız çocuk-anne çatışmaları erkek çocuk-baba çaytışmalarından genellikle daha uzun, kimi kere tüm yaşam boyu sürer ve anne kız çocuk ilişkisi, hatta iki kadın arasındaki ilişkiler daima daha çift değerli seyreder.
Freud’un tezlerini birkaç cümle ile özetlemek gerekirse şöyle denebilir: insanların doğumdan itibaren maruz kaldıkları toplumsal baskı, bazı arzuların bilinçdışına bastırılmasına neden olur ve bu bilinçdışı arzular da kendini lapsus larda (dil sürçmesi), hatalı hareketlerde (act manque), rüyalarda ve nevrozlarda simgesel bir tarzda şekil değiştirerek gösterir ve tatmin yolları arar.
Bilmek muktedir olmaktır, yapabilmektir. Kendini anlamak ise basit bir aydınlanma anıdır.
Lacan, Freud’a dayanarak psikanalizi bilinçdışının bilimi diye ilan eder. Allhusser de bu kanıdadır. Bence bu tez, fiziğin kütlenin ya da enerjinin bilimi oldugunu söylemek kadar kabul edilemez bir tespittir.
Bir bütün olarak bilim aslında kesinliği belli olmayan birtakım hipotezler, tanımlar, ön kabuller, vs. üzerine kuruludur.
Heisenberg biyoloji ve fizyolojinin geniş ölçüde fizik ve kimyaya bağlı olduğunu, ama bir gün biyoloji ve fizyoloji alanında yapılacak yeni deneylerin fizik ve kimya’yı kökten sarsabileceğini telkin eder.
Bilimin temel amacı, gerçeklik hakkında mantıki işlem yapabilme kapasitesini artırmaktır.
Psikanalizin kullandığı anlamda bilinçdışı da gözlenebilir değil, gözlenen bazı olaylan açıklamaya yarayan teorik-hipotetik bir kavramdır.
Freud, İnsan, kendi arzularına tabi olduğu yalnızkık durumundan çok, yasaklarını bilinçli olarak kabul ettiği sitede özgürdür, diyen Spinoza gibi düşünür.
Freud’a göre din yanılgısı, içselleştirilmiş baba imgesine büyüsel ve fantastik bir görünüm vermeye de imkan tanır.
Freud’a göre bastırılmış arzuları yönlendirmek bakımından dinin temel bir işlevi vardır. Din, insandaki temel güçsüzlük ve güvensizlik duygularını telafi eder; sınırsız güven ihtiyacına sanrısal bir tatmin sağlar.
Freud’a göre toplumun başlıca etkinlikleri esas itibariyle cinselliğe yöneliktir; toplumsal yasaklann ilki ensest yasağıdır.
Aynı rüya ya da psikopatolojik durum, Freud, Adler ve Jung açısından tamamen farklı bir şekilde yorumlanabilir ve bunlardan hangisinin yanlış olduğunu bilmek için elimizde hiçbir deneysel ölçüt de yoktur. Bu teoriler anlamsız bir gerçekliğe anlam veren masallardan başka bir şey değildir.
Psikanaliz çağdaş bir masal, analistler de çağdaş büyücülerdir.
Analistler bütün klinik olgulan kendi teorileri çerçevesinde öyle yorumlarlar ki, sonunda olgunun teoriye uymaması diye bir şey söz konusu olamaz. Teorinin yapısı yanlışlanmaya kapalıdır. İçerdiği çok sayıda, yer yer çelişik varsayımlar bütün karşıt olgu imkanlarını ortadan kaldırır.
Psikanaliz pek çok psikiyatrın sağduyusuna uçuk , havada, mantıksız geldiği için, yani bilinçli bir epistemolojik eleştirinin sonucu olarak değil de, sadece sezgiye dayanan gerekçelerle psikanalize cephe alınmıştır.
Bilim herkese açıktır ve açıklık bilimin varlık koşuludur; yoksa kerameti kendinden menkul şeyh zihniyeti ile bilim yapılamaz. Nitekim psikanaliz de daha Freud zamanında bile fireler vermeye başlamış, bazı Hippasoslar kendini kapının dışında bulmuşlardır (neyse ki Tanrılar bu konuda daha insaflı davranmıştır).
Psikiyatrların önemli bir bölümünün -en güçlü oldugu günlerde bile- daima psikanalize biraz şüphe ile bakmış olması, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir konu.
Ancak Freud’dan önce de bazı filozofların bilinçdışı nı sezdiklerini’ hatırlamak yerinde olur. Sözgelimi Spinoza, özgür irade yanılgısının, eylemlerimizin bilincinde olup da bizi harekete geçiren nedenleri bilmememizden kaynaklandığını söylemişti. Geçen yüzyılda Nietzsche, insan davranışlarının görünürdeki soylu amaçlarının altında iktidar tutkusu;’ gibi ilkel eğilimlerin bulunduğunu ileri sürüyordu. Freud’un parlak çıkışı yüzünden genellikle gözden kaçırılmış olan çağdaşı filozof-doktor Pierre janet de bilincin insan kişiliğinin sadece en yüzeysel bölümü olduğunun farkındaydı.
terapist için dış dünyada gerçek bir kötü evlilik ilişkisinden ya da gerçekten yetersiz bir eşten çok, iç dünyada bu ilişkinin neden böyle algılandığı, yorumlandığı, yaşantılandığı sorunu ön plana çıkar. Bu elbette ki gerçek dünyada gerçek hiçbir olumsuzluğun olmadığı anlamına gelmez. Ama terapistin bilgi nesnesi gerçek dünya değil, bu imgesel dünya iç dünyadır.
İnsan için bilgiden başka, bilgiden öte bir anlam var mıdır?Mesela Heidegger’e bakarsak böyle bir farkın, ontik olan ile ontolojik olan arasında bir farkın olması lazım. Öte yandan Strauss, psikanalizin anlamlandırma yönünün altını çizerek, modern bir Şamanlık olduğunu telkin eder. Psikanalizin, zaten
herkesin bildiği bir gerçeği anlamış olmak gibi ifade edebileceğim (yani bir cümle sayesinde öznenin yeni bir şey öğrenmiş olmayacağı, ama gene de bu cümleden önce olduğundan farklı olacağına inandığı) garip ve gizemli bir yön de içerdiğinden söz etmek isterdim.
İnsanın zaten bildiği bir şeyi anlaması ne demektir?
herkesin bildiği bir gerçeği anlamış olmak gibi ifade edebileceğim (yani bir cümle sayesinde öznenin yeni bir şey öğrenmiş olmayacağı, ama gene de bu cümleden önce olduğundan farklı olacağına inandığı) garip ve gizemli bir yön de içerdiğinden söz etmek isterdim.
İnsanın zaten bildiği bir şeyi anlaması ne demektir?
O halde psikanalizdeki özneyi nesneleştiren şey, onun kontrolünde olmayan bir amaçlılık, bir öznelik çoğulluğu içermesidir diyebiliriz. Bu bakımdan psikanalizde özne,bütünlüğü içinde birey olmaktan çok, karmaşası ve çatışmaları içinde bir gruptur. Özne bir bütün olmayı hedefleyemez, der Lacan.
daha Freud döneminde teori hızlı dönüşümlere uğramış, izleyen dönemde de bu dinamizm devam etmiştir. Bugün psikanaliz, diğer bilimlerde olduğu gibi, kökenden (Freud’dan) çok ötelerde karşıt teorilerin çarpıştığı canlı bir alandır. Yani psikanalistler Freud’a inanmakla düşünce ufuklarını kapatmamışlar, ketlememişler, onu aşmanın, hatta bazı yönleriyle geçersiz kılmanın yollarını bulmuşlardır. Sözgelimi, bugün Freud’cu klasik dürtü teorisine dayanan bir tek psikanalitik bilimsel yayın bulamazsınız. Klasik teorinin bu bölümü artık kullanışsızdır. Ve psikanalizin bu dinamizminin temelinde yatan yanlışlanabilirlik değil, geniş ölçüde açıklama gücünün yükselmesi dir.
Bir de Russell’dan ilham alarak şöyle bir teori ileri sürelim: Evren, bütün astronomik, jeolojik verilerine, canlıların hafızalarına, vs. bütün ayrıntılarına varıncaya dek, sanki milyarlarca yıldır varmış gibi delillerle iki dakika önce yaratıldı. Böyle bir önermenin yanlış olduğunu göstermenin imkanı olmadığı hemen anlaşılır. Eğer bu teoriye inanırsak, bunu çürütmeye, geçersizliğini göstermeye imkan bulamayız; düşünce ufkumuz tıkanmış, ilerleme durmuştur. İşte Popper’a göre bu tipte, başlangıçta açıklayıcıymış gibi görünen teoriler aslında metafiziktir. Bunları bilimselmiş gibi ele almak mümkün değildir. Üstelik bu teoriler gerçekten de doğrunun ta kendisi olabilirler, ama bilimsel olarak ele alınamazlar.
Popper psikanalizin de Marksizm gibi, bu tipte bir metafizikle benzeştiğini düşünür. Psikanaliz çeşitli nedenlerle yanlışlanamaz bir teoridir. Doğru olabilir, ama bilimden çok metafiziğe benzer.
Popper psikanalizin de Marksizm gibi, bu tipte bir metafizikle benzeştiğini düşünür. Psikanaliz çeşitli nedenlerle yanlışlanamaz bir teoridir. Doğru olabilir, ama bilimden çok metafiziğe benzer.
Popper’a göre psikanaliz,metafizik bir masaldan ibarettir. Analistler bütün klinik olguları kendi teorileri çerçevesinde öyle yorumlarlar ki, sonunda olgunun teoriye uymaması diye bir şey söz konusu olamaz. Teorinin yapısı yanlışlanmaya kapalıdır. İçerdiği çok sayıda, yer yer çelişik varsayımlar bütün karşıt olgu imkanlarını ortadan kaldırır. Eğer kazara teoriye mevcut varsayımlar çerçevesinde uymayan bir olgu ile karşılaşırlarsa, analistler hemen gerekli varsayımı teoriye ilave ediverirler. Böylece hastalarını birtakım kötü ruhların, cinlerin etkisinde kaldığına inandırıp sonra bu ruhları, cinleri kovan ilkel büyücüler gibi, analistler de önce hastalığı açıklayan bir masal anlatırlar, sonra da hastalığı kovarlar. Psikanaliz çağdaş bir masal, analistler de çağdaş büyücülerdir.
Şimdi bütün yanlışlanamaz önermelerin, Bugün haftanın günlerinden biridir önermesinde olduğu gibi, mantıken kesin doğru (analitik) olduğunu da düşünmemek gerek. Çünkü bu durumda, Popper’a göre psikanalizin de kesin bir doğru, adeta bir matematik olduğu iddia edilmiş olurdu ki, bu Popper’a tamamen ters bir yorumdur. Çünkü Popper’a göre psikanaliz yanlışlanamaz bir teori olmakla birlikte, bu yanlışlanamazlık mantıki kesinliğe dayanmaz, psikanalizin bir metafizik olmasına dayanır.
Biz (insanlar) bir doğa olayıyız ve kendimizi hiçbir romantik yanılsamaya düşmeden, böylece, yani bir doğa olayı olarak kavrayacak kararlığı gösterebilmenin arifesindeyiz.
Ancak bilincin açık seçik doğrularının insanın kendi otantik gerçeğinden kopmuş bir yalan olduğunu görmek gerek.
Dil, düşüncenin saydam bir yansıtıcısı değildir. Dil düşünceye kendini kabul ettirir.
kötü niyet insanın kendisini yaratmasını engellemektedir.
Sartre’a göre insanın kendinden önce hiçbir insanlık ideali yoktur. Her seçimi ile insanlık idealini yeniden kurar, işte varoluşunun bu özgürlüğünü hisseden insan kaygı içindedir. Kaygı, Sartre’a göre insan olma durumunun algılanmasının, bir anlamda içgörü kazanmasının sonucudur.
Masum okumanın olmadığını söyler Althusser. O halde biz de baştan suçumuzu kabul edelim.
dikkat edilirse, aslında çocuk kendi öz saldırgan egilimlerini dışarı yansıtıp, sonra içselleştirerek, Üst Ben’in çekirdeğini atmaktadır. Demek ki çocuğun özellikle oral früstrasyonlarıyla provoke olan saldırgan dürtülerinin dış dünyaya yansıtılması, dış dünyanın giderek tehdit eden bir gerçeklik halini alması da gerçeklik nosyonunun temelini oluşturuyor. Oral sadizm sütten kesilme döneminde artarak bu süreci şiddetlendirir. Freud’un dediği gibi, nesne ilişkilerinde kin sevgiden daha eskidir .
özneyi nesneleştiren şey, onun kontrolünde olmayan bir amaçlılık, bir öznelik çoğulluğu içermesidir diyebiliriz. Bu bakımdan psikanalizde özne, bütünlüğü içinde birey olmaktan çok, karmaşası ve çatışmaları içinde bir gruptur. Özne bir bütün olmayı hedefleyemez, der Lacan.
toplum doğal dürtüleri baskı altına alırken, aynı zamanda bu dürtülerin baskı altına alınmasıyla nesnesiz kalan enerjiye ikame nesneler bulmakta, toplumsal ”yüceltmeler zincirini başlatmaktadır.
Ancak temel itkiler ile kültürel olgular arasında öylesine bir bağ vardır ki
Popper’ın yanlışlanabilirlik ilkesi şöyle de yorumlanabilir gibi görünüyor: Yanlışlanamayan önermeler aslında olgusal anlamda bilgi vermez. Yani bir önermenin deneysel olarak yanlışlanabilir olması, onun olgusal bilgi vermesinin koşuludur. Bugün haftanın günlerinden biridir önermesi, daima dogru bir önermedir, yani koşullar ne olursa olsun (bugün hangi gün olursa olsun) doğrudur bu önerme. Ancak biz bu kesin doğru önerme sayesinde olgusal anlamda neyi öğrenmiş oluruz? Açıkça hiçbir şeyi
Bir başka deyişle iki kişiden oluşmuş bir dünyada ‘ben’ ve ‘sen’ e ihtiyaç yoktur. Bu ihtiyaç ancak bir üçüncünün ‘o’ nun devreye girmesiyle oluşur. ‘O’ babanın adıdır, yani babanın simgesidir. Anne çocuk ilişkisine giren üçüncü ve dolayımlandırıcı simgedir.
insan kendi varoluş gerçeğini , olduğu gibi değil, ancak toplumsal bir kurumun ona sağladığı imkanlarla düşünür. Böylece A Lemaire’nin de dediği gibi insanda bir yarık meydana gelir. işte bilinçdışını temellendiren budur. insan kendi gerçeğini bilinçdışı kılar. insan kendi gerçeğini önce ailenin , sonra diğer kültürel kuramların söyleminden dolayımlanarak düşünürken, esas otantik gerçekliğini bilinçdışı kılmış olur.
Dil düşüncenin saydam bir yansıtıcısı değildir. Dil düşünceye kendini kabul ettirir. Dil ‘toplumsal-uzlaşımsal’ bir kurum olduğuna göre salt bireysel düşünce de yoktur. Bilinç, kendini anca dilin , yani ‘toplumsal-uzlaşımsal’ bir kurumun dolayımıyla ele alabilir.
analiz, özne psikanalist tarafından anlaşıldığında bitmez; tam
tersine, özne analistini tanıdığı zaman biter.
tersine, özne analistini tanıdığı zaman biter.
Gerçek dünya dediğimiz dünya, insanlaştırılmış, simgeselleştirilmiş, primitif gerçekliğe simge ile sokulan transandansdan yapılmış bir dünyadır.
İnsan kültürün simgelerinde metaforlarla yüceltilirken, metaforun ardında kalan gösteren, bilinçdışına bastırılmış olur.
( ) simgeleştirme yatay bir düzeyde kültürel özneyi kendi dolayımsız yaşantılamasından keserek ayırırken, dikey bir düzeyde de bu saf fenomenolojik yaşantılamaya da retroaktif bir etkinlikle kültürel simgesini, adını verir; simgeselleştirmenin ardında kalan simgeselleşmemiş otantik deneyimde simgeleşir. Otantik solipsizmin simgesi fallustur; yani kültürel egemenliğin, eksiksizliğin, bütünlüğün simgesi olan fallus.
insan, kültürel simge sistemi sayesinde ve çerçevesinde kendi öz yaşantılamasını düşünmek suretiyle bu yaşantılamadan uzaklaştıkça, bir başka deyişle kendi gerçeğini toplumsal norm sistemlerine göre düşündükçe bir bilinçdışına da sahip olur.
( ) her teorik kavram yeni bir sorgulama alanında (sorunsalda), bu alanın kavramları ile ayrımsal ilişkisinde yeniden şekil ve anlam kazanır.
( ) insanda bir yarık meydana gelir. İşte bilinçdışını temellendiren budur. İnsan kendi gerçeğini bilinçdışı kılar.
Yaşarken felsefeden nasıl faydalanabilirim? Oysa bence Sartre’ın pragması tam ters yöndedir: Felsefe yaparken yaşantımdan nasıl faydalanabilirim? İşte Sartre’ın bu tutumu, onu filozof kılan şeydir. O, roman yazarken bile filozoftur.
Bilinçdışı, bilinçdışı arzuların bastırıldığı bir havuz değil, bilinçdışı olmuş tüm arzuların toplamı ve dinamik ilişkileridir; bunlardan başka bir bilinçdışı yoktur.