İçeriğe geç

Flaubert'in Papağanı Kitap Alıntıları – Julian Barnes

Julian Barnes kitaplarından Flaubert'in Papağanı kitap alıntıları sizlerle…

Flaubert'in Papağanı Kitap Alıntıları

Birbirlerinin bayağı davranışlarından gurur duyan çiftler tanıdım ben: Her biri ötekinin çılgınlığının, ötekinin kendini beğenmişliğinin, ötekinin zayıflığının ardından gidiyordu. Gerçekte, neyin peşindeydiler? Besbelli ki, arar göründüklerinin ötesinde olan bir şeyin? Belki de tüm insanlığın kökü kazınmayacak şekilde kokuşmuş olduğunun ve yaşamın da gerçekte bir ahmağın kafasındaki gösterişli ve tuhaf bir karabasandan başka bir şey olmadığının kesin biçimde doğrulanmasının.
Flaubert’in aşk tanımı:Merak. Birine karşı ansızın, bir merak duymaya başlarsınız, korkunç bir merak. Onu tanımak, onunla doğmak, dünyaya onunla yeniden gelmek tek amacınız haline gelir. Aşka en uzak cümle; senden nefret ediyorum değil, bilmek istemiyorumdur.
Flaubert’le ilgili fazla bir şey ayakta kalmadı bugüne kadar. Öleli yüz yıldan biraz fazla oldu ve ondan geriye kalan tek şey, kağıt. Kağıtlar, fikirler, cümleler, metaforlar, sese dönüşen, biçim verilmiş düzyazı. Gerçekte o da, tastamam bu­nu isterdi
Sıradan okurların kitaplardan profesyonel eleştirmenlerden daha çok zevk aldıklarını kanıtlayamam; ama eleştirmenler karşısındaki bir üstünlüğümüzü söyleyebilirim size. Bizler unutabiliriz.
Kitaplar şöyle der: Bunu yaptı çünkü. Yaşam şöyle der: Bunu yaptı. Kitaplar olup bitenin size açıklandığı yerlerdir; yaşamsa olup bitenin açıklanmadığı yer. Bazı insanların kitapları yeğlemesine şaşırmıyorum. Kitaplar yaşama bir anlam verirler. Tek sorun, anlam verdikleri yaşamların asla sizin kendi yaşamınız değil, başkalarının yaşamları olmasıdır.
Mutluluk frengi gibidir. İnsana vaktinden önce bulaşırsa bünyesini mahveder.
“Sana anılarımda yer vereceğim” sözü, edebiyat yoluyla kur yapmanın en elverişli klişelerinden biridir. Bu sözü, “Seni sinema sanatçısı yapacağım” “Seni bir resmimde ölümsüzleştireceğim” ya da “Mermerden oyulmuş boynunu görür gibi oluyorum” vb., vb., sözlerin yanına koyabiliriz.
Zamanımın aptallığına karşı, beni boğan nefret dalgaları duyuyorum içimde.
Flaubert’in aşk tanımı:Merak. Birine karşı ansızın, bir merak duymaya başlarsınız, korkunç bir merak. Onu tanımak, onunla doğmak, dünyaya onunla yeniden gelmek tek amacınız haline gelir. Aşka en uzak cümle, senden nefret ediyorum değil, bilmek istemiyorumdur.
Kitaplar şöyle der: Bunu yaptı çünkü. Yaşam şöyle der: Bunu yaptı. Kitaplar olup bitenin size açıklandığı yerlerdir; yaşamsa olup bitenin açıklanmadığı yer. Bazı insanların kitapları yeğlemesine şaşırmıyorum. Kitaplar yaşama bir anlam verirler. Tek sorun, anlam verdikleri yaşamların asla sizin kendi yaşamınız değil, başkalarının yaşamları olmasıdır.
Ağacı budamak istiyorsun. Ağacın yapraklarla kaplı dikbaşlı dalları, havayı ve güneşi koklayabilmek için bütün doğrultularda uzayıp gidiyorlar. Ama sen beni, bir duvara tutunmuş, bir çocuğun merdiven bile kullanmadan koparabileceği harika meyveler taşıyan, sevimli bir bitki yapmak istiyorsun.
İnsan kalbi özensizce yerleştirilmiş eşyalardan rastgele etkileniyor.
.
İskele hayal kırıklığına uğramış bir köprüdür; yine de ona yeterince uzun süre bakarsanız, onu kanalın diğer tarafında hayal edebilirsiniz.

.

“kitaplar hayatı anlamlandırmamıza yarıyorlar. tek sorun şu ki, anlamlandırmamıza yaradıkları, hep başkalarının hayatı, hiçbir zaman kendimizinki değil.”
Kitaplar hayatı anlamlandırmamıza yarıyorlar. Tek sorun şu ki, anlamlandırmamıza yaradıkları, hep başkalarının hayatları, hiçbir zaman kendimizinki değil.
Manevi şeylere hiç bu kadar az değer verilmemiştir. Büyük olan her şeyden nefret hiç bu kadar açık olmamıştır.
Kalbimin şatoları inşa edilir edilmez üzerlerini yosun bürür; ama onların yıkıntıya dönüşmeleri, eğer bu tamamen olabilirse, biraz zaman alır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bir havalandırma deliğinden yükselen mide bulandırıcı bir yemek kokusu gibiydi yaşam: Sizi kusturacağını bilmek için onu yemeniz gerekmiyor.
Her birimizin gönlünde krallara layık bir oda vardır. Ben, kendiminkinin çevresine duvarlar ördüm.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
İnsan kalbi özensizce yerleştirilmiş eşyalardan rastgele etkileniyor.
Zamanımın aptallığına karşı, beni boğan nefret dalgaları duyuyorum içimde. Boğmalı fıtıkta olduğu gibi, bok taa ağzıma kadar çıkıyor ama ben bu boku tutmak, dondurmak, katılaştırmak istiyorum; Hint tapınaklarının üzerini nasıl inek fışkısıyla boyarlarsa, ben de bu boktan bir astar macunu yapı on dokuzuncu yüzyılı sıvamak istiyorum.
Sen keder yaratıyorsun, bense avuntu
Bizi insanlardan kalan şeylere düşkün kılan nedir? Sözcüklere yeterince inanmıyor muyuz?
Yazılar bizi niçin yazarın ardına düşürür? Yazarı niçin huzur içinde bırakmayız? Kitaplar niçin yeterli değildir?
Kitaplar, olup bitenin size açıklandığı yerlerdir; yaşamsa olup bitenin açıklanmadığı yer. Bazı insanların kitapları yeğlemesine şaşırmıyorum. Kitaplar yaşama anlam verirler. Tek sorun, anlam verdikleri yaşamların asla sizin kendi yaşamınız değil, başkalarının yaşamları olmasıdır.
Aptal, bencil ve sağlıklı olmak mutluluk için üç koşuldur – gerçi aptallık eksikse, ötekiler işe yaramaz.
Flaubert’in aşk tanımı:

Merak.

Birine karşı, ansızın, bir merak duymaya başlarsınız, korkunç bir merak.

Onu tanımak, onunla doğmak, dünyaya onunla yeniden gelmek tek amacınız haline gelir.

Aşka en uzak cümle,

senden nefret ediyorum değil,

bilmek istemiyorumdur.

Hüzün kötü bir alışkanlıktır.
Şarabı, aşkı, kadınları ve zaferi ancak bir ayyaş , bir aşık, bir koca ya da ordu saflarında bir er olmamanız koşuluyla betimleyebilirsiniz.Yaşama katılırsanız, onu açıkça görmezsiniz:Ya ondan çok ıstırap duyarsınız ya da çok zevk alırsınız.
Romanın, politik etkinliğe katılmanın en etkili yolu olduğunu düşünen romancı, genellikle kötü bir romancı, kötü bir gazeteci ve kötü bir politikacıdır.
Olmalarını ne denli istersek isteyelim kitaplar yaşam değildir.
Kalbim değişmeden kalıyor, ama duygularım bir taraftan keskinleşiyor ve öteki taraftan da, çok sık bilenmiş, üzerinde çentikler olan ve kolaylıkla kırılan eski bir bıçak gibi köreliyor.
Eski zamanlar iyiydi çünkü o zamanlar bizler gençtik ve gençlerin ne kadar câhil olabileceğini bilemiyorduk.
(1850) Zaman zaman, bir gazeteyi açıp okuyorum. Her şey baş döndürücü bir hızla ilerler gözüküyor. Bir volkanın kenarında değil, bir helanın bana biraz çürümüş gibi gelen tahtadan oturma yeri üzerinde dans ediyoruz. Toplum çok yakın bir zamanda on dokuzuncu yüzyılın çirkefi içinde boğulup gidecek ve çok bağırıp çağırma olacak.
Bunlar gerçekten de aptalca şeylerdir: 1) İster iyi, isterse kötü olsun, edebiyat eleştirisi; 2) İçkiyle Savaş Derneği

Özel Defter

Eleştirmenler! Dâhileri çekiştirip sömürerek onların sırtından yaşayan sonsuz bayağılıktaki yaratıklar! Sanatın en güzel sayfalarını parça parça eden mayısböcekleri sürüsü! Kitap basma işinden ve insanların bunu kötüye kullanmasından öylesine usandım ki İmparator yarın her türlü basım işine bir son verecek olsa, dizlerimin üstünde ta Paris’e kadar yürür ve minnetimi göstermek için onun kıçını öperdim.

Louise Colet’ye mektup, 2 Temmuz 1853

Bir insanın değerini düşmanlarının sayısıyla, bir sanat yapıtının öneminiyse aldığı saldırı sayısıyla ölçebilirsiniz. Eleştirmenler pire gibidir: Temiz iç çamaşırlarını severler ve her türlü dantelaya bayılırlar.

Louise Colet’ye mektup, 14 Haziran 1853

Oysa gerçekte, gençler yaşlılardan çok daha kaçık – çok daha bencil, intihara daha eğilimli ve hatta bir hayli tuhaflar. Bunun nedeni basından sırf daha hoşgörülü tepkiler almaları. Seksen, yetmiş ya da elli dört yaşında biri intihar ettiğinde, bunun beyin sulanmasından, menopoz sonrası depresyondan ya da başkalarında suçluluk duygusu uyandırmak için girişilen son bir kendini beğenmişlik nöbetinden kaynaklandığı söylenir. Yirmi yaşında biri intihar ettiğindeyse bunun, yaşamın aşağılık koşullarını kabullenmeye gururlu bir karşı koyuş, yalnızca cesaret değil aynı zamanda ahlâki ve toplumsal bir başkaldırı eylemi olduğu söylenir. Yaşamak mı? Yaşlılar bunu bizim için yapabilirler. Tam bir kaçıklık tabii bu. Bir doktor olarak konuşuyorum.
Özdeyişler üzerine bir özdeyiş. İnsan tek bir sözcük yayımlamadan önce bile yazma eylemi konusundaki gerçekleri dile getirebilir; oysa yaşam konusundaki gerçekler ancak hiçbir şey fark etmeyecek kadar iş işten geçtiğinde dile getirilebilir.
Yaşam için özdeyişler. ‘Les unions completes sont rares.’* İnsan­lığı değiştiremezsiniz, onu sadece tanıyabilirsiniz. Mutluluk, astarı lime lime olmuş kızıl renkli bir paltodur. Sevgililer, Siyam ikizleri gibidir, iki vücutta tek bir ruh; ama biri ötekinden önce ölürse, hayatta kalanın ardından bir ceset sürüklemesi gerekir. Gurur bize, her şeye bir çözüm bulma özlemi verir – bir çözüm, bir amaç, son bir dava. Teleskoplar yetkinleştikçe daha çok yıldız görülebilir. İnsanlığı değiştiremezsiniz, onu sadece tanıyabilirsiniz. ‘Les unions completes sont rares.’

* (Fr.): Kusursuz beraberlikler enderdir. (ç.n.)

Kitaplar şöyle der: Bunu yaptı çünkü. Yaşam şöyle der: Bunu yaptı. Kitaplar, olup bitenin size açıklandığı yerlerdir; yaşamsa olup bitenin açıklanmadığı yer. Bazı insanların kitapları yeğlemesine şaşırmıyorum. Kitaplar yaşama bir anlam verirler. Tek sorun, anlam verdikleri yaşamların asla sizin kendi yaşamınız değil, başkalarının yaşamları olmasıdır.
Yaşam iyiye gidiyor mu? ( ) Bugün yaşamda gerçekten iyi olan tek şey ölümdür. Gelişmeye hâlâ yer var, doğru. Ama ben, on dokuzuncu yüzyılın bütün şu ölümlerini düşünüyorum. Yazarların ölümleri özel ölümler değildir; sadece rastlantı eseri betimlenmiş ölümlerdir. Saradan, beyin kanamasından ya da frengiden, yahut belki de bunların üçünün birleşmesinden ortaya çıkmış habis bir hastalıktan -bunca zaman sonra doğrusunu kim söyleyebilir ki?-divanının üzerine yığılıp kalmış Flaubert’i düşünüyorum. Ama Zola buna ‘une belle mort’* diyordu – dev bir parmağın altında bir böcek gibi ezilmek. Kafasında hummalı bir biçimde yeni bir piyes kuran ve bunu Gustave’a okuması gerektiğini söyleyen, son hezeyanları içindeki Bouilhet’yi düşünüyorum. Jules de Goncourt’un yavaş yavaş çöküşünü düşünüyorum: Sessiz harfleri söylerken dili sürçen, c’leri ağzından t gibi çıkaran, sonra kendi kitaplarının adlarını bile anımsayamaz olan, derken yüzünde anbean ahmaklığın yıpranmış maskesi beliren (kardeşinin sözleri), sonra ölüm döşeğinde hayaller görüp paniğe kapılan, bütün gece boyunca ıslak bir tahtayı kesen bir testere gibi sesler çıkararak soluyan (gene kardeşinin sözleri) Jules de Goncourt’u düşünüyorum. Aynı hastalıktan yavaş yavaş eriyen, Paris salonlarını ünlü hastasının haberleriyle eğlendiren Dr. Blanche’ın Passy’deki sanatoryumuna deli gömleği giydirilerek götürülen Maupassant’ı düşünüyorum. Konuşma yetisini kaybetmiş halde, tek sözcük söyleyemeden, sadece güneşin batışını göstererek fotoğrafçı Nadar’la Tanrı’nın varoluşunu tartışan ve ötekiler kadar amansız koşullarda ölen Baudelaire’i düşünüyorum. Sağ bacağı kesilmiş, geriye kalan sol bacağındaki duyumları yavaş yavaş yitiren ve ‘Merde pour la poésie’** diyerek kendi dehasını yadsıyan, dehasını içinden söküp atan Rimbaud’yu düşünüyorum. Kırk beş yaşından altmış beş yaşına sıçrayan , eklemleri tutmaz olan, kendine art arda beş morfin iğnesi yaparak bir geceliğine zeki ve nükteli olabilen, intihar etmeyi aklından geçiren, Ama insanın bunu yapmaya hakkı yok, diyen Daudet’yi düşünüyorum.

* {Fr.): Sözcük anlamıyla: Güzel bir ölüm . Aynı zamanda: Eceliyle ölüm. {ç.n.)

** (Fr.): Şiirin canı cehenneme. (ç.n.)

İnsan gençken, yaşlıların yaşamın kötüye gitmesinden yakındıklarını, çünkü bunun onlar için üzüntü duymadan ölmeyi daha kolaylaştırdığını düşünür. Oysa yaşlanınca gençlerin dünyadaki barbarlığı görmezlikten gelerek en önemsiz icatlara -yeni bir subapın ya da dişli küçük bir tekerleğin geliştirilmesi- alkış tutmalarına kızar. Her şeyin kötüye ‘gitmiş olduğunu’ söylemiyorum; sadece gitseydi de gençlerin buna dikkat etmeyeceklerini söylüyorum. Eski zamanlar iyiydi çünkü o zamanlar bizler gençtik ve gençlerin ne kadar cahil olabileceğini bilemiyorduk.
Yaşam iyiye gidiyor mu? Geçen gece televizyonda bu sorunun Saray Şairi’ne sorulduğuna tanık oldum. Günümüzde gerçekten iyi olan tek şey, sanırım dişçiliktir, diye yanıt verdi; aklına bundan başka hiçbir şey gelmemişti.
Aptal, bencil ve sağlıklı olmak mutluluk için üç önkoşuldur – gerçi aptallık eksikse, ötekiler işe yaramaz.
Bazı insanlar, yaşlandıkça, kendi önemlerine daha fazla inanır gözükürler. Bazıları da buna daha az inanır. Varoluşumun bir anlamı var mı? Sıradan yaşamım bir başkasının biraz daha az sıradan yaşamıyla özetlenmiş, kuşatılmış, anlamsız kılınmış değil mi? Kendimizi, daha ilginç bulduğumuz kişilerin karşısında yadsımamızın görevimiz olduğunu söylüyor değilim. Ama yaşam, bu bakımdan, birazcık okuma eylemine benziyor. Daha önce de söylediğim gibi: Eğer bir kitaba verdiğiniz tüm yanıtlar daha önceden profesyonel bir eleştirmence ortaya atılıp geliştirilmiş olsa, o zaman okumanızın ne anlamı olurdu? Anlam sadece onu ‘sizin’ okumanız olmasındadır. Benzer biçimde, hayatınızı niçin yaşıyorsunuz? Çünkü o ‘sizindir’. Ama ya böylesi bir yanıt gitgide daha az inandırıcı olursa?
Bizim gibi insanların dini umutsuzluk olmalı. İnsan kendi yazgısıyla aynı düzeyde olmalı, yani onun gibi kayıtsız olmalı. ‘Bu böyle! Bu böyle!’ diye diye ve ayaklarının dibindeki kara kuyuya baka baka, sakinleşir insan. Ellen bu dini bile benimsememişti. Niye benimseyecekti ki? Benim için mi? Umutsuzluğa kapılanlar her zaman bencillikten kaçınmaya, önce başkalarını düşünmeye zorlanırlar. Bu adilce gözükmüyor. Onlar kendi sorumlulukları altında zaten ezilirlerken, başkalarının huzuru için sırtlarına niçin yeni sorumluluklar yükleyelim ki?
Mutluyduk; mutlu değildik; yeterince mutluyduk. Umutsuzluk yanlış bir şey mi? Belli bir yaştan sonra yaşamın doğal koşulu değil mi? Ben şimdi mutsuzum; o daha önce mutsuzdu. Belli sayıda olaydan sonra, yinelemeden ve değer yitiminden başka ne kalıyor geriye? Yaşamaya devam etmeyi kim istiyor? Çizgidışı olanlar, dindar olanlar, sanatçı olanlar (kimi zamanlar); kendi değerleri konusunda yanlış bir inanca sahip olanlar. Yumuşak peynirler dağılır; sert peynirler dayanır. Her ikisi de küflenir.
Belki de bağışlayan ve aşırı hoşgörülü davranan kişiler sandıklarından daha rahatsız edici kişilerdir.
Madam Bovary’yi suçlamış olan savcının Flaubert’in sanatını anlatmak için kullandığı bir cümle geliyor aklıma: Onun sanatının gerçekçi, ama ağırbaşlılıktan uzak olduğunu söylüyordu savcı.
Peki ya eski aşk? Eski aşk harap bir anıtın üzerinde nöbet tutan paslı bir petrol tankıdır: Burada, bir zamanlar, bir şeyler özgürlüğüne kavuşturulmuştur. Eski aşk, kasım ayında plaj kabirleridir.
Onu seviyordum; mutluyduk; onu özlüyorum. Beni sevmiyordu; mutlu değildik; onu özlüyorum. Belki de sevilmekten usanmıştı.
Ya da onun hayalinden kurtulmaya çalışırsınız. Bugünlerde, Ellen’ı anımsadığımda, 1853’te Rouen’ı kasıp kavurmuş olan bir dolu fırtınasını düşünmeye çalışıyorum. Birinci sınıf bir dolu fırtınası, diye yorumlamış Gustave olayı Louise’e. Bu fırtına yüzünden Croisset’deki duvara yapışık meyve ağaçları tahribata uğramış, çiçekler paramparça olmuş. mutfak bahçeleri altüst edilmiş. Başka yerlerde, ekinler hasar ğörmüş ve pencere camları kırılmış. Sadece camcılar mutluymuş; Camcılar ve Gustave. Her şeyin yerle bir edilmesi çok hoşuna gitmiş onun: Beş dakika içinde Doğa, insanoğlunun kibir duyarak doğayı soktuğunu hayal ettiği o kısa ve yapay düzenin üstüne kendi gerçek düzenini kuruvermiş. Çan biçiminde bir kavun mahfazasından daha aptalca ne olabilir? diye sormuştu Gustave. Camları paramparça eden dolu tanelerine alkış tutmuştu. İnsanlar güneşin işlevinin lahanaların büyümesine yardım etmek olduğuna biraz fazla kolay inanıveriyorlar.
Ve yine de onu her gün düşünürsünüz. Kimi zamanlar, onu ölü haliyle sevmekten usanıp onunla sohbet edebilmek için yaşama yeniden dönmüş olduğunu düşlersiniz. Annesinin ölümünden sonra Flaubert, evinin kâhya kadınına onun kareli eski elbisesini giydirir ve kendisini aldatıcı bir gerçeklik duygusuyla şaşırtmasını isterdi. Bu oyun hem işliyor hem de işlemiyordu: Cenazeden yedi yıl sonra, o eski giysinin evin içinde yer değiştirdiğini gördükçe hâlâ hıçkıra hıçkıra ağlardı. Bir başarı mı, yoksa başarısızlık mı bu? Anılara dalış mı, yoksa kendini zevke kaptırış mı? Peki, kederlerimizi bağrımıza basıp onlardan kendini beğenmişçesine zevkler almaya başladığımızda bunu bilecek miyiz? Hüzün, kötü bir alışkanlıktır (1878).
Kötü görünebilir bu, Geoffrey, ama atlatacaksın. Kederini hafife alıyor değilim; sadece, bunu atlatacağını bilecek kadar çok şey gördüm hayatta ben. Bir reçete karalayıverirken (Hayır, Bayan Falanca, onların hepsini alabilirsiniz, öldürmezler sizi) kendi kendine söylediğin sözcükler. Ve gerçekten de bunu atlatırsınız, doğru. Bir yıl sonra, beş yıl sonra. Ama bu dertten, güneşli bir havada Downs’ı geçip son hızla Manş’a doğru inen bir trenin tünelden çıktığı gibi çıkmazsınız; mazot katmanına batmış bir martı gibi çıkarsınız. Yaşam karşısında tüyleriniz katrana bulanmıştır.
Başkaları konuşmak istediğinizi düşünürler. Ellen’dan söz etmek istiyor musunuz? diye sorarlar, eğer çöküp kalırsanız bundan sıkıntı duymayacaklarını ima ederek. Bazen konuşursunuz, bazen konuşmazsınız; pek fark etmez. Sözcükler uygun sözcükler değildir; ya da daha doğrusu, uygun sözcükler yoktur. Dil, yıldızları merhamete getirmeye özlem duyarken, üzerine vurup ayıları dans etmeye çağırdığımız çatlak bir çaydanlık gibidir. Konuşursunuz ve yas dilinin budalaca yetersiz olduğunu fark edersiniz. Başka insanların kederlerinden söz ediyor gibisinizdir. Onu seviyordum; mutluydum; onu özlüyorum. Beni sevmiyordu; mutlu değildik; onu özlüyorum. Seçilecek dua sayısı sınırlıdır: Heceleri ağzınızda geveleyin.
VOLTAIRE
On dokuzuncu yüzyılın büyük kuşkucusu, on sekizinci yüzyılın büyük kuşkucusu hakkında ne düşünüyordu? Flaubert, çağının Voltaire’i miydi? Histoire de l’esprit humain, histoire de la sottise humaine. * Hangisi söylemişti bu sözü?

* (Fr.): İnsan ruhunun tarihi, insan budalalığının tarihi. (ç.n.)

ŞARK
‘Madam Bovary’nin döküldüğü pota. Flaubert, Avrupa’dan bir romantik olarak ayrıldı ve Şark’tan bir gerçekçi olarak döndü.
Yaşlılığınızı boşa harcamak, onunla hiçbir şey yapmamaktan daha iyidir.
Yazarlarda sık sık gözlemlediğim bir kendini beğenmişliktir bu; bir yazar ne denli seçkinleşirse, kendini beğenmişliği de o denli belirginleşir. Herkesin kendileri gibi yazması gerektiğine inanırlar: Tabii, onlar kadar iyi değil, ama aynı biçimde.
Şayet iyi yazacak olursanız, sizi hiçbir fikre sahip olmamakla suçlarlar.
‘Madam Bovary’den ‘Lady Chatterley’in Aşığı’na kadar bütün müstehcenlik davalarını şöyle bir alın: Savunma tarafında her zaman bir çeşit oyun oynama, verilen karara bir çeşit boyun eğme öğesi vardir. Buna başkaları taktik bir ikiyüzlülük de diyebilirler. (Bu kitap cinsel arzuları uyandırıyor mu? Hayır, Sayın Yargıç, biz kitabın okur üzerinde mimetik değil de emetik bir etki yapacağı görüşündeyiz.* Bu kitap zinaya teşvik ediyor mu? Hayır, Sayın Yargıç, kendini bu sefih yaşama kaptıran zavallı günahkâr kadının, romanın sonunda nasıl cezalandırılmış olduğuna bir bakın. Bu kitap evliliğe saldırıyor mu? Hayır, Sayın Yargıç, başkaları evliliklerin ancak Hıristiyan ilkelerine uyarak mutlu olabileceğini öğrensinler diye utanç verici ve umutsuz bir evliliği anlatıyor bu kitap. Bu kitap kutsal şeylere dil uzatıyor mu? Hayır, Sayın Yargıç, romancı düşüncelerinde iffet sahibidir.) Bir mahkeme kanıtı olarak bu sözler, elbette başarılı olmuştur; ama ben, kimi zamanlar, bir avukatın gerçek bir edebiyat yapıtını savunurken söylevini açık bir meydan okuma üzerine dayandırmamasını biraz kırgınlıkla karşılıyorum. (Bu kitap cinsel arzuları uyandırıyor mu? Canı gönülden öyle olduğunu umarız, Sayın Yargıç. Bu kitap zinayı teşvik ediyor ve evliliğe saldırıyor mu? Tam üstüne bastınız Sayın Yargıç, müvekkilimin yapmaya çalıştığı da ‘tamı tamına’ budur. Bu kitap kutsal şeylere dil uzatıyor mu? Tanrı aşkına, Sayın Yargıç, mesele, İsa’nın çarmıhtayken üstünde bulunan apış bezi kadar gözler önünde. Şöyle diyelim isterseniz, Sayın Yargıç: Müvekkilim içinde yaşadığı toplumun değerlerinin çoğunun kokuştuğunu düşünüyor ve bu kitabıyla, evli olmayan kişiler arasındaki cinsel ilişkiyi, mastürbasyonu, zinayı ve papazların taşlanmasını kolaylaştıracağını umuyor. Ve sizin dikkatinizi de geçici olarak çektiğimize göre, Sayın Yargıç, rüşvet almış olan yargıçların da kulak memelerinden asılmalarını umuyoruz. Savunmamız bu kadardır.)

* Yazar, ‘taklide ilişkin’ anlamına gelen ‘mimetik’ sözcüğüyle, ‘kusturucu’ anlamına gelen ’emetik’ sözcüğü arasında bir söz oyunu yapıyor. (ç.n.)

Okur kitleleri, yanılsamaları pohpohlayacak yapıtlar isterler.
İyi niyetlerle sanat yapılmaz.
Birbirlerinin bayağı davranışlarından gurur duyan çiftler tanıdım ben: Her biri ötekinin çılgınlığının, ötekinin kendini beğenmişliğinin, ötekinin zayıflığının ardından gidiyordu. Gerçekte, neyin peşindeydiler? Besbelli ki, arar göründüklerinin ötesinde olan bir şeyin? Belki de tüm insanlığın kökü kazınmayacak şekilde kokuşmuş olduğunun ve yaşamın da, gerçekte, bir ahmağın kafasındaki gösterişli ve tuhaf bir karabasandan başka bir şey olmadığının kesin biçimde doğrulanmasının. Öyle mi sizce?
Şarabı, aşkı, kadınları ve zaferi ancak bir ayyaş, bir âşık, bir koca ya da ordu saflarında bir er olmamanız koşuluyla betimleyebilirsiniz. Yaşama katılırsanız, onu açıkça görmezsiniz: Ya ondan çok ıstırap duyarsınız, ya da çok zevk alırsınız.
Bugünün, geçmişin ona yaltaklanmasını beklemesi ne kadar garip bir kendini beğenmişlik. Bugün, bir önceki yüzyılın büyük kişilerinden birine bakıyor ve O bizden biri miydi? Toplumsal kurallara saygılı biri miydi? diye merak ediyor. Bu sözlerde ne kadar çok güven eksikliği var: Bugün, geçmişin politik düzlemde kabul edilir olup olmadığına karar vererek ona hem tepeden bakmak istiyor, hem de onun kendine yaltaklanmasını, sırtını sıvazlamasını ve kendisine iyi yolda olduğunu söylemesini istiyor.
Edebiyat politikayı içerir, ama tersi geçerli değildir. Ne yazarlar ne de politikacılardan rağbet gören bir görüş bu, ama beni bağışlarsınız umarım. Bana öyle geliyor ki yazılarını politik bir araç olarak gören romancılar yazının değerini düşürüyorlar ve politikayı da aptalca yüceltiyorlar. Hayır, politik görüşlere sahip olmalarının ya da politik demeçler vermelerinin yasaklanması gerektiğini söylüyor değilim. Sadece, çalışmalarının bu bölümüne gazetecilik adını vermeleri gerektiğini vurguluyorum. Romanın, politik etkinliğe katılmanın en etkili yolu olduğunu düşünen romancı, genellikle kötü bir romancı, kötü bir gazeteci ve kötü bir politikacıdır.
Flaubert, demokrasinin, yönetim biçimleri tarihinde yalnızca bir aşama olduğunu düşünüyor ve insanların birbirlerini yönetmesinin en iyi ve en onurlu yolunu temsil ettiği varsayımını, bizim tipik bir kendini beğenmişliğimiz olarak görüyordu. O, insanlığın sürekli evrimine ve bu nedenle de onun toplumsal biçimlerinin evrimine inanıyordu – ya da daha doğrusu, bu evrimi gözden kaçırmıyordu: Nasıl ki kölelik, feodalizm ya da monarşi insanlığın son sözü olmamışsa, demokrasi de son sözü değildir. O, en iyi yönetim biçiminin, ölmekte olan bir yönetim biçimi olduğunu ileri sürüyordu, çünkü bu, yeni bir yönetim biçimine yer açmak demekti.
Dostlarını seviyordu. Bazı kişilere hayrandı. Ama sevgisi her zaman özeldi; önüne her çıkana vermiyordu onu. Bu bana yeterli görünüyor. Daha fazla mı vermesini istiyorsunuz siz? İnsanlığı sevmesi ni, insan türüne övgüler düzmesini mi istiyorsunuz? Ama bunun hiçbir anlamı yok. İnsanlığı sevmek, yağmur damlalarını sevmek ya da Samanyolu’nu sevmekten daha fazla ya da daha az bir şey ifade etmiyor. İnsanlığı sevdiğinizi mi söylüyorsunuz siz? Kendinizden biraz fazla memnun olmadığınızdan, onay aramadığınızdan, doğru tarafta olabilmek için elinizden gelen her şeyi yapmadığınızdan emin misiniz?
Ama işte fark burada. Bir sevgiliyle ya da bir eşle, en kötüyü bulduğunuzda -ister bir sadakatsizlik ya da sevgi eksikliğinden, isterse bir delilik ya da intikam arzusundan olsun- gönlünüze âdeta su serpilir. Yaşam düşündüğüm gibiymiş, dersiniz; şimdi bu hayal kırıklığını kutlayacak mıyız? Sevdiğiniz bir yazarda ise onu savunma güdüsü duyarsınız. Daha önce söylemek istediğim budur: Belki de bir yazara duyulan sevgi, sevginin en saf, en kalıcı biçimidir. Bu yüzden onu savunmanız daha kolay olur.
Bir yazarın yapıtından gerçekten hoşlanıyorsanız, sayfaları onaylayarak ama aynı zamanda da birinin okumanızı kesmesine aldırış etmeden çeviriyorsanız, o zaman, o yazarı ciddiye almadan sevmeye eğiliminiz var demektir. İyi biri, diye düşünürsünüz. Güvenilir bir insan. Onun tam bir oymak dolusu yavrukurdu boğarak öldürdüğünü ve cesetlerini de bir sazan sürüsüne attığını söylüyorlar, siz ne dersiniz? Aa, yok canım! Bunu yapmadığından eminim ben: Güvenilir bir insan o, iyi bir arkadaş. Ama eğer bir yazarı severseniz, zekâsının damla damla akmasına bağımlılık duyarsanız, onun ardına düşmek ve onu bulmak isterseniz -karşı yöndeki bütün yasaklara rağmen- o zaman çok fazla bilmek diye bir şey olamaz. Zaafları da aramaya başlarsınız. Bir oymak dolusu yavrukurt, ha? Yirmi yedi miymiş, yoksa yirmi sekiz mi? Peki, onların küçük fularlarını uç uca diktirip yorgan da yaptırmış mı bari? Peki, idam sehpasına çıkarken Eski Ahit’teki Yunus Kitabı’ndan sözler okuduğu da doğru mu acaba? Ya sazan balığı havuzunu yörenin izcilerine miras olarak bırakmış olduğu?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir