İçeriğe geç

Felsefeye Giriş Kitap Alıntıları – Nigel Warburton

Nigel Warburton kitaplarından Felsefeye Giriş kitap alıntıları sizlerle…

Felsefeye Giriş Kitap Alıntıları

İnsan doğası gibi bir varsayım, kendini-aldatmanın ve her birimizin sahip olduğu büyük sorumluluğun inkarının bir biçimidir.
Her ciddi suç ömür boyu hapisle cezalandırılmadığı müddetçe, hapse atmanın toplumu koruması pek de beklenemez.
İnsanoğlu başka insanlara her ne sebeple olursa olsun acı çektirmektedir.
Düşünceyi salt bir beyin haline indirgemek, onun nasıl olanaklı olabildiğine dair bir açıklama vermemektedir.
Tüm bunların tek bir Tanrı tarafından tasarlandığına inanmanızı gerektirecek hiçbir neden yoktur. Neden küçük bir tanrı grubunun birlikte çalışarak tasarladığı bir şey olmasın ki ?
Öyle ki Tanrı, sanki bilerek ve isteyerek, dünyaya kendi varoluşunun kanıtlarını bırakmıştır.
Eğer Tanrı varsa insan varoluşu bir amaca sahip olabilir ve hatta sonsuz yaşamı umut edebilir. Aksi takdirde, insanın kendi yaşantısına kendisinin herhangi bir anlam kazandırması gerekir:
Onlar; felsefenin, hayatın anlamı üzerindeki örtüyü kaldıracağını ve karmaşık varoluşlarımızın her bir yönünü açıklayacağını düşünürler. Ancak felsefeyle meşgul olmak, bize hayatın bütünlüklü bir resmini veremez.
Felsefeyle uğraşmak, yalnızca önyargılarımız üzerine daha berrak düşünmeye değil, aynı zamanda tam olarak neye inandığımızı açıklığa kavuşturmaya da yardımcıdır.
Her insan kendi inancının uygun ve de hakiki olup olmadığını sorgulamak zorundadır.
Her ne kadar tümevarımsal bir argümanın sonucunun yüzde yüz doğru olduğunu hiçbir zaman gösteremesek de, bu sonucun büyük ihtimalle doğru olduğunu gösterebilecek olmamızdır. Bilimin keşfettiği doğa yasalarının mutlak geçerli oldukları ispatlanmamıştır. Gelgelelim bu yasaları onaylamak için ne kadar çok gözlem yaparsak o kadar çok yasanın doğruluğuna yaklaşırız. Bu cevap zaman zaman olasılıkcılık olarak adlandırılır. Güneşin yarın da doğacağını mutlak olarak söyleyemeyiz, fakat bunun yüksek ihtimalle gerçekleşeceği yargısında bulunabiliriz.
Görme edimi yalnızca retina üzerinde bir imgeye ya da görüntüye sahip olmak değildir. Ya da filozof R. N. Hanson’ın ifade edişiyle, “Görmede, gözyuvarına yansıyandan her zaman daha fazla şey vardır.” Görmek üzere olduğumuz şeye ilişkin mevcut bilgimiz ve beklentilerimiz fiilen gördüğümüzü etkiler.

Örneğin, bir fizikçinin elektron mikroskobuna bakması ile bilimsel bir geçmişe sahip olmayan birisinin aynı cihaza bakması arasındaki farkı düşünün. Fizikçi mikroskobun değişik parçaları arasındaki ilişkileri çözecek ve bu aletin kıymetini ve onunla neler yapılabileceğini anlayacaktır. Bilimsel geçmişe sahip olmayan kişi içinse bu alet, muhtemelen metal ve kablo parçalarının anlamsız ve gizemli bir biçimde birleşmesinden başka bir şey ifade etmeyecektir.

İdealist için bundan çıkarılacak sonuçlardan biri, nesnelerin yalnızca algılandıkları müddetçe varolduklarıdır. Bir nesne, bana ait sinema ekranından bana yansıtılmadığı zaman, artık var olmaz. İdealistlerin en meşhuru Piskopos George Berkeley’in “esse est percipi”, yani “var olmak algılanmaktır.” der. Buna göre, bir odayı terk ettiğimde oda var olmayı sürdürmez ama gözlerimi kapattığımda dünya kaybolur ya da gözümü kırptığum her an, orada olan her neyse, artık orada olmaz.
Dış dünyaya ve benim onunla olan ilişkime dair bu türden şüpheciliğin en uç versiyonu, benim hiçbir şekilde bir bedene sahip olmadığımı hayal etmektir. Kimyasallarla dolu bir kavanozun içinde yüzen bir beyinden başka bir şey değilim. Kötü kalpli bir bilim insanı beynime, duyusal deneyimlere sahip olduğum yanılsamasına düşecek şekilde, bağlamıştır. Bir başka değişle bilim insanı bir tür deneyim makinesi yaratmıştır. Kendi düşüncelerime sahip olduğun müddetçe, ayağa kalkıp bir gazete almak için büfeye kadar yürüyebilirim. Ancak tüm bunlar, gerçekten, bilim insanının beynimdeki belirli sinirleri uyarması ve dolayısıyla ben de bu eylemleri gerçekleştirdiğini yanılsamasını yaratmasıdır. Beş duyumuz aracılığıyla geldiğini düşündüğüm deneyimlerimin tümü, aslında kötü kalpli bilim insanının bedene sahip olmayan beynimi uyarmasının bir sonucudur. Bilim insanı, söz konusu bu deneyim makinesiyle gerçek hayatta sahip olabileceğim duyusal deneyimleri yaratabilir. Beynimdeki sinirlerim karmaşık bir şekilde uyarılması suretiyle bilim insanı, bende televizyon izlediğim, maraton koştuğum, kitap yazdığım, makarna yediğim ya da buna benzer yanılsamalar yaratabilir. Bunu gerçekleştirmek, göründüğü kadar zor bir durum olmayabilir: Bilim insanları şimdiden “sanal gerçeklik“ makineleri olarak bilinen bilgisayar simülasyonları üzerinde çalışmalar yapmaktadır.
Rüya görmüyor olsam dahi, halüsinasyon görüyor olabilirim. Birisi kahvemize zihin uyarıcı bir hap atmış ve gerçekten orada olmayan şeyleri görmeme sebep olmuş olabilir. Belki de, gerçekten elimde bir kalem tutmuyor veya güneşli bir günde gerçekten penceremin önünde oturmuyorumdur. Kahvemin içine hiç kimse halüsinojen bir madde (LCD) atmadıysa, belki de alkolizmin pençesine düştüğüm için halüsinasyon görmeye başlamışımdır. Gelgelelim bu olası bir durum gibi görünse de, tüm yaşamı rahatça bu şekilde sürdürmem neredeyse imkansızdır. Eğer oturmakta olduğum sandalye hayal gücümün bir ürünü ise, bu durumda nasıl olurda benim ağırlığımı taşır? Buna verilebilecek yanıtlardan biri, daha en başta oturduğuna dair bir yanılsama içinde olduğumdur: Aslında taş bir zemin üzerinde uzanırken, halüsinasyona sebep olan bir uyuşturucu aldım ya da koca bir Absent şişesini bitirdiğim için, kendimi rahat bir koltuğa oturmak üzereyken düşünebilirim.
En azından bir filozof, Norman Malcolm, rüya kavramının kendisinin, rüya esnasında “Rüya mı görüyorum?” sorusunu sormayı mantıksal olarak imkansız kıldığınu iddia etmiştir. Soru sormak, soru soran kişinin bilincinin yerinde olmasını gerektirir. Gelgelelim Malcolm’a göre, rüya gördüğümde, uykuda olduğum için tanım gereği bilincim yerinde değildir. Uykuda değilsem, rüya görüyor olamam. Bununla birlikte “Rüya mı görüyorum?” sorusunu sorabiliyorsam, uyuyor ve dolayısıyla rüya da görüyor olamam. Bu soruyu kendime yönelttiğime ilişkin bir rüya görüyor olabilirim, fakat bu da gerçek anlamda bu soruyu sormakla eş anlama gelmez.
Her Zaman Rüya Görüyor Olamam

Bütün yaşamamın bir rüyadan ibaret olduğunu söylemek pek de bir anlamı ifade etmez. Keza hep rüya görüyor olmam durumunda, rüya kavramını kendisine sahip olmam mümkün olmazdı: uyanık olma kavramına sahip olmayacağım için, rüya görmemin bizatihi karşısında duran hiçbir şeyim de olmazdı. Bizim için sahtesi yapılmış bir banknot düşüncesi, ancak sahteleri ile karşılaştıracak gerçek banknotlar var olduğunda anlamlı olabilir, Aynı şekilde bir rüya düşüncesi de, yalnızca kendisi ile karşılaştırabileceğimiz uyanık bir hayat söz konusu olduğunda anlamlı olabilir.
Bunların tümü doğru olmakla birlikte, şüphecilerin savundugu düşünce ortadan kaldırmaz. Zira şüpheciler, her zaman rüya gördüğümüzü değil, daha ziyade belirli bir anda gerçekten rüya görüp görmediğimizin ayırdına varamayacağımızı iddia eder.

Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Kesinlik Dereceleri

 Her ne kadar nesneleri uzaktan ya da alışılmadık koşullarda gördüğümde yanılabilsem de, şüphesiz, makul bir kuşkuya sahip olamayacağım bir takım gözlemlerim de vardır. Örneğin, masamda oturup bu bölümü yazıyor olduğumdan, elimde bir kalem tuttuğumdan ve önümde bir balya kağıdın durduğundan ciddi anlamda kuşku duyamam. Aynı şekilde, bu kitabı kaleme alırken İngiltere yerine sözgelimi Japonya’da olduğum kuşkusuna da kapılamam.
Buna karşın bir şüpheci, kesin bilginin örnekleri gibi görünen şeyler hakkında da pekala yanılabileceğimi söyleyecektir: rüyalarda, aslında yatağımda uzanmış yatarken, uyanık olduğumu ve bu kitabı yazdığını görebilirim. Dolayısıyla, yazarken rüyada ya da uyanık olduğunu nasıl ayırt edebilirim? Açıkçası bundan daha garip rüyalarda gördüm. Rüya görme deneyimini kesin olarak uyanık olma deneyiminden ayırabilecek herhangi bir şey var mıdır?

Sağduyu realizmi, çoğunlukla, felsefeyle uğraşmamış insanların insanların benimsediği bir görüştür. Bu görüşe göre, beş duyumuz aracılığıyla doğrudan bilgisine sahip olabileceğimiz —evler, ağaçlar, insan bedenleri, felsefe kitapları ve benzeri—fiziksel nesnelerden oluşan bir dünya vardır. Bu fiziksel nesneler, bizler onları algılasak da algılamasak da var olmaya devam ederler. Dahası, bu nesneler az ya da çok bizlere göründükleri gibidirler: Süs balıkları gerçekten turuncu ve futbol topları da gerçekten yuvarlaktır. Bunun gerçekliği algılayan duyu organlarımızın güvenilir olmasında yatar. Bu duyu organları bizlere fiilen orada olanın gerçekçi bir resmini verirler.
Gel gelelim, bütün bir yaşamı Sağduyu Realizm’in duyu algısına ilişkin varsayımlarını kabul ederek geçirmek mümkün olsa da, böylesi bir yaşam hiç de tatmin edici olmayacaktır. Sağduyu realizmi, duyguların güvenilirliğine ilişkin şüpheci argümanlar karşısında sağlam bir şekilde durmaya başaramaz. 
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Dış dünyaya ilişkin temel bilgimiz sahip olduğumuz beş duyudan gelir: görme, duyma, dokunma, koklama ve tat alma. Birçoğumuz için görme duyusu kilit bir rol oynar. Dışarıda duran dünyanın neye benzediğini bilirim zira onu görebilmekdeyimdir. Görmekte olduğum gerçekten orada olup olmadığından emin olamazsam eğer, genellikle ona uzanıp, dokunur ve bundan emin olurum. Görebildiğim, ki gerekirse dokunduğum ve hatta tadına baktığım için çorbam da bir sinek olduğunu bilirim. 
YASASIZLIĞA DOĞRU GİDEN KAYGAN BİR ZEMİN OLMASI

Sivil itaatsizliğe yöneltilen bir başka itiraz, yasayı çiğnemeye teşvik ediyor olmasıdır ki, bu da uzun vadede, hükümetin gücünü ve yasayla yönetimi yıkmak suretiyle sivil itaatsizliğin beraberinde getireceği olası tüm yararlara daha ağır basan tehlikeler doğurur. Yasaya saygının altı, ahlaki temellerde bile olsa, bir kez oyulduğu zaman bunu genel bir yasasızlığın takip etme tehlikesi vardır.
Bu bir kaygan zemin argümanıdır, eş değişle belirli bir kararı almaya yönelik bir adım attığınızda, sürecin geri dönülemez ve durdurulamaz şekilde ilerleyeceğini ve de çok açık bir biçimde cezbedici olmayan sonuçlar doğuracağını söyleyen argümandır. Tıpkı kaygan bir yokuşta adım attıktan sonra en aşağıya inene kadar durmamızın nerede imkansız olması gibi, bazılarına göre, küçük çapta yasa çiğnemeyi mazur görür ya da kabul ederseniz, bu durumda o, hiç kimsenin yasaya saygı duymayacak noktaya kadar ilerleyecektir. Gelgelelim bu türden bir argüman, nihai sonucu, kaçınılmaz olmadığı halde, kaçınılmaz gibi gösterebilir. Sivil itaatsizlik eylemlerini yasaya olan saygıyı ortadan kaldıracağı iddiasını inanmak için hiçbir neden yoktur.

DEMOKRATİK OLMAMASI

Sivil itaatsizliğin bir tür demokrasi içinde meydana geldiği kabul edilse de, onun kendisi demokrasi dışı görülebilir. Demokratik yollarla seçilen temsilcilerin çoğu, belirli bir yasanın yürürlüğe girmesi ya da hükümet politikasının pratiğe dökülmesi için oy kullanıyorsa, o zaman buna karşı eylem düzenleyip yasayı çiğnemek, özellikle de sivil itaatsizlik eylemi düzenleyenler bir azınlığı oluşturuyorsa, demokrasinin ruhuna aykırı görünmektedir. Şüphesiz, herkesin nahoş bulabileceği hükümet politikalarının olduğu gerçeği, demokratik bir devlette yaşamak için ödenmesi gereken küçük bir bedeldir. Eğer bir azınlığın düzenlediği sivil itaatsizlik eylemi etkili olursa, bu durumda o, birkaç kişiye çoğunluğun görüşlerini devirecek ve ters yüz edecek gücü verir gibi görünür. Bu da, onun son derece demokrasi dışı bir eylem olduğu izlenimini verir. Ancak sivil talihsizlik eylemi etkisizse, o zaman da bu eylemi gerçekleştirmenin pek bir anlamı yoktur. Dolayısıyla bu görüşe göre, sivil itaatsizlik ya demokrasi dışı bir eylem ya da gereksiz bir eylemdir.

Sivil itaatsizlikin temel hedefi en nihayetinde yasanın yönetiminin temellerini tümüyle yıkmak değil, belirli yasaları ya da hükümet politikalarını değiştirmektir. Sivil itaatsizlik geleneğinde hareket edenler, genellikle şiddetin her türünden uzak dururlar. Bunu da yalnızca misillemeye ve dolayısıyla çatışmayı teşvik etmek suretiyle amaçlarının mahiyetine zeval geleceği için değil, esasen yasayı çiğneme gerekçeleri, ahlaki temellerde yükseldiği için yaparlar. Nitekim ahlaki ilkelerin çoğu, başka insanlara zarar vermeye sözgelimi nefsi müdafaa gibi yalnızca özel durumlarda izin verir.
Sivil itaatsizlikye verilebilecek bir başka örnek, Vietnam Savaşı sırasında bazı Amerikalıların askere çağrılmalarına rağmen, savaşmayı reddetmesidir. Bazıları bunu, insan öldürmenin her türünün ahlaken yanlış olduğuna inandıkları ve dolayısıyla yasayı çiğnemeyi savaşmaya ve muhtemelen başka insanları öldürmeye yeğ tuttukları için yaptılar. Bütün savaşlara itiraz etmeyen diğerleri ise, Vietnam’daki savaşın ortada hiçbir iyi sebep yokken sivilleri büyük bir tehlike altına sokan, adaletsiz bir savaş olduğu duygusuna kapılmışlardı. Vietnam’da süregelen savaşa karşı tepkilerin büyümesi en nihayetinde Amerika Birleşik Devletleri‘nin geri çekilmesine yol açtı.
Hem Mahatma Gandhi hem de Martin Luther King Jr. sivil itaatsizliğin ateşli savunucuları olmuşlardır. Gandhi, Hindistan‘ın bağımsızlığını, en nihayetinde İngiliz hükümdarlığının geri çekilmesi ile sonuçlanmasına sebep olan şiddet içermeyen yasadışı eylemlerle temin etmede çok büyük bir etkiye sahipti. Martin Luther King Jr.’ın ırksal önyargılara aynı yöntemlerle meydan okuması da, Amerika’nın güney eyaletlerindeki siyahilerin temel insan haklarını kazanmalarına yardım etmiştir.
Sivil itaatsizlik yasa ve hükümet politikasında önemli değişikliklerin olmasına yol açmıştır. Buna verilebilecek meşhur bir örnek İngiltere’deki kadınların oy kullanma hakkını savunan harekettir. Keza bu hareket, kadınlar için oy kullanma hakkını elde etme amacına, eylemcilerin kendilerini tren raylarına zincirlemesini de içeren bir sivil itaatsizlik kampanyasıyla kamusallaştırmayı başarmıştır. Sınırlı bir özgürleştirmeye, kısmen Birinci Dünya Savaşı’nın toplumsal etkisinin de bir sonucu olarak, sonunda 30 yaş ve üstü kadınlara oy kullanma hakkı verilmesi ile, 1918’de ulaşıldı. Yine de, kadınlara oy kullanma hakkının tanınması gerektiğini savunan bu hareket, kadınların sözümona demokratik seçimlere katılmalarını yasaklayan adaletsiz yasanın değiştirilmesinde önemli bir rol oynamıştır.
YALNIZCA BAZI SONUÇLARLA İLİŞKİLİ OLMASI

Bazı suçların ıslah edilmeye ihtiyacı yoktur. Bir defaya mahsus olmak suretiyle suç işleyenlerin, yasaları tekrar çiğneme ihtimalleri pek olmadığından bu türden bir gerekçelendirme ile cezalandırılmaması gerekir. Bununla birlikte bazı suçların ıslah edilmesi açıkça mümkün değildir: bu insanların da, kişiliklerinin değişmesinin olası olmadığını varsayarsak, cezalandırılmasına hiçbir anlamı yoktur. Bu, kendi içinde kurama yönelik bir eleştiri olmayıp, kuramdan çıkarılacak olanlara daha detaylı bir bakıştır. Bununla birlikte bir çok insan da bu çıkarımları kabul edilemez bulacaktır. 

Cezanın bir başka gerekçelendirmesi, cezanın yasayı çiğneyenlerin ıslah etmeye yönelik gücü olduğudur. Bu, cezanın suç işleyenlerin karakterlerini değiştirmesine yardım ettiği ve böylelikle serbest bırakıldıklarında artık suç işlemeyecekleri anlamına gelir. Bu görüşe göre, özgürlüğün kısıtlanması ya da elden alınması suçluları tedavi etmenin bir biçimi olarak işlev görür.
İŞE YARAMAMASI

Cezanın bu gerekçelendirmesine yöneltilen bir başka eleştiri de, suçluları hapse atmanın, onlar hapishanede birbirlerine cezadan yakayı kurtarma yollarını öğrettikleri için, toplumu yalnızca kısa vadede koruduğu ve uzun vadede fiilen daha tehlikeli bir toplumla sonuçlandığıdır. Dolayısıyla, her ciddi suç ömür boyu hapiste cezalandırılmadığı müddetçe, hapse atmanın toplumu koruması pek de beklenemez.
Bu da yine gözleme dayalı bir argümandır. Eğer bu argümanın iddia ettikleri doğruysa, bu durumda. Toplumun korunması ile suçluların alışkanlıklarının yeniden düzenlenmesi için bir takım girişimlerin birleştirilmesinin sağlam zeminleri vardır.

YALNIZCA BAZI SUÇLARLA İLİŞKİLİ OLMASI

Tecavüz gibi bazı tür suçlar; aynı kişi tarafından tekrar tekrar işlenebilir. Böylesi durumlarda suçlunun özgürlüğünün kısıtlanması, söz konusu suçun tekrar işlenmesi şansını en aza indirecektir. Gelgelelim diğer suçlar genellikle bir defaya mahsustur. Sözgelimi kocasına hayatı boyunca hınç duyan bir kadın en sonunda kocasının içeceğine zehir karıştırma cesareti gösterebilir. Bu kadın başka hiç kimseye tehdit oluşturmayabilir. Kadın ciddi bir suç işlemekle birlikte, onun bunu tekrarlaması neredeyse hiç mümkün değildir. Bu durumda, böylesi bir kadın için toplumun korunması, onun cezalandırılmasına yönelik bir gerekçelendirme sağlamaz. Ancak pratikte, aynı suçu tekrarlamayacak suçluları tespit etmek hiç de kolay değildir.

Cezanın bir başka gerekçelendirmesi de, onun bahse geçen yararlı sonuçlardan birinin, eş değişle, yasaları çiğneme eğiliminde olan insanlardan toplumun korunması gerekliliğinin altını çizer. Eğer bir kimse haneye tecavüz ederse, bu kimse pekâlâ başka hanelere de tecavüz edebilir. Dolayısıyla devlet böylesi kimseleri aynı eylemi tekrarlamalarını engellemek gerekçesiyle hapse atabilir. Bu gerekçelendirmek çoğunlukla tecavüz ya da cinayet gibi ağır suçların söz konusu olduğu durumlarda kullanılır.
İŞE YARAMAMASI

Caydırıcı olarak cezayı eleştirenlerin bir kısmı, onun açıkça işe yaramadığını iddia ederler. İdam cezası gibi aşırı cezalar seri katilleri caydırmazken; kefalet ve kısa süreli tutukluluk gibi daha hafif cezalar da hırsızları caydırmaya yetmez.
Bu tür bir eleştiri gözlem verilerini esas alır. Ceza türü ile suç oranı arasındaki ilişkiyi çözümlemek, verilerin yorumlanmasını çarpıtabilecek bir çok etmen olduğu için oldukça zordur. Bununla birlikte, cezanın çok az caydırıcı etkisi olduğu ya da hiçbir etkisi olmadığı kesin olarak gösterilebilirse, bu, cezanın söz konusu gerekçelendirmesine yıkıcı bir darbe vuracaktır.

MASUM İNSANLARIN CEZALANDIRILMASI

Caydırıcı ceza kuramına yöneltilen ciddi eleştirilerden biri, en azından onun en yalın hali söz konusu olduğunda, herhangi bir suç işlememiş ya da bizatihi o suçu işlememiş masum birisine cezalandırmanın gerekçelendirilmesi olarak kullanılabilmesidir. Bazı durumlarda çoğu kimselerce belirli bir suçu işlediğine inanılan bir günah keçisini cezalandırmak, özellikle de kamu oyu cezaya kurban gidenin masum olduğu gerçeğinin farkında değilse, aynı suçu işlemeyi düşünen kişi üzerinde oldukça caydırıcı bir etkiye sahip olacaktır. Bu tür durumlarda öyle görünmektedir ki masum bir insanı cezalandırmayı gerekçelendiririz; bu da caydırıcılık kuramının pek de cazip olmayan bir sonucudur. Akla yatkın her caydırıcı ceza kuramı böylesi bir itirazla karşı karşıya gelmektedir.

Cezanın genel bir gerekçelendirmesi, onun, hem cezalandırılan bireylerin hem de yasayı çiğnemeleri halinde bunun cezai yaptırımı olacağının farkında olanların, yasayı çiğnemek konusunda cesaretini kırmasıdır. Bu argümana göre, hapise atılmanızın mümkün olduğunu bilmeniz halinde, bir soyguncu olarak kariyer edinmeniz, bununla ceza almadan kurtulabileceğinizi düşündüğünüz bir duruma göre çok daha az muhtemel olacaktır. Bu, cezayla ıslah olmayacakların bile cezalandırılmasını gerekçelendirir. Burada, cezanın işlenen suçun bir sonucu olarak görülmesi, bireyin değişimine ilişkin endişelerden çok daha önemlidir. Bu türden bir gerekçelendirme yalnızca cezanın sonuçlarına odaklanır. Özgürlüğünü kaybeden insanların çektiği acılar topluma sağlanan yararlar karşısında hafif kalır.
Olumlu özgürlük kendi hayatınızı kontrol etmek bakımından özgürlüktür. Hayatınızı fiilen kontrol edebiliyorsanız pozitif anlamda özgürsünüzdür. Ama edemiyorsanız, fiili olarak herhangi bir şekilde sınırlanmasanız veya kısıtlanmasanız dahi, özgür değilsiniz demektir.
Düşünceyi salt bir beyin haline indirgemek, onun nasıl olanaklı olabildiğine dair bir açıklama vermemektedir.
Felsefeyle uğraşmak, yalnızca önyargılarımız üzerine daha berrak düşünmeye değil, aynı zamanda tam olarak neye inandığımızı anlamaya da yardımcıdır. Zamanla meseleleri geniş bir pencereden tutarlı bir biçimde tartışma kabiliyetini geliştirir; aktarılabilir, kullanışlı bir meziyet.
Hayvanların bizlerinkine benzer sinir sistemleri bulunduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, birilerinin hayvanların acı duyamayacağını düşünüyor olması oldukça mantıksız ve rahatsız edicidir.
(Descartes’dan bahsediliyor.)
Platon’unki olmak üzere demokrasiye yöneltilen diğer eleştiriler bu sistemi bir çok seçmenin sahip olmadığı oldukça fazla uzmanlık gerektirdiği yönündedir. Seçmenlerin pek çoğu belli bir adayın yerinde ve sağlam bir değerlendirmesini yapacak durumda değildir.
Totaliter bir rejim kendini, özgür ifadenin yokluğunda belli eder.
Eğer bir kimse, adaletsiz olduğuna inandığı yasaya dikkat çekmek uğruna devlet nezdinde cezalandırılmaya hazırsa bu, onun, yasaların adaletli olması ve adaletli yasalara da saygı duyulması gerektiğine inanan bir tutum takındığı anlamına gelir. Bu da, bir yasayı kişisel çıkarları için çiğnemekten oldukça farklıdır.
Dolayısıyla, her ciddi suç ömür boyu hapisle cezalandırılmadığı müddetçe, hapse atmanın toplumu koruması pek de beklenemez.
Kişi, bu kadar çok kötülüğün varoluşu dikkate alındığında, nasıl olur da mutlak iyi bir Tanrı’ nın varoluşuna ciddî ciddî inanabilir? Herşeyi bilen bir tanrı dünyada kötülüğün var olduğunu da bilir; gücü herşeye yeten bir Tanrı kötülüğün vuku bulmasını hiç kuşku yok ki önleyebilir; mutlak iyi bir tanrı ise kötülüğün var olmasını istemez. Işte bu kötülük problemidir.
Örneğin birisi alkolikse ve sahip olduğu muhakeme yeteneğine aykırı davranıyorsa, bu insanın tüm parasını çılgınlar gibi içki âlemlerinde harcaması özgürlük olarak değerlendirilebilir mi? Bu, özellikle alkolik kimsenin ayık olduğu zamanlarda yaptıklarından pişman olması sebebiyle sezgisel olarak pek de makul görünmez. Biz de daha ziyade alkollü kimsenin içki tarafından kontrol edildiğini ve dürtülerinin kölesi olduğunu düşünme eğilimindeyizdir. Pozitif özgürlüğe göre alkolik insan her ne kadar sınırlamalara maruz kalmasa da gerçek anlamda özgür değildir.
Totaliter bir rejim kendini, özgür ifadenin yokluğunda belli eder.
Temelinde yatan ilkelerin soruşturulmadığı tekdüze bir varoluşu sürdürmek,
daha önce hiç bakımdan geçmemiş bir arabayı kullanmaya benzeyebilir.
Salt fiziksel olan bir şey, nasıl olur da melankoli duyabilir ya da bir resim karşısında hayranlık hissine kapılabilir?
Dolayısıyla, her ciddi suç ömür boyu hapisle cezalandırılmadığı müddetçe, hapse atmanın toplumu koruması pek de beklenemez.
Yasaları bilerek ve isteyerek çiğneyenler, acı çekmeyi hak ederler.
Hayvanlara acımasızca davranmak, bizatihi insanoğlunun ahlaki karakterine zarar verir.
Tanrı, emrettiği ve sevdiği eylemleri, ahlaken iyi olduğu için mi emreder ve sever? Yoksa Tanrı’nın emretmesi ya da sevmesi mi, emrettiği ve sevdiği eylemleri ahlaken iyi yapar?
Savaş, işkence ve acımasızlık olmadan hiçbir aziz ya da kahraman var olamazdı.
İnsanoğlu başka insanlara her ne sebeple olursa olsun acı çektirmektedir.
Öyle ki Tanrı, sanki bilerek ve isteyerek, dünyaya kendi varoluşunun kanıtlarını bırakmıştır.
Darwin’in evrim kuramı hiçbir açıdan Tanrı’nın varoluşunun aksine bir şey kanıtlamaz.
Hem Mahatma Gandhi hemde Martin Luther King Jr. Sivil itaatsizliğin ateşli savunucularından olmuştur. Gandhi, Hindistan’ın bağımsızlığını en nihayetinde İngiliz Hükümdarlığının geri çekilmesiyle sonuçlanmasına sebep olan şiddet içermeyen yasadışı eylemlerle temin etmede çok büyük bir etkiye sahipti. Martin Luther King ırksal önyargılara aynı yöntemlerle meydan okuması da, Amerikan’ın güney eyaletlerindeki siyahilerin temel insan haklarını kazanmalarına yardım etmiştir.
Platon’unki olmak üzere demokrasiye yöneltilen diğer eleştiriler bu sistemi bir çok seçmenin sahip olmadığı oldukça fazla uzmanlık gerektirdiği yönündedir. Seçmenlerin pek çoğu belli bir adayın yerinde ve sağlam bir değerlendirmesini yapacak durumda değildir.
İnsan doğası gibi bir varsayım, kendini-aldatmanın ve her birimizin sahip olduğu büyük sorumluluğun inkarının bir biçimidir.
‘Hayvanlar Acı Duymaz’
Descartes, çağdaşları gibi, insanoğlunun temelde diğer hayvanlardan farklılık gösterdiğine inanır. Ona göre, insanoğlunda bedenle karşılıklı etkileşim içinde olan bir ruh vardır. Bununla birlikte ne yazık ki Descartes, [insan olmayan] diğer hayvanların ruha sahip olduğuna inanmaz. Ona göre, onların görünür acı deneyimleri mekanikle açıklanabilir. Descartes insan ve hayvan bedeninin çalışma biçiminin makinelere oldukça benzediğini düşünür. Onun düşüncesine göre, bu ikisi arasındaki ayrım, insan “makinelerinin” bedenle karşılıklı etkileşim halinde olan ruh tarafından yönetildiği halde, hayvanların salt makineler olmasıdır. Bu bakımdan sözgelimi ayağı kapana kısılan bir köpeğin iniltisi, alarmı olan bir makinenin çalmasından pek de farksız değildir. Burada köpeğin iniltisi, gerçek acı deneyiminin bir göstergesi değildir. Bu Descartes’ın bilimin ilerlemesine katlıda bulunacağı için hayvanların denek olarak kullanılmasından, yani henüz onların hayattayken kesilip biçilmesinden huzursuzluk duymadığı anlamına gelir. O, bir insanın denek olarak kullanılmasını, insanın ruhu bunun sonucunda büyük ıstıraplar çekebileceği için ahlaki bir zorbalık olarak değerlendirilir. Fakat Descartes’e göre aynı edimin hayvanlar üzerinde uygulanmasında, ahleken hiçbir yanlış yoktur.(Kusura bakma Descartes ama hayatımda duyduğum en saçma eleştiri)
Köpek, kedi, boğa ya da şempanze gibi memelilerin, kendileri için hoş olmayan acılar duyabildiklerini farkedebilmek için hayal gücünü pek de zorlamaya gerek yoktur. Bu hayvanların tümü, fiziksel şiddet görmeleri halinde inler, kendilerini bundan sakınacak eylemler sergiler ve birçok üzüntü emaresi gösterirler. Hiç şüphesiz insanların çoğunun aksine hayvanlar deneyimlerini dille aktaramazlar; fakat davranışlarının makul açıklaması bariz bir şekilde onların da en az bizim kadar acı duyduklarını göstermektedir.
Dolayısıyla hayvanlara nasıl davranmamız gerektiği tartışmasının başlangıç noktasını, onların çoğunun ve belki de hepsinin acı çektiği kabulü oluşturur. Bu bakımdan onlar; masalar, taşlar ve arabalar gibi cansız nesnelerden ve de sinir sistemine sahip olmayan bitkilerden farklılık gösterir. Bu en temel başlangıç noktasını çok az insan inkâr edecektir, fakat tarihsel olarak bakıldığında en azından önemki(!) filozoflardan biri, ki bu filozof bizatihi René Descartes’tır, tam da bunu yapmıştır. (Devamı geliyor)
Diğer insanlara hiçbir zaman bir amacın aracı olarak değil, her zaman kendinde amaç olarak davran”dır. Bu diğer insanları kullanmamamız fakat onları her zaman insanlıklarıyla eş deyişle her bir bireyin kendi iradesi ve arzuları olduğu olgusuyla tanımamız gerektiğini söylemenin bir başka yoludur.
Eğer acı çekmenin rolü söz konusu estetik amaçlar ise, o halde Tanrı, kalabalığın üstüne bomba atıp patlamanın ve kanın yarattığı güzelliğe hayran kalan bir psikopata rahatsız edici bir şekilde benzemektedir.
Tanrı’nın elinin her şeye değdiğini görmemiz beklenirse, pek çok insan gördüklerinde yardımsever bir Tanrı’nın olduğunu kabul etmekte güçlük çekecektir. Her şeyi bilen Tanrı, kuşkusuz, kötülüğün var olduğunu bilir, her şeye kadir olan Tanrı onun ortaya çıkmasına engel olur ve mutlak iyi olan Tanrı bu kötülüğün var olmasını istemez.
Mill, görüşlerin düzenli olarak birbiriyle karşı karşıya gelmediği durumda onların yalnızca ölü dogmalara dönüştüğünü düşünür.
Bu kadar kötülüğün var olduğu bir durumda, insan nasıl mutlak iyi bir Tanrı’nın var olduğuna içtenlikle inanabilir ki?
“Bir eylemin gidişatının neticeleri olan haz ya da acının hesaplanmasında tüm sonuçlara ağırlık verilmesi gerekir.”
bu kadar kötülüğün var olduğu bir durumda, insan nasıl mutlak iyi bir tanrı’nın var olduğuna içtenlikle inanabilir ki?
Her şeyi bilen Tanrı, kuşkusuz, kötülüğün var olduğunu bilir, her şeye kadir olan Tanrı onun ortaya çıkmasına engel olur ve mutlak iyi olan Tanrı bu kötülüğün var olmasını istemez. Fakat kötülük belirmeye devam etmekte.
Öyle ki Tanrı, sanki bilerek ve isteyerek, dünyaya kendi varoluşunun kanıtlarını bırakmıştır.
Temelinde yatan ilkelerin soruşturulmadığı tekdüze bir varoluşu sürdürme, daha önce hiç bakımdan geçmemiş bir arabayı kullanmaya benzeyebilir.
Elbette bir filozofun karikatürü, Oxford ya da Cambridge’in salonundaki rahat bir koltukta çok soyut düşüncelerle başa çıkmak konusunda başarılı, ama pratik sorunların üstesinden gelmekte bir o kadar başarısız birinin tasviridir. Öyle biri ki bu, hegel felsefesinin en zorlu pasajını açıklayabilir, ancak bir yumurtayı pişirmeyi beceremez.
Bütün düşünceler bir şey hakkındadır: herhangi bir şey üzerine bir düşünceye sahip olmak imkansızdır

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir