İçeriğe geç

Fardipli Sinha Kitap Alıntıları – Mehmet Ali Bulut

Mehmet Ali Bulut kitaplarından Fardipli Sinha kitap alıntıları sizlerle…

Fardipli Sinha Kitap Alıntıları

Hayatı sevmek inancın yürekte karar kıldığını gösterir. Çünkü sizi çevreleyen şu güzellikten etkilenmeyen insanın yüreğinde arıza var demektir.
Birileri çıkıp, ‘Aman kendi başınıza Kuran’ı okumayın, anlayamazsınız, hataya düşersiniz diye insanlarımızı korkutmuşlar
Niye anlamayayım? Elbette her ayetini herkesin anlaması mümkün olmaz. Sen bir bahçeye girsen, bahçede bir yığın meyve ağacı var. Herkesin kameti farklıdır. Kimisi alt dallardaki meyvelere ulaşır kimisi merdiven kullanır en uçtaki meyveleri de toplar. Ama hiç kimse nasipsiz kalmaz
Kim bilgiye ve bilmeye değer verirse o kazanır Davası hak veya batıl olsun değişmez. Yıkılmayacak ve değişmeyecek tek şey saf ve doğru bilgidir. Her şeyden önce bilgiyi yakalamalısınız..”
Aslında Hakk’a uygun hareket edenin ayrıca yardım görmesine de gerek yok. Çünkü evrenin kendi hakkaniyetinden kaynaklanan kuralları vardır. Onlara uydun mu zaten doğal olarak sonuçlarını toplarsın Güneş varsa aydınlık vardır Çünkü hak ile hakikat güneş ve ışık gibi birbiriyle ilgilidir. Biri diğerinin gerçeğidir.”
İlerlemenin hakkı nedir? Doğru bilgidir ve onu gerçekleştirmek için çok ve uygun araçları kullanarak çalışmaktır. Eğer siz bu halinizi korursanız hep ileri gidersiniz. İster Allah’a veya Hakk’a inanın, ister inanmayın. Çünkü teknolojide ileri gitmenin vasıtası, Hakk’a iman değil, bilgi ve çalışmaktır O’nun hakikatine uyan kim olursa olsun ondan yararlanır Şöyle çevrene bak, yani inandığını, Müslüman olduğunu söyleyenlere Her hareketi Hak ve doğru olan kaç kişi var Bakıyorsun bir yığın Müslümanda kafirde olması gereken huylar ve hareketler var Oysa kafir dediğin nice insan var ki hareketleri ve tavırları birçok Müslümanınkinden daha hak ve daha İslami’dir Öyle olunca onların bizden ileri gitmesi Hakk’tır ve haklarıdır Halbuki her Müslüman’ın her vasfının İslam’a uygun olması vaciptir. Oysa her fasıkın, her kötünün her hareketi hiç de kötü olmak zorunda değildir Sanırım iş anlaşılmıştır
“Kıyamet ve ölüm korkusunun insan hayatında ilginç işlevleri var. Ölümü hatırlayan insan bence hayatını daha verimli ve daha yararlı kullanır.”
“Ama hep ölüm düşünülerek de yaşanmaz ki! dedi Aysun Gönül:
Doğru. Çünkü biz ölüm korkusunu yerli yerinde kullanamıyoruz. Ya ölümü unutup görevlerimizi arkamıza atıyoruz. Ya da onu öne sürerek dünyadan elimizi eteğimizi çekiyoruz Oysa hayatı sevmek gerek. Hayatı sevmeyen, hiç mutlu olmayan bir insanın inancı da Allah sevgisi de yetersizdir. Çünkü bu âlem de insanın gönlünü okşayacak sayısız güzelliklerle donatılmıştır Örneğin en çok yakındığımız gaflet halimiz, yani Allah’ın her an bizi gördüğü düşüncesini unutmamız insanın görevlerini unutmasına neden olduğu gibi, insanın hayattan lezzet almasını da sağlar Allah’ın insanı izlediği, sürekli insanla beraber olduğu fikrini bir düşünün. İnsan nasıl yaşar, nasıl yer içer, nasıl sevişir, nasıl ihtiyaç giderir? Ama O, kendini ve rahmetini insandan gizledi ki insan, dünyanın da tadına varsın, sürekli izlendiği fikrini unutup yaşantısından haz duysun
Bu âlemde her şey bir sebebe bağlanmıştır. O sebebe baş vurulmadıkça onun arkasına bağlanmış nimet de gelmez Belalar da öyle.”
Bizi çok yakından ilgilendiren bu konular neden böyle bilmece gibi saklı bırakılmış?”
“Bu konular açık anlatsaydı ve eğer anlatıldığı netlikte çıksaydı, o zaman kendi arzusuyla inananlarla, inanmak istemeyenler zorunlu olarak birlikte onaylayacak ve teslim olacaktı. Allah ve O’nun Peygamberi, ancak kendi arzusuyla inanmak isteyen inansın, inanmak istemeyen de reddedebilsin diye gaybla ilgili olayları perdeli anlatmışlar.
Anneye saygısızlık toplumsal düzende merhameti, acıma hissini kaybetmenize sebep olur, babaya saygısızlık ise güven duygusunu yok eder. Her iki durumda da toplumda huzur ve güven kalmaz. Bu da dünyada cehennemi yaşamak demektir
Farklılığı yaratan O’ dur ama ihtilafı isteyen O değildir. Ana ilkeleri sabit tutup, uygulama biçimlerini, zaman, mekan ve sizin henüz bilmedığınız bazı başka faktörlere bağlı olarak farklı kılıyor.
Dolayısıyla her bir insan, Yaratıcı’nın başka bir dışavurumudur. O yüzden asla iki insan tam olarak birbirine benzemez.
Bütün sesleri duyabilsen, bütün görüntüleri görebilsen, buna dayanamazsın. O yüzden de yaratıcı kudret, insanı beş duyuya hapsetti. Bu hapsetme insanın rahatı için.
Çünkü karanlık senin kafanda. Onu aşamazsan, ona takılı kalırsan, hiçbir aydınlık, seni gerçekten aydınlatamaz. Oysa bana göre karanlık diye bir şey yok. Karanlık, gölgeyi asıl sanmaktır
Bak Bilge, sen de o acemi dalgıçlar gibi tek unsurda kalıyorsun. Bunu aş. Eşyayı önce bir harf olarak algıla, sonra bütüne
ulaş. Eğer ‘A’ya A’ dersen, o kendisinden başka bir şey ifade etmez. Ama onu bir harf olarak görürsen o hem alfabeyi,
hem katibi, hem kendisini göstermiş olur.
Gerçek, mutlak ve sonsuz olduğu için bütünüyle kuşatılamaz. O yüzden de herkes kendi yetenek ve iç derinliğine göre ondan nasiplenir, pay alır.
“Yemek yemek helal bir lezzettir. Ama işi aşırıya vardırırsanız Yani çok eski zamanlarda bir kavmin yaptığı gibi sırf damak zevki için yiyip yiyip sonra çıkarır ve tekrar yemeğe oturursanız, ağır bedeller ödersiniz. Nasıl ki o insanlar zamanla yeme lezzetini kaybediyorlarsa, siz de size takdir edilen hazzı yanlış kullanırsanız, ya ç erken o nimetten mahrum kalırsınız, ya da elinizdeki nimetten lezzet almamaya başlarsınız. O da sizi başka yerlere ve yasaklanmış hazlara sevk eder. Kendi ellerinizle hayatınızı ve ölüm ötesi yaşamınızı mahvedersiniz.”
Size yüklenilen görevler ve yapmanız yasaklanan işlerin özüne bakın Örneğin evlilik. Yaratıcı’nın size yüklediği zorunlu bir görev değil. Bir öneridir. Nesli yaratmak ve çoğaltmak doğrudan Yaratıcı’nın işidir. Ama siz o göreve seve seve gönüllü oluyorsunuz Neden?”
Bilge de Gönül de aynı anda sordu:
Neden?
“Yaratıcı bu görevi sizden murat ettiği zaman bu işe bir ön ücret belirledi. Siz ona arzu ve şehvet diyorsunuz Oysa bunlar sadece yüklendiğiniz göreve rahatlıkla razı olabilesiniz diye tabiatınıza yerleştirilmiş bir peşin ücrettir. Siz eğer birbirinizden lezzet almasaydınız ve birleşmeniz sizde bu kadar derin hazlar yaratmasaydı, diğer görevleri ihmal ettiğiniz gibi neslinizi sürdürme işini de yapmazdınız. Ama o bu işin mukaddemesini öyle güçlü hazlarla donattı ki, siz seve seve o işe talip oluyorsunuz. Böylece her biriniz neslin devamı olan tecelliye araç oluyorsunuz.
Bir şeye yönelirken, kendi tabiatınıza yüklenmiş verilerle karar verirsiniz. Bunlar o kadar da ilahi değil. Eğer ilahi olsaydı saf bilgiye dayanırdı. O zaman da hiçbir insan yaptığı hiçbir işinden pişman olmazdı. Bir şeyden pişman oluyorsanız biliniz ki işin öncesinde kendi şartlanmışlıklarınız geçerlidir.
Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir.Bu bilimsel bir deney veya herhangi bir kuram içinde geçerlidir.Mesela bir proton normalde bize sadece yükü ve kütlesi hakkında bilgi verir.Ama herhangi bir hızlandırıcıda çarpıştırılıp parçalara ayrılan bir proton ,bize bu yükü veya kütleyi nasıl kazandığı hakkında daha detaylı bilgi verir.Yada nöroloji için konuşucak olursak sağlam bir insan beyni bize içindeki hangi kısmın ne işe yaradığı konusunda pek az bilgi verir.Ama nezaman ki bu beynin bir kısmı hasar görür ve bu hasar sonucu kişi bazı duyuşsal yeteneklerini kaybeder.İşte o zaman beynin yapısına dair daha detaylı bilgiye sahip oluruz.Yada biyoloji içinde durum farklı değildir.Mesela tasarımlarında belli hatalara sahip canlılar görmemiz onların varoluşlarını oluşturan mekanizmalar hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmamıza yararlar.Aynısı bilimsel kuramlar içinde geçerlidir.Mesela eski insanlar ısıyı,maddenin hareketi olarak değilde maddeden dışarı çıkan birşey olarak düşünüyorlardı.Ve sonra birgün kalayı ısıttıklarında yanan kalay, metal kirecine dönüşüyordu.Ama ilginç bir şekilde yanmadan önceki halinden daha ağır oluyordu.Ve o dönemin bilim insanları bu nasıl olabilir diye düşündüler.Eğer ısı maddenin yanınca dışarıya attığı bir fazlalıksa o zaman bu maddenin yanınca daha hafif olması lazım.Yani bu tarz deneysel bir çatlak o dönemin bilim insanlarına sahip oldukları ısı kuramının yanlışlığı hakkında daha detaylı bilgi verdi.Sosyoloji içinde durum pek farklı değildir.Mesela bir sistemin kendi içindeki çatlakları o sistemin işleyişi hakkında daha detaylı bilgi verir.Aynı bunun gibi insan ilişkilerinde de durum benzerdir.Mesela nezaman ki bir ilişki bozulur ozaman insanlar sahip oldukları gerçek kişilikler hakkında daha detaylı bilgi verirler.Yada konuya dair son bir örnek verecek olursak: Psikolojideki anormal insanlar olmasaydı bugün normal insanın psikolojisinin işleyişi hakkında bukadar detaylı bilgiye sahip olmazdık.Yani demem o ki örnekleri çoğaltmak mümkündür ama bu konunun ana fikrinin önemini arttırmayacaktır.Bu yüzden yazının başında dediğim şeyi tekrarlamakta fayda var:Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir!
Aslında azınlığı teşkil eden o zalim münkirler, onlara taraftarlık gösterenler veya sessiz kalarak yaptıklarını onaylayanlar sayesinde çoğunluk olur. Böylece ancak çoğunluğun hatası sonucu meydana gelen umumi belaların sürmesi için ilahi kadere fetva verdirirler. O zulüm halinin şiddetlenerek sürmesini sağlarlar İşte şu anda dünyanın yaşadığı durum budur. Böyle giderse ya yok edilirsiniz ya da kendinize gelinceye kadar başınız belalardan kurtulmaz Çünkü siz siyaset ve çıkar öncelikli yaklaşımlarınızla zalimlere taraftar oluyor, böylece de “Biz bu hallere müstahakız!’ demiş oluyorsunuz.
Tarafgirlik inananlar için en tehlikeli şeydir. Siz önyargılarınızla ve elinizde gerçeğe dayalı bir kanıt da olmaksızın karşınızdakini sadece size ve düşüncenize uygun hareket edip etmemelerine göre yargılarsınız. Üstelik kullandığınız ölçünün doğru olup olmadığını bilmeden.
İki şeyi birbirine karıştırmak tehlikelidir. Sizin şeriat dediğiniz şeyle din birbirinden farklıdır. Din tekdir ama şeriatlar toplumlar miktarınca değişir.
Peki İslamiyet artık iktidar olmayacak mı?” diye sordu Bilge.
Siz iktidardan ne anlıyorsunuz?
“Yani devlete hakim olup İslam’ın kurallarını uygulamak!”
İslam’ın kurallarını uygulamak için neden iktidarı ele geçirmek gerekiyor?”
“Hocam, bu hep böyledir.”
Son Mesajcı öyle mi yaptı?
“Hz. Muhammed (a.s.) aynı zamanda bir devlet başkanıydı.”
“Yani dini yaymak için önce devlet başkanı mı oldu?”
“Hayır ama güçlenince devleti de kurdu.”
İki şeyi birbirine karıştırmayın. ‘Son Mesajcı’nın konumu farklıydı. O bir peygamberdi ama aynı zamanda kendi dönemi için iyi bir yöneticiydi. Sizin ifadenizle iyi bir askerdi O, mesajcı olmasaydı da iyi bir yönetici olurdu Her mesajcının yönetici mi olması gerekiyor? Bu yanlışı yapmayın. Yüz binlerce mesajcı geldi, sadece üç beş tanesi aynı zamanda iktidar mevkilerini işgal etti. Musa’ya bile halkını idare etme yetkisi verilmedi. Üstelik o aynı zamanda dünyevi bir kurtarıcıydı.”
“Bu ne anlama geliyor?
“Dinin iktidar olmak derdi hiçbir zaman olmadı anlamına geliyor. İnsanlara inancı aktarmak farklıdır, yaşadığın ortamı inancına göre düzenlemek farklıdır. Ben iktidarı zorla ele geçirip, inancı uygulayacağım, demek daha farklıdır Dinin böyle bir derdi yok. Dini size gönderenin de.
“Peki öyleyse siz hangi adaletle bir insanı, yüzlerce masum sıfatı ve güzel huyu dururken sadece sevmediğiniz bir iki huyundan dolayı bu kadar ağır eleştirebiliyorsunuz ve böyle yerden yere vuruyorsunuz?
“İnsanın bilinçsizce yaptığı, daha doğrusu içinde seçimi bulunmayan hiçbir eylemi bellek kaydında yer almaz. Onlardan sorumlu da olmaz. Ancak bilinçli davranışlarından sorumludur ve onlar kalıcıdır. Nitekim iradesiyle yaptığı her şey hafızasında duruyor ve hatırlıyor. Sen onun neyi isteyerek, neyi istemeyerek yaptığını buradan anlayabilirsin. Eğer bir şeyi hatırlamıyorsa anla ki o işi kendi rızasıyla yapmamıştır. Hatırlıyorsa isteğiyle yapmıştır.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
“Biz beşeriz, zaaflıyız, eksikliyiz, iyi ve kötü hallerimiz var, yer içer, tortu bırakır ve çiftleşiriz. Bunların hiç birisi ayıp değil. Bizi yaratıp varlık sahnesine atan kudret bu formlarla bizi kabul etmiş. Bak abdest almamız, Allah’ın huzuruna çıkılabilecek temizliğe yetebiliyor. Oysa O da biliyor ki, içimiz maddi manevi pisliklerle dolu. Şimdi O, bana ‘Abdest al, seni temiz sayarım diyor, sen de ‘Hayır ben temiz olmadım. deyip kendine kahrediyorsun. Bu da bir tür edepsizliktir. Demek ki teslim olmaktan ve O’nun koyduğu ölçülere uymaktan başka çare yok.”
SinHa, Bilge’ye Gönül’ü göstererek:
Bu kim?
Gönül!
“Hayır onu sormuyorum. Senin açından kim?”
Benim karım!”
Ya bu? dedi Sin Ha, Bilge’ye elini göstererek:
Benim elim.
“Şimdi bunu bütün uzuv ve duyuların için tekrarla!
Benim başım, benim vücudum, benim bedenim, benim gözlerim, benim
“Peki senin canın ve ruhun yok mu?”
Var!
Onları da say.
“Benim aklım, benim canım, benim ruhum, benim varlığım, benim nefsim, benim egom, benim ”
“Peki bütün bu saydıkların seni sen yapan değerler olduğuna göre sen kimsin ki, bütün bunlara ‘benim’ diyorsun?
Bilge de, Gönül de bu örnekleme karşısında şaşkına döndüler.
“Doğru ya, eğer bizi biz yapan ruhumuz, nefsimiz ve egomuz ise, bunlara “Benim ruhum, benim canım, benim egom’ diyen kimdi?
sorusunu aynı anda kendi kendilerine sordular. Sin Ha:
“Eğer bu noktada kafanızda ciddi bir soru oluşmuşsa şimdi çözümüne yardımcı olacak örnekleri verebiliriz: Yaratıcı’ya ait bütün ad ve sıfatlardan belli gramajlarda aldığımızı ve onu bağımsız bir birim haline getirdiğimizi varsayalım. Biraz akıl, biraz ilim, biraz yaratma, biraz görme, biraz diriltme, biraz kudret, biraz sahiplik, biraz benlik, biraz öfke, biraz gadap, biraz sevgi
Bütün bunları bir birim olarak bir araya getirdiğimizde, bu özelliklerin her biri aslında ölümsüz ve sonsuz olan Yaratıcı’ya ait olduğu için o birim de, sonradan var edilmesine rağmen ölümsüz olur ve bütün tanrılık hallerini kendisinde barındırır. Size daha önceki sohbetlerimizin birinde, insan ‘mikro bir tanrıcık’tır demiştim. O zaman ne söylemek istediğimi anlamadınız. İşte kasdettiğim buydu. Yaratıcı’nın Adem’in ruhuna üflediğini söylediği ruh, işte budur. Yani kendisine ait bütün sıfatları, mahiyetini belirleyemediğiniz bir birim haline getirerek onu sizin genlerinize sakladı. Siz, sizdeki bu ölçülerle O’nu anlamayı başarıyorsunuz.
Hocam, yanılmıyorsam daha önceki konuşmalarımızda ibadetin cennete girmekle ilgisi olmadığına değinmiştiniz. Öyle değil miydi?
“İki şeyi karıştırmayın. Cehennemden kurtulmanın tek çaresi imandır. İman, cennete girmenin olmazsa olmaz koşuludur. Ama orada nasıl bir yaşam süreceğiniz, zengin mi yoksul mu olacağınız, cennetin yukarı semtinde mi aşağı semtinde mi oturacağınız tamamen ibadetinizle belirlenir.”
Dua, karanlıkta ışığı, zayıflıkta direnci, korkuda ümidi, çaresizlikte çareyi bulma gücüdür.”
Sıkıntılar, belalar, hastalıklar, kederler, korkular, nimetler, vs de dua ibadetinin zamanlarıdır. Madem ki dua da bir ibadettir, dua ile talep ettiğiniz şeylerin hemen verilmemesini, ‘Duam kabul olmadı” şeklinde yorumlamamanız gerekir
“Dua, öncelikle, sonsuz ihtimaller içinde en olgun belirişle varlık sahnesinde yer almanın doğal sonucudur. İnsan aklı, evrensel aklın yansıtıcısı olmak bakımından, hem kendisini hem yaratıcısını bilir. Bir yaratıcının varlığını kabullendiği andan itibaren akıl, üstesinden gelemediği problemlerde o külli akla müracaat etmeyi zorunlu bilir. İşte bu eyleme dua diyorsunuz. Nitekim, insan boyutuna ulaşmış bir varlığın, temel işlevi ‘taallümle tekemmül, ubudiyet ve duadır”
zaten.
Kuran dediğiniz mesaj, evreni doğru algılamanız ve Yaratıcı’nın dilini anlamanız için size gönderilmiş bir rehberdir.
Onun yaşamak istediği yaşam şekli bu değil. Ama eşinin ve çevresinin etkisiyle hem kendisi için hem de diğer insanlar için yapabileceklerini yapmıyor. Çünkü birçok konuda eşi ona muhalefet ediyor. O da eşinden çekindiği için kendisini hep geri çekiyor.
Kişinin karısından korkması kötü bir şey mi?”
Mesele birinden korkmak meselesi değil. Korkunun sonucu önemlidir. Eğer o korku seni saf bilgi ve pozitif değer üretmeye yönelmekten alıkoyuyorsa evet, kötüdür. Çünkü, kendisinden gerçekten korkulacak biri varsa; O da, bu ‘Evrenin Yaratıcısı’dır ve pozitif değer üretememektir.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Her bilgi üst boyuta ulaşmanız için bir anahtardır. Onu elde ettikten sonra kullanmazsanız ve onunla bir üst kademeye çıkamazsanız, o bilgi daha sonraki basamaklarda atacağınız adımları ters yönde etkiler.
Siyaset bir sohbete girdi mi orada kalpler ayrışıyor. Oysa bizim kalplerin birliğine ihtiyacımız var.
Bize demokrasi diye sunulan sistem, bir tarafın her kusurunu görmezden gelirken, diğer tarafın en küçük hatasını abartılı bir şekilde cezalandırıyor. Sistem, inanç öncelikli taleplerin hepsini, kendisine yönelik tehlike sayıyor. Bu ön kabul, diyalog ortamını yok ettiği gibi, dinin ve dolayısıyla inanların, kamu alanlarından büsbütün dışlamasına yol açıyor.
İslam kuşatıcıdır, kucaklayıcıdır. Herkesin ona ihtiyacı var. Ama onu bir ideoloji ile döllerseniz, o bir kavmin veya bir milletin dini haline gelir. Milliyetçilik gibi o milletin çıkarı doğrultusunda kullanılır
Her şeyin üzerinde Hakk’ın iradesi vardır. Ne muzaffer kumandanlar var ki, zaferi kendi eserleri bilip helak oldular, ne mağluplar var ki, yenilgiyi kendilerine mal ettikleri için galipler safına geçtiler Çünkü zafer de yenilgi de bir takdirdir. İnsana düşen her ikisinde de Rabbini hatırlayabilmesidir.
”Aman Derviş abi beni şımartma! Nefis sünger gibidir. Övgüyü hemen emer.
Cenab-ı Hak kendi rahmetinden, bütün peygamberleri bizim yaşadığımız bu bölgede göndermiş. Bu gösteriyor ki biz Doğu milletlerinin gerçek huzuru ve gelişimi din iledir. Bu büyük bir nimet. Biz her hikmeti ve bilgeliği hazır bulmuşuz. Bu hazır bilgelikle medeniyet ve terakkide bir yere gelmişiz, sonra onları tabu haline getirip gerçek anlamlarını bir yana bırakmışız. Zamanla önceki bilgilerimiz de cahillerin elinde hurafeye dönüşmüş. Çünkü bilgi, cahilin elinde ancak hurafe olarak kendisini açığa vurabilir. Ama bak diğer milletler, her hakikati araştırarak elde ettiler. Her taşın sertliğini başlarını kırarak anladılar. O yüzden de elde ettiklerinin kıymetini bildiler ve onu bir nesilden diğer nesle aktararak çoğaltılar. Böyleceonlar ileri gittiler. Biz ise hazır bilgileri bile hurafeye dönüştürdük.
Unutmanın ne büyük nimet olduğunu ancak büyük acıları yaşayanlar bilir.
Ne zahmeti? Hem zahmetle rahmet arasında bir tek nokta farkı var. Zahmetin noktasına katlanırsan rahmete dönüşür.”
Bilge, Derviş Nuri’yi salona buyur ederken, eski Türkçe’de rahmet ve zahmet kelimeleri arasında gerçekten bir tek nokta farkı olduğunu hatırladı.
Sizden vazgeçmediği ve sizi sevdiği için sonunda bütün günahlarınızı bağışlamayı kendine yazdı.
‘Rahmetim gazabımı aştı’ buyurdu.
“Sonunda dediğiniz, ne kadar zamandır.
“Bu da sizin yüklendiğiniz olumsuz enerjinin miktarına bağlıdır. Ne kadar çoksa, temizlenme atölyesi olan cehennemde o kadar uzun süre kalırsınız
“Yani cehennem ceza yeri değil de temizlenme atölyesi mi?
“Öyledir ama temizlenme süreci hiç de tahammül edebileceğiniz bir iş değildir
Karanlık , gölgeyi asıl sanmaktir
Bak kızım, şimdi sen beni sevmek zorunda değilsin. Hiçbir zorunluluğun olmadığı halde beni seversen, ben bunun karşılığını ödeyemem. Çünkü benim sevmem de zorunlu. Eğer sen, sevmek, sevmemek ve nefret etmek gibi üç değişik alternatiften sevmeyi tercih edersen, kendi yüceliğini gösterirsin. Allah, eylemlerinde serbest bırakılmış bir varlıktan, olumlu bir eylemin doğmasını daha sevimli bulmuş.
“Bu gidişin sonu iyi değil. Bu gün güç sende diye, sen senin gibi düşünmeyenleri, kendin gibi olmaya zorlarsan, yarın da senin gibi düşünmeyenler, gücü eline geçirir, seni kendileri gibi olmaya zorlayabilirler. Her ikisi de faşizmdir. Bırakın Tanrı aşkına insanlar nasıl yaşamak istiyorlarsa, öyle yaşasınlar. Sen tanrıya inanıyorsun diye herkes inanmak zorunda değil. Diğerleri de sen inanmıyorsun diye seni zorlayamaz. Gerçek insanlık bunu gerektirir. Devlet dediğin de milletinin hizmetinde olur. Onu korur. Bizde ise devlet milletle, onun değerleriyle mücadele ediyor
İyi bir mümin olamayacağına inanan insan, kulluk vazifesini boşlar. ‘Ben zaten adam olamam, ben bu şeyleri beceremiyorum? diye diye, üretebileceği olumlu enerjileri de üretmekten vazgeçer ve sonunda kalbinin tamamen kapatılmasına neden olur. Kalbi bütün âleme yayılmakta olan ilahi mesajları alamayacak hale gelir. Bu ise yeryüzünde bir insanın düşebileceği en kötü, en şerli haldir. İkinci bir konu. İnsan yüzüne karşı yapılan eleştirilere en az arkasından yapılan övgüler kadar sevinmedikçe, inancı olgunluğa ulaşmış olmaz. Sen henüz eşinin bile bir konuda senden üstün olmasına tahammül edemiyorsun. Edineceğin bütün pozitif değerlerin en kıymetlisi, nefsinin ateşini söndürebilmendir Senden daha olgun, saf bilgiye senden daha çok vakıf, olgun, pozitif değer üreten insanlar var. Onlar gibi’ olamadığına yanmalı ve kendini olgunlaştırmalısın. Yüreğindeki inancı pozitif değerler üreterek güçlendirebiliyor musun? Asıl önemli olan bu!”
Şeytanın insandan koparabileceği en büyük taviz, ümitsizliktir. Ümitsizlik mümin için şirk sayılır. Allah olmazları bile olduracak kudrettedir. İnsan bu konuda ümitsizliğe düştü mü arkasından daha büyük tehlikeler gelir.
Ben hakkıyla O’na inandığımı sanıyordum.”
Hayır sen iman ile ilgili çok bilgiye sahipsin. Dini bilgilerde ve varlık konusunda çok bilgiye sahip olmak, tam bir imanın delili sayılmaz. Nice din bilginleri vardır ki imanları sıradan müminlerin imanı kadar bile değildir.
Gerçek bir mümin başkasında bir kusur gördüğü zaman, onu uyarır ama Allah’ın sonsuz rahmet sahibi olduğuna inandığı için mahkum etmez. Allah’ın Son Elçisi’nin yaşamını incelediğinizde, bağışlayıcılığının, cezalandırıcılığından daha önde olduğunu görürsünüz. Oysa sıradan bir din bilgininin, daha çok cezalandırdığına’ tanık olursunuz.
“Bu, imanın gerçek veya taklidi olmasından mı kaynaklanıyor?
“Denilebilir. Daha çok sanmak ve inanmak farkından kaynaklanır. ‘Yaratılanı hoş gördük yaratandan ötürü’ diyen, olayın farkındadır. Her günah işleyeni cehenneme gönderen ise ‘sanmak’tadır; Hak’tan Hakikat’ten habersizdir.
Örfün getirdiği hazır şablonları kullanmak başkadır, iman edip onu yüreğinde yaşamak başkadır. Siz hep sanıyorsunuz ama bilmiyorsunuz. Oysa sanıların çoğu yanlış olmaktan kurtulmaz.”
Ne demek örfün getirdiği hazır şablon!
“Senin baban Müslüman değil de Hıristiyan olsaydı, şimdi sen o dini öğreniyor olmayacak mıydın?
“Doğru.
Öyleyse senin imanında, inancının pekişmesinde, İslam’ı seçmende ve onu kabulünde ciddi bir özel gayretin yok. İnançsızlığın ıstırabını çektin mi ki, inancın ne olduğunu bilesin. Allah’a ve üstelik doğru Allah’a inanmanın ne olduğunu nasıl kavrayacaksın?
Çaresizlik içindeki bir insanın, hazır 10 lirayı, ileride alacağı muhtemel 1000 liraya tercih etmesi gibi Çünkü arzu ve istekler geleceğe bakmaz an’a bakar. Dolayısıyla insanda öyle duygular ve arzular vardır ki onlar bedene hakim oldu mu, akıl ve kalp susar.
İnsanın ve evrenin sizleri hayrete düşüren ve akılları gözlerinde olanları yanlışa sevk eden görkemi burada. İnsan bu evren ağacının bir meyvesidir ama, o da bizatihi bir evrendir. Nitekim daha önce gelmiş geçmiş birçok gerçek eri, insanı küçük evren, evreni de büyük insan diye tarif etmişler. Çünkü insan, bu varlık ağacının en uç noktasında salınan meyvesidir. Kalbi ise onun çekirdeği. Yaratıcı, o yüzden buyurmamış mıdir ki, “Ben âlemlere sığmam ama mümin kulumun kalbine sığarım? diye”
A’ya A’diye bakarsan, o A’dan başka bir şey değildir. Ama ona bir harf olarak yaklaşırsan, bir de bakacaksın ki, altında sayısız veriler gizlenmiş. Tanrı’ya inananla, inanmıyor gibi görünenlerin yolları burada ayrılır.
“Yani diyorsunuz ki, evrene bir harf diye yaklaşmalıyız. O zaman Katibi’nin hünerlerini de kavrarız. Aksi takdirde evren, bizi iç dengeleriyle kendi varlığına taptırır.”
Sonsuz, sınırsız ve mekansız olanı nasıl kavrayacaksın ki! Fakat O kendi kudretinin dışavurumlarını eşyada sergilemiştir. Tabiat dediğiniz eşyadaki kudret o kadar mükemmel ve ilahidir ki, eğer yaratıcı ile bağlantısını kuramazsanız, onu bizatihi Yaratıcı’nın kendisi zannedersiniz
“Kavramanızı kolaylaştırmak için. Şimdi ben sana Mele’den geldim desem ne anlarsın?”
“Hiçbir şey.
“Ama 250 bin ışık yılı mesafeden geldim desem bunu az çok anlarsın. Çünkü elinde ölçüler var. Yılı biliyorsun, ışık hızını biliyorsun, metreyi, kilometreyi biliyorsun. Ama Mele’yi bilmiyorsun. Yaratıcı muhatap olarak insanı seçtiği için, kendisine ait sıfatları sınırlı olarak ona da verdi. Ta ki insanlar onları basamak yaparak O’na yaklaşabilsinler, algılayabilsinler. Yani insan da bir mikro tanrıcıktır.
Siz sizin sınırlı yetenek ve bilgilerinizle kavradığınız bir Tanrı’ya taparsınız. Ama Allah sizin sınırlı yetenek ve bilgilerinizle tanımladığınız Tanrı değildir. O, sizin kavramlarınızla kendini vasıflandırmaktan münezzehtir. O yüzden işin aslını bilenler, “Rabbim seni, sen kendini nasıl sena edip yücelttinse öyle sena edip yüceltiriz? dediler. Çünkü insan O’nu tam olarak kavramaktan acizdir. Ama yine de sizin O’nu tanımanız için imkanlar yarattı.”
Gelişmeniz ve evrenin en öznel değeri’ olduğunuz yolundaki savı gerçekleştirmeniz için gereken dinamizm ve dürtüyü 0, ‘yakınını sevmek ve kollamak’ barışçı esasları üzerine kurmanızı isterken; siz onu, sizden olmayanları yok etmek olarak algılıyorsunuz. Bu da doğal olarak size çelişki gibi yansıyor. O, dinlerdeki uygulama farklılıklarını, siz farklı-farklı toplumlar olup yardımlaşasınız ve iyiliklerde yarışasınız diye yaratıyor. Ama siz bunu savaş gerekçesi yapıyorsunuz.
Karanlık senin kafanda. Onu aşamazsan, ona takılı kalırsan, hiçbir aydınlık, seni gerçekten aydınlatamaz. Oysa bana göre karanlık diye bir şey yok. Karanlık, gölgeyi asıl sanmaktır.”
“Yani aslında karanlık yok mu?”
Eşyayı ancak gözlerinle görebileceğin bilgisine saplanıp kalırsan, elbette karanlık hep var olur. Oysa sizin kör dediğiniz birçokinsan, gözü sağlam birçok insandan daha iyi görüyor. Rüyada gözleriniz mi görüyor? Mutlak gerçeği kavramak için, eşikleri aşmak zorundasın. Ama eşikler de sizin için bir nimettir. Rahat yaşamanızı sağlar. Bütün sesleri duyabilsen, bütün görüntüleri görebilsen, buna dayanamazsın. O yüzden de yaratıcı kudret, insanı beş duyuya hapsetti. Bu hapsetme insanın rahatı için.”
Bak Bilge, sen de o acemi dalgıçlar gibi tek unsurda kalıyorsun. Bunu aş. Eşyayı önce bir harf olarak algıla, sonra bütüne ulaş. Eğer ‘A’ya ‘A’ dersen, o kendisinden başka bir şey ifade etmez. Ama onu bir harf olarak görürsen o hem alfabeyi, hem katibi, hem kendisini göstermiş olur.
Evrensel toplantı dediğin nedir?”
Siz ona haşir dersiniz Yani yeniden dirilerek bir yerde toplanıp hesap verme anı
Ama kıyamet zaten kopacak değil mi Programlanmış kaçınılmaz sonumuz bu ise, bundan insanı sorumlu tutmanın anlamı ne?”
“Elbette kıyamet ve haşir programlanmış kaçınılmaz son. Ama bu sona ulaşıncaya kadar geçecek zamanı siz belirlersiniz. Yaratıcı sonu takdir etti, süreyi değil. Yeryüzünde pozitif üretim çoğunlukta olduğu sürece, zaman dediğiniz yontucu, kendi ivmesini doğru yönde tutar ve süre uzar. İnsanlar sürekli pozitif değer üretebilselerdi belki de siz, size göre, sonsuza kadar son anı bekleyecektiniz. Ama negatif üretimler ve değerler o kadar arttı ki yeryüzünde barındırılmanızın hiçbir anlam ifade etmediği bir hale doğru, hızla kendinizi sürüklüyorsunuz.
Nice din bilginleri vardır ki imanları sıradan müminlerin imanı kadar bile değildir.
Bütün evren mutlak bir sevginin eseridir.
Unutmanın ne büyük nimet olduğunu ancak büyük acıları yaşayanlar bilir.
Biliyorsunuz, bazen insanlar bir şeyi çok isterler ama, o onların en büyük imtihanı olur.
Aslında her şeyin başı takdir edileni hoş karşılamaktır.
Herkes kendi doğrusunda ısrar edince çatışma başlar.
Bu çağ insanlarının en çok ihtiyaç duydukları şey, saf inanç ve doğru imandır.
” Peki insanların akılları gözlerine inmişse ve sadece gördüklerine inanabiliyolarsa bu onların problemi değil mi? Görülmediği halde varlığını reddedemediğiniz sayısız varlık var. ”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir